yazdığım kitap

İslam dinimiz ve insanlık hakkında görüşlerinizi ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

Yaratma açısından kaza ve kader:
_”Bir taş veya bir mermer mi yontuyorsunuz? Sizi de yaptığınız o işi de yaratan Allah’tır. Size düşünme melekesini veren, sonra sizi düşündüren ve bir merhale ötede, düşündüklerinizi ifade ettiren yine Allah’tır. Öyle ise bizim irademize düşen nedir? Böyle bir meselede irade nasıl bir paya sahiptir? İrade dediğimiz şey o kadar küçüktür ki, bakışlarınız ne kadar derin ve görüş ufkunuz ne kadar geniş olursa olsun yine onu göremez ve onu belirleyemezsiniz; çünkü onun hariçte hiçbir vücudu yoktur. O kadar küçüktür ki, ona terettüp eden işlerle onun arasında “tenâsüb-ü illiyet” prensibine göre bir nisbet bulmak mümkün değildir. Evet, irademiz ne ölçüde küçük ise, yanıbaşımızda duran ilâhî lütuflar da o kadar büyüktür.”
_Yorum: “Hariçte hiçbir vücudu yoktur” diyor. Buifade direkt olarak “yoktur” manasına gelmiyor mu? Eğer cüzi iradenin etkisini kabul ediyorlarsa ki kabul ediyorlar, o halde soruyorum: Olmayan bir şey etki edebilir mi?
_”Görüldüğü gibi, Allah’ın verdiği hükmü ve Allah’ın kazasını hiç kimse geriye çeviremeyeceği bu duada talim edilmiş bulunuyor. Öyle ise, bize düşen sadece bir meyildir ve bir yöneliştir.”
_”Allah kime hidâyet murad ederse, onun gönlüne hidayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar. Kimi de sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vâiz ve hatipler onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsalar, ona anlatılacak herşeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamazlar. Çünkü onun hidâyete erme liyâkatı selbolmuştur. Artık ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur. Günümüzün umumî manzarası, bunu göstermeye yeter ve artar zannediyorum. Ancak burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerekmektedir. Hidâyet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibari dahi olsa, onları mevcud iradenin istek ve talebi üzerine yaratır. Kul ister, Hâdî ve Mudill isimleriyle müsemma olan Allah (cc) da, hidâyet ve dalâleti yaratıverir. Dolayısıyla sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur. Onun içindir ki biz, kıldığımız her namazda, Fatiha suresini okurken Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarır ve: “Allah’ım bizi mağdub ve dâllînin yoluna sürükleme”(Fatiha, 1/7) deriz. Efendimiz de bir hadislerinde “Üzerlerine Allah’ın gadabı olanlar Yahudilerdir, sapık olanlar da Hristiyanlardır” buyurmuşlardır. Mevzuyu bu noktaya getirdikten sonra, burada hidâyetin mertebeleri üzerinde durmak icap etmektedir. Tâ ki, çeşitli yanlış anlamalara meydan verilmiş olmasın!”
__İnsan iradesinin nazara alındığı hidayet:
_”Evet, hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir nebi zuhur etmesin. Bu itibarla her ümmete mutlaka nebi gelecek, mübeşşir ve münzir olarak onlara hakikatleri tebliğ edecek ve ardından da iradeleriyle onları dinleyenler hakkında Allah (cc) hidâyetini yaratacaktır. Sapıklığı tercih edenler ise dalâlette kalacaktır ki, bu da onlar için de Cenâb-ı Hakk, dalâlet murad etmiş olacaktır.”
_”Bununla beraber, Cenâb-ı Hakk, ayrıca kemâl-i kereminden her asrın başında birer müceddit gönderdi.”
_Yorum: O halde bu anlayışa göre, gönderilen şahsın bu işte özgür iradesi yoktur. Zira Allah onu gönderdiyse o işini bu yönde yapmak zorundadır.
_”Yâni, Cenâb-ı Hakk, hidâyete götürücü vesile ve vasıtaları yaratarak hidâyeti yaratmayı kulun istemesine bağladı. Bu bölümde cebrî bir hidâyet söz konusu değildir.”
_Yorum: Yazara göre Allahın yaratması, iradesiyle olur. O halde şu sonuç çıkar: “Allahın iradesi de kulun iradesine bağlı.” İşte böyle bir sonuç çıkıyor, halbuki yazar Allahın iradesinin ezeli olduğunu kabul ediyor.
_”Cenâb-ı Hakk, çeşitli vesileleri kullanarak insanları hidâyete, sırat-ı müstakime davet eder. Ancak, hidâyete gelince, onu bizzat kendi meşietine bağlar. Dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de dalâlette bırakır. Meselenin bir küçük yönü insana aittir. O Allah’ın davetine icabet eder ve hidâyet vesilelerinden istifadeye çalışırsa, Allah da meşietiyle tecelli eder ve onu hidâyete erdirir. Kur’an-ı Kerim bir hidâyet kaynağıdır. Ondan ancak Allah’ın diledikleri istifade edebilir ve Kur’an sadece onlar için bir hidâyet vesilesi olur.”
_Yorum: “Hidayet vesilelerinden istifadeye çalışırsa, Allah da meşietiyle tecelli eder” şeklinde bir ifade kullanıyor ki, bu söz de yine Allahın iradesinin hadis olduğunu ima edici bir izahtır ve Allahın iradesinin kulun iradesine tabi olduğunu kabul eden bir anlayıştır.
_”Ve yine Allah (cc), peygamberine hitaben: “Ey Habibim! İşte sana da buyruğumuzla Cebrâil’i gönderdik. Sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi bilin ki, işler sonunda Allah’a döner.” (Şûra, 42/52-53) İşte bu âyette de anlatıldığı gibi, hidâyette iki mertebe görüyoruz. Birinci mertebede sadece vesile ve vasıtalık var ki, Kur’ân-ı Kerim bu vesile ve vasıtalığı da bazen hidâyete erdirme olarak vasıflandırmaktadır. Esasen bu tür hidâyete erdirme vesilelikten öteye de geçmez. Hidayetin ikinci mertebesine gelince bu Cenâb-ı Hakk’ın insan gönlünde hidâyeti yaratmasıdır. Bu yaratmayı Cenâb-ı Hakk, vesilelerle yaptığı gibi doğrudan doğruya da yapmaktadır. O’nun bu tür hidâyete erdirmesi ise, sırf bir lütuftur. Büyüklerimiz buna “Cebr-i Lütfî” demişlerdir. Rabbimizden niyazımız, bizleri de böyle cebrî bir lütuf ile hidâyete erdirmesidir.”
__Kaderle ilgili sorular ve cevaplar:
_”Kâinatta olup biten herşeyi Allah yaratır. Bu soruda “küllî îrade” diye geçen şey de işte budur. Hatta, “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı.”(Saffât, 23/96) Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlikı yalnız Allah’tır. Meselâ: Siz taksi yapsanız, veya bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve ef’aliniz, Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus vardır ki, o da bir kesb ve bir beşerî mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve temâyül gibi bir şeydir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak olan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi.. Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdâhaleniz yok” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdâhalenizi de âdi şart olarak kabûl etmiş ve yapacağı her şeyi onun üzerine inşa buyurmuştur. Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hale getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da “Nuru’n-Nûr, Münevviru’n-Nûr, Musavviru’n-Nûr” olan Hz. Allah (cc)’a aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübaşeretiniz vardır; o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irâde ve tâkatinizin çok fevkinde, o mekanizmanın, tenvir vazifesini yapması ise tamamen Allah’a aittir.”
_”Müsaade buyurulursa biraz daha açayım: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelme, nasihat dinleme, fikren tenevvür etme hidayetin yollarıdır. Kur’an-ı Kerim’i dinleme, ma’nâsını tedkik ve derinliklerine nüfuz etme, hidâyet yollarındandır. Rasul-ü Ekrem’in (sav) Huzur-u Risâletpenâhîlerine gitme, rahle-i tedrîsi önünde oturma, O’nu can kulağı ile dinleme, O’nun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak verme ve O’ndan gelen tecellilere gönlünü ma’kes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder. Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşerettir. Ama, Allah (cc), camiye gelişi hidâyete vesile kılar. Hidâyet eden Allah’tır; fakat, bu hidayete ermede Allah’ın kapısını, “kesb” ünvanıyla döven kuldur.”
_Yorum: Ancak yazara göre camiye gelme, nasihat dinleme fiilleri de ve kesb adı verdikleri de Allahın iradesiyle mevcut bulur.
_”İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “beni saptır” demiş olur. Allah da murad buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz’î birşey vardır ki, bu ne hidayeti ne de dalâleti asla meydana getiremez. Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah’tır (cc). Ama bir kimse dalâletin yoluna girdiyse, Allah (cc) da binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi-, sonra da insanı, dalâlete meyil ettirir. O arzusundan ötürü de ya cezalandırır veya afveder.”
_Yorum: ”İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “beni saptır” demiş olur. Allah da murad buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz.” diyor yazar. Bu ifadeden de “kul ne yaparsa yapsın sonuç itibarıyla iş Allahın iradesi doğrultusunda meydana gelir” görüşü anlatılıyor. O halde iki insan var; ikisi de sapmak için meylediyor diyelim, bu görüşe göre “Allah istediğini saptırıyor, yani onda sapma fiilini yaratıyor; istediğini ise, o şahıs dilediği kadar sapmaya meyletse de onu saptırmak istemezse saptırmıyor” görüşü savunuluyor. Bu görüşe göre nasıl imtihandan bahsedilebilir. Ancak yazar bu dünyanın imtihan olduğunu ifade ediyor.
_”Kimin, hangi istikametde, nasıl bir temâyülü olacak ve kim âdî bir şart ve sebebden ibaret olan irâdesini, hangi yönde kullanacaksa, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeblere göre meydana gelecek neticeleri takdîr ve tesbit etmek, insan irâdesini ne bağlamakta ne de zorlamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında bu takdirler yapıldığı için, irâdesi kabûl edilmekte ve ona değer verilmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine; “Sizler öksürüğünüzü tutduğunuz zaman, şahâne hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde de, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itab göreceksiniz” dese, onların irâdesini kabûl etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: “Sen şu istikâmette bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temâyülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum” diye ferman etse, onun irâdesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.”
_”Mevzumuzla alâkası ise atânın kaza ve kader ile alâkalı yönüdür. İnsan, şerri talep ederse, Cenab-ı Hak da onun için o şerri takdir buyurur. Zaten insan hakkında yapılan takdirler onun iradesi hesaba katılarak yapılmaktadır. Mesela: Benim elimi kaldırmam daha ben elimi kaldırmadan önce hakkımda takdir edilmişse; Cenab-ı Hak bunu benim irademi veya meylimi o istikamette sarfedeceğimi bildiğinden dolayı takdir etmiştir. Zira Cenab-ı Hakk’ın ilim sıfatı bütün eşyayı -olmuşu ve olmamışı-, kendi zâtı da dahil herşeyi içine almaktadır. Binaenaleyh O, benim yapacağım işleri de biliyor ve ona göre takdirde bulunuyor; “Falan kulum elini kaldırmaya meyledecek ben de onu yaratacağım” veya “Ben bunu böyle yazdım” diyor. İşte bu kaderdir. Yani, bunun böyle yazılması kaderdir. Vakti gelip de benim elimi kaldırmam ise kazadır. O da hakkımda yapılan takdirin yerine getirilmesi demektir.”


*** Allah’ın irade sıfatı vardır ve kadimdir. Biz ve yaptıklarımız ise hadistir. Demek ki, biz olmadan evvel, Allah’ın kadim sıfatı olarak irade sıfatı vardı. Dolayısıyla bu olup bitenleri Allah, ezeli olarak dilemiş demektir. Daha bizim özgürlüğümüz kalır mı?
*** Çevremizde cereyan eden hadiseler bir illet, sebep ve nedeni olduğu için değil, sadece ve sadece Allah öyle istediği için olur. Allah’ın dilemesi ise bir nedene bağlanamaz. Zira sebep, neden diye ileri sürülebilecek olaylar ezelde mevcut değildi. Halbuki Allah’ın irade sıfatı kadimdi. Kadim olan bir şeyi ise, sonradan olacak olanlar etkilemez, onu baskı altına alamaz. Zira sonradan olacak olanlar ezelde hiçti, yoktu; yokluk ise etkili değildir. Allah sebepsiz, illetsiz olarak birini peygamber, birini kafir yapar. Bunun hiçbir illeti yoktur. Mesela biri takva sahibi, diğeri çok günah işliyor, fasık. Soruyorum bu iki kişiden takva sahibi olan ne yaptı da bu durumu hak etti? Eğer denirse ki: “O, Allah’tan korktu, iyilik yaptı, namazını kıldı, kötü ortamlardan uzak durdu.” Derim ki; iyi ama bu saydıklarınız da Allah’ın dilemesiyle olmadı mı? Kulların fiillerini Allah yaratır. Sizin saydıklarınızı ona zorla yaptıran zaten Allah’dı. Dolayısıyla kişi bu şekilde bu mertebeyi hak edecek bir şey, öz itibariyle yapmadı. Zahiren konuşursak, evet ibadetlerinde sıkıydı, günahtan kaçardı denebilir. Ama benim demek istediğim öz itibariyle, bu takva sahibiyle diğer fasık kişi bir şey yaparak (Kendi hür seçimleriyle) bunu elde etmiş değildirler. Bunlar nedensiz, illetsiz olarak Allah ezeli olarak o sekilde istediği için böyle oluyor.
*** Razi: “Müşrikler dediler ki: “Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmaz, O‘nun hükmü olmaksızın hiçbir şeyi haram kılmazdık.” Onlardan evvelkiler de böyle yaptılar. Peygamberlerin üzerinde açık bir tebliğden başka bir vazife var mıdır? Andolsun ki biz her ümmete “Allah’a kulluk edin, putlardan kaçının” diye tebliğde bulunması için bir peygamber gönderdik. Sonra Allah, içlerinden kimini hidayete erdirmiş, kiminin üzerine de dalalet hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde gezinin de, yalanlayanların akibetinin nice olduğunu görün. (Habibim) sen onların hidayet bulmalarına çok ihtiras göstersen bile Allah dalalette bırakacağı kimselere hidayeti nasip etmez. Onların bir yardımcıları da olmaz.” (Nahl 35-37)
Kader İnancını İstismarları
Bil ki bu, nübüvveti inkar edenlerin ileri sürdüğü üçüncü şüphedir. Bunu şöyle izah ederiz: Kafirler peygamberliği tenkit etmek için “Cebr” (özgürlüğün olmaması) görüşüne tutunarak şöyle demişlerdir: “Allah Teala eğer iman etmemizi dileseydi, ey Muhammed, sen gelsen de gelmesende, biz iman ederdik. Ama eğer Allah kafir olmamızı murad etmiş ise, sen (peygamber olarak) gelsen de gelmesen de küfrümüz yine olacaktı. Durum böyle olunca her şey Allah’tandır. O halde senin peygamber olarak gönderilmende bir fayda ve hikmet yoktur. Dolayısıyla nübüvvet (peygamberlik) müessesesinin batıl (asılsız) olduğunu söylemek gerekir.”
Bil ki bu şüphe, Allah Teala’nın En’am suresinde “Müşrikler diyecekler ki: “Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız müşrik olmazdı. (Kendi kendimize) hiçbir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan evvelkiler de işte böyle tekzip ettiler.” (En’am 148) ayetinde naklettiği şeyin aynısıdır. Mutezile’nin bu ayetle yaptığı istidlal, tıpkı o ayetle yaptığı istidlal gibidir. O halde bu husustaki istidlal ve karşı istidlal bakımından söylenecek söz, o ayetin tefsirinde söylenmiş olanların aynısıdır. Bununla beraber bir nebze bahsetmemizde de bir sakınca yok. Diyoruz ki: Bu şüpheye karşı verilecek cevap şöyledir: O kafirler ”Her şey Allah’tan olduğuna göre, peygamber göndermek abes olur” şeklinde bir fikir ileri sürmüşlerdir. Buna karşı diyoruz ki: Bu söz Allah’a karşı bir itirazdır. Çünkü kafirler ”Peygamber göndermede, imanın gerçekleşmesi ve küfrün ortadan kaldırılması konusunda fazla bir tesiri olmayınca, Allah’ın peygamber göndermesi uygun değildir” demişlerdir. Dolayısıyla bu söz Allah’ın hüküm ve fiillerini mutlaka bir sebebe bağlama manasına gelir ki bu yanlıştır. Aksine Allah’ın kendi mülk ve melekutunda istediği hükmü verebilmesi ve istediğini yapabilmesi gerekir. Bundan dolayı, Allah’a karşı, “Bunu niçin yaptın veya şunu niçin yapmadın?” denilemez. Bunun bir inkar olduğunun delili şudur: Allah Teala bu ayetin sonunda bu hususu açıkça belirterek ”Andosun ki, biz her ümmete ”Allah’a kulluk edin, putlardan kaçının” diye tebliğde bulunması için bir peygamber gönderdik.“ buyurmuş ve böylece kulları hakkındaki sünnetinin (adetinin), onlara peygamber göndermek, Allah’a ibadet etmelerini emretmek ve tağuta ibadetten nehyetmek şeklinde olduğunu beyan buyurmuştur. Daha sonra Cenab-ı Hak “Sonra Allah içlerinden kimini hidayete erdirmiş, kiminin üzerine de dalalet hak olmuştur” buyurmuştur. Bu “Allah Teala, her ne kadar herkese imanı emretmiş ve herkesi küfürden nehyetmiş ise de, bir kısım insanları hidayete erdirmiş, bir kısmını da saptırmıştır. Binaenaleyh bu, Allah’ın kulları ile ilgili ezeli bir kanunudur” demektir. Bu da Allah’ın herkese imanı emredip, küfrü nehyetmesi, sonra da bazılarında imanı, bazılarında küfrü yaratmasıdır. Allah’ın sünneti bu manada bütün peygamberler, ümmetler ve milletler hakkında kadim olup, Allah Teala’nın da kendisinin itiraz edenlerin itirazından, ihtilaf edenlerin isteklerinden uzak ve beri bir ilah olmasına hükmetmesi güzel ve yerinde olunca, o kafirlerin böylesi bir soruyu ileri sürmeleri cehaletlerini, sapıklıklarını ve Allah’tan uzaklaşmalarını gerektirmiş olur. Böylece Allah Teala’nın onların rezillik ve lanete müstehak olmalarına hükmetmesinin; onların “Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık” şeklindeki sözlerinde yalancı olduklarından değil, aksine onların durumunun böyle olmasının, peygamberler gönderilmesine mani olacağına inanmalarından ötürü olduğu, bu inancın ise yanlış olduğu, işte bundan dolayı onların alabildiğine zemme ve lanete müstehak oldukları sabit olmuş oldu. Bu konuda güvenilecek doğru cevap budur. Ama bizden önceki kelamcı ve müfessirler bu hususta başka bir izah yaparak şöyle demişlerdir: “Müşrikler bu sözü istihza (alay) için söylemişlerdir. Bu tıpkı Hz. Şuayb’a kavminin “Çünkü sen, yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın” (Hud 87) demeleri gibidir. Eğer onlar bu sözü inanarak söylemiş olsalardı, mümin olurlardı. Allah en iyi bilendir. Bil ki Allah Teala bu şüpheyi nakledince “Onlardan evvelkiler de böyle yaptılar” buyurmuştur ki bu, “O kafirler hep bu şüpheye tutunmuşlardır”, demektir. Hak Teala daha sonra “Peygamberlerin üzerinde açık bir tebliğden başka bir vazife var mıdır?” buyurmuştur. Mutezile “Bu, Allah Teala hiç kimseyi imandan alıkoymaz ve hiç kimseyi küfre düşürmez. Peygamberlerin görevi ise sadece tebliğ etmektir. Binaenaleyh onlar mükellefiyetleri tebliğ edip, Allah Teala’nın da hiç kimseyi haktan men etmediği sabit olunca, bu şüphe düşer, demektir” demişlerdir. (Ehli Sünnet) alimlerimiz de bunun manasının şöyle olduğunu söylemiştir: “Allah Teala peygamberlerine tebliği emretmiştir. Tebliğ etme işi onlara farzdır. Ama imanın gerçekleşip, gerçekleşmemesi işinin peygamberle bir ilgisi yoktur. Fakat Allahu Teala ihsanı ve lütfu ile hidayete erdirir, dilediklerini de hızlanı ile (ilahi yardımı keserek) dalalete düşürür. Alimlerimiz hidayet ve dalaletin Allah’tan olduğunu anlatmak için Hak Teala’nın “Andolsun ki, biz her ümmete “Allah’a kulluk edin, putlardan (tağuttan) kaçının diye tebliğde bulunması için bir peygamber gönderdik” buyruğuna tutunarak şöyle demişlerdir: “Bu Allah Teala’nın her millet ve ümmet içinde imanı emreden ve küfürden nehyeden kimselerin olduğuna delalet eder.” Cenab-ı Hak daha sonra “Sonra Allah içlerinden kimini hidayete erdirmiş, kiminin üzerine de dalalet hak olmuştur” buyurur. Bu “Onların içinden Allah’ın imana, sıdka ve hakka ilettiği kimseler olduğu gibi, haktan saptırıp doğruyu görme hususunda kör kılığı, küfür ve dalalete düşürdüğü kimseler de var” demektir ki bu, Allah Teala’nın emrinin, her zaman iradesine muvafık olmadığına, bazen bir şeyi emrettiği halde o şeyi irade etmediğine; yine bir şeyi nehyettiği halde o şeyi irade ettiğine delalet eder ki bizim mezhebimiz de (görüşümüz) böyledir. Netice olarak diyebiliriz ki: Mutezile şöyle der: “Cenab-ı Hakk’ın emri ve iradesi devamlı birbirine uygun ve mutabıktır, ama O’nun ilmi ve iradesi bazen birbirine mutabık olmayabilir.” Halbuki bu ayetin lafzı açıkça bizim görüşümüze delalet etmektedir. Bu görüş şudur: İman emri herkese şamil, umumi bir ifadedir. Ama Allah’ın insanların iman etmesini irade etmesi, insanlardan ancak bazılarına tahsis edilmiş (nasip edilmiş)’tir. Ayetteki “Kiminin üzerine de dalalet hak olmuştur” ifadesi biz Ehli Sünnet’in görüşünün doğruluğuna delalet eder. Çünkü Allah Teala onlardan bazılarının üzerine dalaletin hak olduğunu haber verince, bu kimselerden dalaletin sadır olmaması imkansızdır. Aksi halde Allah Teala’nın doğru olan haberi, yalana dönüşmüş olur ki bu imkansızdır. İmkansızı gerektiren şey de imkansızdır. Binaenaleyh bu kimselerin dalalete düşmemeleri imkansızdır ve onlardan dalaletin sadır olması aklen vacip olmuş olur. Dolayısı ile bu, pek çok bakımdan biz (Ehli Sünnet’in) görüşünün doğruluğuna delalet eden bir ayettir. Allah en iyi bilendir. Bu ayetin benzeri olanlar Kur’an’da pek çoktur. Mesela “(Allah) bir kısmına hidayet verdi, bir kısmına da dalalet hak oldu” (Araf 30); “Üzerlerine Rabbinin kelimesi (hükmü) hak olmuş olanlar… iman etmezler” (Yunus 96) ve “Andolsun ki bunların çoğunun üzerine o söz hak olmuştur. Artık bunlar iman etmezler“ (Yasin 7) ayetleri gibi.
*** Razi: İsra 106: ”Biz onu Kur’an olarak insanlara dura dura okuyasın diye ayet ayet, sure sure ayırdık ve onu perdeypey indirdik.”
İsra 107-108: “De ki: ”Siz ona ister inanın, ister inanmayın. Şu bir gerçek ki bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o Kur’an okununca, derhal yüzüstü secdeye kapanırlar ve derlerdi ki: ”Rabbimizi tesbih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka yerine getirilir.”
“Ona ister inanın, ister inanmayın”
Allah mucizeler isteyen o kimselere tehdidvari olarak ve yaptıklarını beğenmeyerek şöyle demiştir: ”Ben beyyine ve delillerimi apaçık ortaya koydum ve her türlü mazeret kapısını kapattım. Binaenaleyh artık istediğinizi seçin!”
*** Razi: Kehf 28: ”Sabah akşam Rablerine O’nun cemalini dileyerek dua edenlerle beraber candan sabr-u sebat et. Dünya hayatının zinetini arzu ederek gözlerini onlardan ayırma. Kalbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, heva-ü hevesine uyan ve işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme.”
Kehf 29: ”De ki: O, Rabbinizden bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Gerçekten biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki duvarı çepeçevre kendilerini kuşatmıştır. Eğer onlar feryat eder, imdat dilerlerse kalın bir sıvıya benzeyen, yüzleri kavuran bir su ile imdat olunacaklardır. O, ne fena içecektir, (o ateş) ne kötü bir dayanaktır.”
Ayetin daha önceki kısımla münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır.
1- Allah Teala peygamberine, “Fakirleri kovarsan seni tasdik ederiz” diyen o zenginlere iltifat etmemesini emredince bundan sonra “De ki: O, Rabbinizden bir haktır” buyurmuştur ki, yani “o kimselere” Hak din Allah tarafından gelen dindir. Binaenaleyh onu kabul ederseniz, bunun faydası sizedir. Eğer bunu kabul etmezseniz, zararı da sizedir. Bunun fakirlik, zenginlik, güzellik, çirkinlik ,şöhret ya da tanınmama ile bir ilgisi yoktur de” demektir.
2- “Hak, Allah katından gelendir. O’nun katından bana gelen hak, kendimi o fakirlerle beraber tutmam, onlarla oturup kalkmam ve onları kovmamam; o reislere ve dünya ehline ise iltifat etmememdir.”
3- “Allah katından gelen Hak şudur: İsteyen iman etsin, isteyen de kafir olsun. Allah bana bir grup kafirin imana girmesi için, iman edip salih amel işleyen kimseleri kovma hususunda müsaade etmemiştir.
Mutezile şöyle der: “Allah Teala’nın, “Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin“ ifadesi iman, küfür, itaat-masiyet vb. şeylerdeki işin kula ve onun iradesine bırakıldığına dair sarih bir ifadedir. Binaenaleyh kim bunu kabul etmezse, Kur’an’ın açık nassına muhalefet etmiş olur.” Andolsun ki bazı kimseler bana bu ayeti sordular da ben de, bu ayetin bizim görüşümüzün doğruluğuna delalet eden delillerin en güçlüsü olduğunu söyledim. Bu böyledir, zira bu ayet iman ve küfrün tahakkuk etmesinin, imanı ve küfrü dilemenin tahakkuk etmesine bağlı olduğu hususunda sarih bir ifadedir. Akıl da açıkça bunu gösterir. Çünkü seçim yapabilen aklın, o şeye yönelmeksizin ve onu tercih etmeksizin tahakkuk etmesi imkansızdır. Bunu iyice kavradığında şimdi biz diyoruz ki: O kasıt ve ihtiyarın (seçmenin) gerçekleşmesi, eğer kendisinden önce bulunan bir kasıt ve ihtiyar ile olmuşsa, o zaman sonsuza kadar her kasıt ve ihtiyardan önce bir kasıt ve ihtiyarın bulunması gerekir. Halbuki, bu imkansızdır. Binaenaleyh, o kasıt ve tercihlerin, o zorunlu kasıt bulunduğu zaman, Cenab-ı Hakk’ın kulda zaruri olarak yarattığı kasıt ve tercihe varıp dayanması gerekir. Zaruri olan tercih ise, fiili gerektirir. O halde insan ister dilesin, isterse dilemesin eğer onun kalbinde, muarızı (karşı gelen) bulunmayan o kafi (yeter, yetecek) irade bulunmazsa, fiil meydana gelmez. Ama o kesin irade bulunursa kul ister dilesin, isterse dilemesin, fiil o iradeye varıp dayanır. Meşietin (dileme) bulunması, fiilin bulunmasına; fiilin bulunması da, meşietin bulunmasına dayanmaz. Binaenaleyh insan görünüşte muhtar ama aslında muzdar ve mecbur olan bir varlıktır.
Ebu Hamid el-Gazali bu hususu İhyau Ulumi’d-din adlı eserinin “Tevekkül” bölümünde ele alarak şöyle der: ”Eğer sen ”Ben kendimde bir şeyi yapmak istediğimde onu yapabilme; yapmamak istediğimde de onu yapmamaya dair zaruri bir şey buluyorum. Binaenaleyh yapıp yapmamak başkasında değil, benim elimdedir” dersen; ben buna şöyle cevap verebilirim: Farzedelim ki sen kendinde böyle bir şey hissediyorsun. Ama sen kendinde, bir fiili dilediğinde, o meşietin olduğunu; dilemediğinde de onun meydana gelmediğini hissedebiliyor musun? Tam aksine akıl, o kimse fiili istediğinde, o istekten önce bulunan bir meşiete göre bunu istediğine şehadet eder. O fiili istediğinde, o fiil, bu noktada hemencecik ve bir seçme olmaksızın meydana gelir. Binaenaleyh, kalpte istemenin bulunması, zorunlu bir şeydir. Fiilin o meşiete (istemeye) dayanması da zorunlu bir şeydir. Binaenaleyh bu her şeyin Allah’tan olduğuna delalet eder.”
Cenab-ı Hakk’ın “Artık dileyen iman etsin, dileyen kafir olsun” ifadesinde önemli birkaç fayda bulunmaktadır.
Birinci fayda: Ayet kasıt (irade) ve sebep (dai) olmaksızın herhangi bir failden, herhangi bir fiilin sadır olmasının imkansız olduğuna delalet eder.
İkinci fayda: Emir sığası kendisiyle istek ve talep manası kasdedilmeksizin Allah’ın kitabında çokça kullanılmıştır. Hem sonra Ali ibn Talib de, bu ayetteki bu sığanın bir tehdit ve bir vaid ifade ettiğini, muhayyerlik ifade etmediğini söylemiştir.
Üçüncü fayda: Ayet Allah Teala’nın müminlerin imanından yararlanmadığına; kafirlerin küfründen de zarar görmediğine, tam aksine imanın faydasının, küfrün de zararının insanlara raci olduğuna delalet eder. Nitekim Cenab-ı Hak “Eğer iyilik etmiş olursanız, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, (yine) kendinize kötülük etmiş olursunuz.” (İsra 7) buyurmuştur.
*** Kitap: Tehafüt Haşiyesi Yazar: Kemal Paşa-zade
--- Sayfa 48: Fiili başkasının fiiline bağlı olan failin fiili ise, kendi isteğine uygun olarak gerçekleşemez; tersine, başkasının bu fiili meydana getirmesine uygun olarak gerçekleşir.
Razi “Al Matalib al Aliya” da şöyle der: Alim kişilerden biri, bu konuda ince bir söz söylemiştir: Eğer biri ”Ben kendi kendime baktığım zaman, bir şeyi yapmak istediğim zaman yaptığımı, yapmak istemediğim zaman yapmadığımı görüyorum. O halde fiilde bulunmakta, bulunmamak da benden çıkmaktadır” derse demiş ve buna cevap vererek bu sözü söyleyene şöyle demiştir: “Sen fiili yapmak istediğinde yapıyorsun, yapmak istemediğinde yapmıyorsun; ama acaba kendi kendine baktığında, fiili yapmak istemeyi istediğinde, fiilin istenmesinin meydana geldiğini ve fiili yaptığını, fiili yapmak istememeyi istediğinde, onu yapmak istemeyişinin meydana geldiğini (ve fiili yapmadığını) görüyor musun? Şüphesiz hayır. Çünkü bu teselsül gerektirir. Tersine akıl bu fiilde bu (isteme) nedenlerinin, bir başka nedenden ötürü olmayan, kalbinde hasıl olan bir nedende sona ermesi gerektiğini söyler ve sen kalbinde bu neden hasıl olduğunda, bu fiilin faili olursun. Şu halde kalbinde bu neden, (kendi kendisine) hasıl olmaz ve bu fiil, bu kalbindeki kendi kendisine hasıl olan nedene bağlanamaz. O halde insan muhtar görünüşü altında, muzdar bir varlıktır.
--- Sayfa 78: Eğer “Biz, zorunlu olarak biliyoruz ki, bir şeyi istediğimiz zaman, istediğimizi istemeyiz. Bundan ötürü bir şeyi istediğimizde, bu isteğimizin taallukunun başka bir taalluktan ötürü olmadığı açıktır” dersen; derim ki: “İsteğimizde, başka bir isteğe ihtiyacımız olmaması, isteğimizin bizden ileri gelmemesinden, Tanrı’dan gelmesinden ötürüdür. Tanrı isteğine gelince, onun, O’ndan gelmesi lazımdır.
--- Sayfa 440: … Tanrı’nın istediği olur, istemediği olmaz. İstediği şeyi istemeseydi o olmazdı, istemediği şeyi isteseydi o olurdu.
*** Soru: Kadere hayrın (iyilik) ve şerrin (kötülük) Allah’tan geldiğine inanıyor musunuz? Evet derler.
Peki zina yapmak şer midir? Evet derler.
Peki zina yapmak Allah’tan mıdır? Genelde hayır derler.
Hani hayır ve şer Allah’tandı ya…
*** Ebu Hüreyre’den
Resulullah buyurdu ki: “Kuvvetli mümin, zayıf müminden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir. (Fakat imanda birleşmeleri dolayısıyla) her ikisinde de hayır vardır. Hırsını sana faydası olan şeylere yönelt. Allah’a güven, acizlik gösterme. Eğer sana bir şey isabet ederse “Şöyle yapsaydım, şöyle olurdu” deme; fakat bu Allah’ın takdiri, O dilediğini yapar” de. Zira şart edatı olan “Lev” harfi şeytanın ameline yol açar.” (Müslim)



Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Müslim b. Yesar el-Cuheni’den rivayet olunmuştur. Ömer b. El Hattab’a
“Rabbin Ademoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: ”Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği vakit, “Evet Rabbimizsin, şahidiz” dediler. Bunu Kıyamet günü, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz diye yapmıştık.” ayeti hakkında sorulmuş, o da şöyle demiştir: Resulullah’a bu ayet hakkında sorulmuştu da o zaman işittim. Resulullah şöyle buyurdu: “Allah Adem’i yarattı, sonra sağ eliyle onun belini sıvazladı ve ondan bir zürriyet çıkararak: “Bunları cennet için yarattım; bu sebeple cennet ehlinin amellerini işleyeceklerdir” buyurdu. Sonra Adem’in belini tekrar sıvazladı ve ondan bir zürriyet daha çıkardı: “Bunları da cehennem için yarattım ve cehennem ehlinin amelini işleyecekler” buyurdu. Bunun üzerine ayeti soran adam şöyle dedi: “Ya Resulullah! O zaman amelin faydası ne?” Resulullah şöyle buyurdu: “Allah bir kulu cennet için yarattığı zaman, onu cennet ehlinin amellerinde kullanır; öyle ki o kul cennet ehlinin amellerinden biri üzerinde ölür ve Allah da onu bu amelleriyle cennete sokar. Kulu cehennem için yarattığı zaman da onu cehennem ehlinin amellerinde kullanır; öyle ki o kul da cehennem ehlinin amellerinden biri üzerinde ölür; Allah da onu bu amelleriyle cehenneme sokar.” (Tirmizi)
*** Kitap: Hadisi Şerif Külliyatı Yazar: Prof. Dr. Talat Koçyiğit
Not: Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri Hz. Musa ile Hz. Adem’in konuşmalarını içeren bir hadis vardır. Hz. Musa yasak ağaçtan yemesi dolayısıyla Hz. Adem’i kınayınca, Hz. Adem kendisinin yaratılmadan önce Tevrat’ta isyan edeceği hususunun yazılı olduğunu söyleyerek cevap veriyor.
--- Sayfa 347: Hadisi şeriften anlaşıldığına göre Adem ile Musa arasındaki bu münakaşa Adem’in yasak ağaca yaklaşıp malum hatayı işledikten, sonra da bu hatadan tövbe etmesinden sonra cereyan etmiş ve bu sebeple Adem, takdiri ilahiyi yani Allah’ın kendisi hakkındaki takdirini ileri sürerek Musa’nın suçlamasını reddetmiştir. Ancak bu yeryüzünde Allah’ın emirlerine yüz çeviren bir kimsenin günah olan fiillerinden dolayı kötülenemeyeceği ve bu kimsenin kaderini ileri sürerek kendisini mazur gösterebileceği manasında değildir. Aksine her günahkar işlediği günahtan dolayı kötülenir; ta ki günahından tövbe etsin. Ve bir daha bu çeşit günahları işlemeye kalkışmasın. Adem her ne kadar Musa’ya verdiği cevapta kaderini ileri sürerek onu susturmuş ise de bu cevap cennette iken işlemiş olduğu bir hatadan dolayı kendisini Allah’a karşı tebriy
e etmek (temize çıkarma) veya suçtan arındırmak manasını ihtiva etmez. Eğer o malum hatayı işleyipte Rabbinin “Birbirinize düşman olduğunuz halde oradan (cennetten) inin. Artık ne zaman benden size hidayet gelir de, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz” (Taha 123) sözlerine muhatap olduğu zaman “Bu Allah’ın kaderi; kendisine karşı geleceğimizi ezelde takdir etmişti” deseydi, şüphesiz kadere dayanarak kendini sorumluluktan kurtarmaya çalışmış olurdu ki, böyle bir davranış herhangi bir peygambere yakışmazdı. Halbuki Adem malum hatayı işleyip, cennetten çıkarıldığı zaman böyle bir davranışta bulunmamış fakat işlediği hatadan dolayı Rabbına tövbe etmiş af ve mağfiret dilemiştir. “Bundan sonradır ki Adem, Rabbından bazı sözler alıp (O’na yalvarmıştı da) O‘da onun tövbesini kabul etmişti. Zaten tövbeleri kabul ederek bağışlayan yalnız O’dur.” (Bakara 37)
Bakara suresinin 30. ayetinde de açıklandığı gibi Allah Teala meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım“ dediğinde onlar “Orayı ifsad edecek ve kan dökecek kimseler mi yaratacaksın; biz sana hamdederek noksan sıfatlardan seni tenzih, kemal sıfatlarıyla tavsif edip duruyoruz” demişlerdir. Bundan da anlaşılmaktadır ki Adem cennette ebedi kalmak için değil, fakat Rabbi tarafından yeryüzünde halife yapılmak için yaratılmıştır. Bu husus göz önünde bulundurulursa Musa’nın “İşlediğin günahla insanları yeryüzüne indirdin” diyerek onu suçlamasında haklı olmaması gerekir. Eğer Adem, Musa’nın dediği gibi şeytana kanmayıp ta o ağaca yaklaşmasaydı, acaba ne olurdu? Her halde cennetten tardını (kovulmasını) gerektirecek bir günahın işlenmemiş olması dolayısıyla Adem eşiyle birlikte bulundukları yerde kalırlar ve yeryüzü halifeliği de gerçekleşmemiş olurdu. Halbuki Allah onu yeryüzünde halife yapmak için yaratmıştı ve O’nun iradesini engelleyecek hiçbir şey olamazdı. Takdiri ilahi şeytanın Adem’i kandırması, Adem’in cennetten kovulması ve böylece yeryüzü hilafetinin gerçekleşmesi şeklinde tecelli etti.
*** Rızık Allah’tan mıdır? “Evet” derse devam et. Bir adam arkadaşına uğradı, öyle ki o gittiği arkadaşı kendi kafasından uydurduğu bir yemek çeşidini gelene sundu, gelen de onu yedi. Demek ki o adamın yediği şey onun rızkıydı. Lakin o zaman şu sonuç çıkar. O adam arkadaşına uğramaya mecburdu. Zira oraya gitmese o değişik yemeği yiyemeyecekti. Halbuki o yemek onun rızkıydı, onu yemesi lazımdı. Kul Allah’ın takdir ettiği rızkı yemeye mecburdur. Peygamberimiz buyurdu ki: ”Kimse kimsenin rızkını yiyemez, kimse rızkını yemeden ölmez.” Demek ki o adam oraya gitmeye mecburdu. Hani özgürlük? (Şuara 79, Hud 6) Burada “Allah bildiği için” şeklindeki sözleri de onları kurtaramaz. Çünkü Allah Kur’an’da rızık verenin kendisi olduğunu ve istediğine az, istediğine çok verdiğini beyan ediyor. O bakımdan “Allah bildiği için” şeklinde konuşurlarsa ne oldu? Rızık hususunda bildiği, zaten kendi yapacak olduğu şey olduğundan; “Bilmesi tesir etmez, kul özgürdür” denemez.
*** Rızık Allah’tansa o halde; Hz. Adem’in yasak ağaçtan yediği de onun rızkı mıydı? Evet rızkıydı. Ve Allah’ın takdir ettiği rızkı, mahlukat yemek zorundadır. Aksi halde Allah’ın takdirinin bozulması ve bildiğinin tersi çıkmasıyla, ilminin cehle dönmesi lazım gelirdi ki bu muhaldir. Demek ki Hz. Adem yasak ağaçtan yemeye mecburdu. Allah ona zorla yedirdi.
Bu noktada bana şu soruluyor: “Ona şeytan vesvese vermedi mi?” Evet verdi ama, şeytana vesveseyi zoraki verdirten de Allah’tı; Hz. Adem’de o vesveseye kanma düşüncesini yaratan da Allah’tı. Dolayısıyla Hz. Adem’e, Allah zorla yasak ağaçtan yedirmiş oldu.
*** Hz. Adem yasak ağaçtan yemeseydi ne olacaktı? Yani bütün bu mevcudat, insanlar, bu olaylar Hz. Adem’in hür, özgür seçimine mi bağlandı?
*** “Hakikati görmek isteyenler için her zaman yeterince aydınlık; hakikatı görmek istemeyenler için her zaman yeterince karanlık vardır.” (B. Pascal)
*** Allah dilemediği, istemediği bir şeyi emreder mi? “Hayır” derse, de ki: Emreder! Şöyle ki: Allah namaz kılmayı emrediyor, lakin namaz kılmayan çok insan var. Biz şunu biliyoruz ki: ”Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz.” İnsanların ekserisinin namaz kılmaması da görülen bir şeydir. Görüldüğü gibi Allah bir çok kimsenin namaz kılmasını istemediği halde namaz kılmayı emrediyor. Yani istemediği şeyi de Allah emreder. Buradan bakınca İblis’e, Hz. Adem’e secde etmesini emretti. Lakin onun secde etmesini istemedi. Her şey Allah’ın dilemesiyle değil mi? Madem öyle İblis secde etmedi, bu da bir “şey” dir. O halde İblis’i secde ettirmeyen de Allah’tı.
*** Kitap: Ebu Hanife Yazar: Muhammed Ebu Zehra
--- Sayfa 172: Bağdat tarihinde Ebu Yusuf’tan naklonuluyor:
Ebu Hanife’yi şöyle derken işittim: Bir kaderci ile konuştunmu, sana söyleyeceği iki şeydir: Ya küfür etmek, ya sükut etmek. Ona bu şeylerin böyle olacağını Allah eskiden biliyor muydu? diye sorulsa: Buna karşı hayır derse kafir olur. Evet derse ona sorulur: Bildiği gibi olmasını mı diledi, yoksa bildiğinin hilafına olmasını mı diledi? Cevabında: Bildiği gibi olmasını diledi derse müminden imanı, kafirden küfrü dilediğini ikrar etmiş olup, yok ilminin hilafına olmasını diledi derse; Allah hem diliyor, hem de meramına nail olamıyor demek. (Olacağını) bildiğinin aksine dileyen ve (olacak olan) bildiği olmayan bir Tanrı tanımak ise küfürdür.
*** ”Meydana getirilmiş olan bir şey, itici bir sebep icabı meydana gelmiştir.” (Aristo)
*** Resulullah buyurdu ki: “Allah’ın dilediği oldu, dilemediği olmadı.” (Ebu Davud)
*** Kitap: Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma Yazar: Hüseyin Atay
--- Sayfa 75: Farabi mantık, daha doğrusu bilgi teorisi bakımından zorunlu varlığın değişen olurlu şeyleri bilmesini ele alıyor. Burada iki zorunlulukla karşılaşıyor. Biri Tanrı’nın değişen şeyleri, değişmeden önce, değişeceği gibi bilmesi gerektiğine inanmasıdır. Eğer bilmeyecek olursa Tanrı’nın ilmine güven kalmayacaktır. Bunun Tanrı hakkında kabule şayan bir söz olmadığını söyler. Diğeri, Tanrı’nın bilgisinin gerçekleşmesinden zorunluluk olduğunu kabul etmesidir. Tanrı gelecekte bir şeyin olmasını biliyorsa, o şey bildiği gibi olmak zorundadır, başka bir şekilde olması düşünülemez. Burada iki sonuç çıkar:
Kainat olurlu değil, zorunlu, gerekli bir varlıkla determinizm sistemi olduğu.
İnsanın hür irade sahibi ve istediğini yapan değil, bilmeden yapma zorunda olan bir varlık durumuna düştüğüdür.
--- Sayfa 83-84: Farabi insanın seçme (ihtiyar) niteliğinin ezeli bir iradeden meydana geldiğini ileri sürer, çünkü bu nitelik bir şeyde olduğundan beri varsa, başkasından kendisine verilmiştir. Eğer sonradan hasıl olmuşsa, kendisi tarafından yapılamaz, zira o iradeyi yapmayı isteyecek başka bir irade ve isteğe ihtiyaç olacağından sonsuza gidecektir, bu imkansızdır; başkasından meydana gelmişse onun, ezeli bir iradeye dayanması gerekir, yoksa o da sonsuza gideceğinden var olamaz. İnsanın işine bir istek ve kast aramaktan maksat onun işinin düzenli ve doğru olduğunu göstermek olduğuna göre, Farabi; bu niteliği failden (Tanrı) nefyeden kimsenin, gelişigüzel, rastgele varlıkları meydana getirdiğini iddia etmiş olur ki, bu en çirkin sözlerden biridir der.
--- Sayfa 204: Yaratan ilk, zorunlu varlık, tüm yetkin ve yetkin niteliklere sahip bir varlıktır. İrade niteliğini insanoğlundan almayı düşünmeyen - çünkü irade üstünlük, büyüklük ve olgunluk bildirir - insanı yaratandan o niteliği kaldırmayı düşünemez. İnsan kendinin yoksun olmasına razı olmadığı bir niteliği yaratanına nasıl çok görebilir.
--- Sayfa 229: Tanrı her bakımdan üstün, yetkin, bilgin ve kudret sahibidir. Nitelikleri kendisi ile beraber ezelidir. Madem ki nitelikleri ezelidir, onlardan biri olan yaratma işi de ezeli olmalıdır. Yoksa Tanrı’ya sonradan bir şeyin arız olması gerekir ki, bu Tanrı için imkansızdır. Bundan dolayı yaratması da ezelidir. Yaratması ezeli olunca, kainat da ezeli olmuş olur.
--- Yorum: Farabi ve İbn Sina Allah’ın yaratmasının ezeli olduğunu ileri sürmelerindeki delillerinden biri de budur. Bilindiği gibi Maturidiler Tekvin’i (Yaratma) ayrı bir sıfat olarak kabul edip, ezelidir derler. Görüldüğü gibi Tekvin ezeli kabul edilince yukarıdaki gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Oysa Eş’arilik, Tekvin’e hakiki bir sıfat demeyip, “Kudret sıfatının hadis olan ikinci taallukudur” demiştir. Yani bir insan yürüdüğünde, bu fiil o anda yaratılır. Bu yaratma o anda gerçekleşir. Ve o an, ezeli değildir. Demek ki Tekvin denilen şey hadistir. Kudret sıfatıyla ilgilidir.
*** Kitap: İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler Yazar: Yusuf Ziya Yörükan
--- Sayfa 170: Üç kardeş
Eş’ari gençliğinden beri hocası Cubbai ile tartışır ve onunla münazara ederdi. Son zamanlarda aralarında şöyle bir muhavere cereyan etmiştir: Eş’ari: “Üç kardeş farzedelim ki, bunların birisi abid bir mümin, diğeri fasık bir kafir, üçüncüsü ise çocukluğunda vefat etmiş. Bunlar hakkında ne dersin?” … Mutezile’nin esaslarından biri, “Kulları hakkında hayırlı ve maslahat olanı yapmak Allah’a vacip” olan bir şeydir. Bu sual doğrudan bu esasa teveccüh ediyordu. Fakat hakikatte efal-i ibad ve efal-i ilahiye, hayır ve şer ve mukadderat meselelerini kökünden hırpalayacak mahiyette bir sual idi. Bundan dolayı “üç kardeş” meselesi namıyla bu vaka din tarihinde yer tutmuştur. Cubbai şu cevabı vermiştir:
_ “Zahid cennetin derecelerinde, kafir cehennemin derekelerinde, çocuk selamettedir, ona sevap ve ikap yok.”
_ “Peki amma diğer çocuk, zahidin derecelerini isterse…”
_ “Allah ona cevap verir: “Kardeşin oraya taatı sebebiyle vasıl oldu. Senin ise taatın yoktur.”
_ “Ya çocuk: “Ya Rab kusur bende değildir. Eğer beni yaşatmış ve taata kudret vermiş olsaydın, ben de taat işlerdim.”
_ “O zaman Allah der ki: “Ben senin ne olacağını bilirdim. Eğer sen büyüyecek bir yaşa gelmiş olsaydın, asi olacak ve cehenneme gidecektin; sana aslah olan küçük iken ölmüş olmaklığındır.”
_ “Bu sefer asi olan, bulunduğu derekelerden haykırarak: “Ya Rabbi onun halini bildiğin ve onun maslahatına riayetle onu hıfz ettiğin gibi benim halimi de bilir, beni de siyanet edebilirdin” derse Allah ne der?”
_ “Vesveseye tutuldun.”
_ “Asla, fakat üstadın eşeği köprü üzerinde durdu.”
--- Sayfa 257: Ebu Mansur Maturidi’nin Akaid Risalesi
Bu akaid risalesi, Peygamberin ve arkadaşlarının yolunu güdenlerin (Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaatin) başkanı, İslam dininin hükümlerini açıklayan, müslümanların öğütçüsü, bilgin önder, Şeyh Ebu Mansur-i Maturidi’ye mensuptur. Allah onu rahmet deryasına daldırsın ve büyüğümüz Muhammed hazretlerine, arkadaşlarına ve ona uyan bütün müslümanlara esenlikler versin!
--- Yorum: Yazar Maturidi’yi övüyor. Kendisi de Maturidi’dir.
--- Sayfa 228-229: Allah’ın yed‘i, vech’i ve nefsi vardır. Nitekim Kur’an’da Cenab-ı Allah böyle zikretmiştir. Allah’ın Kur’an’da zikrettiği vech, yed, nefs tabirlerinin her biri, Allah’ın keyfiyetsiz sıfatlarıdır. Allah’ın eli, Allahın kudreti veya nimeti manasınadır denilemez. Zira bu söz sıfatları iptal etmek olur. Bu ise Ehl-i Kader’in ve İtizalin sözüdür. (29)
--- (29): Kaderiyye mezhebi, kaderi kabul edenler demek değildir; bu kaderi kabul etmeyen ve insanın hürriyete sahip olduğunu kabul eden mezheptir. Bunlar Mutezile’den evvel meydana çıkmışlardır. Mutezile kamilen Kaderiyye’den olduğu gibi, Şia-i İmamiyye mezhebi de, hatta denebilir ki, Maturidiler de Kaderiyye’dendirler. Daha sonraları Kaderiyye ve Mutezile aynı manada kullanılmışlardır.
--- Yorum: 228-229. sayfalardaki ifadeler Ebu Hanife’ye nispet olunan “Fıkhı Ekber” adlı kitaptır. (29) nolu dipnotta ise yazarın yorumları vardır. Burada yazar açık açık Maturidiyye’nin Kaderiyye’den olduğunu itiraf ediyor.
“Allah’ın eli, yüzü vardır” demek küfürdür. Zira bu Allah’a cisim demek olur. Bu ve benzeri ifadeleri uygun bir şekilde te’vil etmek gerekir.
--- Sayfa 268: İnsan gücü (güç yeterliliği) insanın iş görme gücü (istitaası) işten önce kendinde mevcut olmayıp, yaptığı işin her cüzü meydana gelirken onunla birlikte vücuda gelir. Kaderciler: “İnsanın gücü fiilden evvel vardır; kişi onu istediği gibi kullanır” diyorlar. Biz ise bu: “Allah’tan müstağni olmak, Allah’a lüzum yok demektir ki, sonu küfre varır” deriz.
--- Yorum: Bu yazı Maturidi’nin Akaid Risalesi’dir. Görüldüğü gibi Maturidi: “İnsan gücü, fiil ile beraberdir” diyor. O zaman güç yokken kul mükellef tutulmuş olmakla “Teklif-i mala yutak” (Takati üzerinde yük yüklemek) olması icap eder. Buradaki “kaderci” den kasıt Kaderiyye mezhebidir.
Örnek: Namaz vakti girdiğinde namazı kılmak farz olur. Lakin fiil yokken; namaz kılma hareketleri yokken, kulun gücü de yoktur. Yani kulun gücü yokken, teklif vardır. Ne var ki Maturidiler “Teklif-i mala yutak caiz değildir” derler.
--- Sayfa 269: istitaanın Şumulü
Eş’ariler’e göre kötü iş işlemeye yeterli olan insan gücü, iyi işleri işlemeye yeterli değildir. Bu fikir açıkça cebirdir. Zira eğer insan gücü iyilikleri işlemeye yetkili değil ve insanların yaptığı iyilikler Allah’ın eseri ise, kişi fiilinde mecbur olmuş olur. Eş’ariler kabul ettikleri bu fikirden hareket ederek, gücümüz yetmeyen bir şeyin Allah tarafından bize teklif edilmesini caiz görmüşlerdir. Biz onların bu sözünü de Kur’an-ı Kerim’deki “Allah kişiye gücü yettiği kadar teklif eder” (Bakara 286) ayetiyle reddederiz.
--- Yorum: Yine Ebu Mansur Maturidi’nin, Akaid Risalesidir. Kendisi Eş’ariliğin cebirci olduğunu söylemektedir.
--- Sayfa 285-286: Yaratılış (fıtrat)
İnsanlarla cinler, hepsi fıtratlarına göre yaratılmışlardır. Fıtrat, Mutezile ve Eş’ari’ye göre İslam demektir. Bundan ötürü “Kafir, kendi fiiliyle kafir olur” derler. Ehli Sünnet ise fıtrat, hilkat demektir. Çünkü, Cenab-ı Allah Ku’ran’ı Kerim’de ”Allah’ın fıtratı” (Rum 30) buyurmuştur. Bu ise Allah’ın hilkati demektir.
--- (33): Mesele şudur: Mutezile ve Eş’ariliğe göre çocuk aklını kullanmasa da yaratılışında müslümandır. Ehli Sünnet’e göre yaratılışta her şeye müsaittir. Tesir altında kalmayıp, aklını kullanacak olursa Allah’ını bulur ve müslüman olur. Dikkat edilmelidir ki, burada Ehli Sünnet, Eş’ariler’e mukabil alınmıştır. Bu karşılaşma henüz Eş’ari mezhebinin tebellür (billurlaşma) etmediği zamana aittir ki, bundan risalenin çok eski olduğunu anlayabiliriz.
--- Yorum: 285. sayfadaki yazı Maturidi’nin Akaid Risalesi’dir. (33) numaradaki dipnot ise yazara aittir. Görüldüğü gibi Maturidi, Eş’ari’yi Ehli Sünnet’ten saymıyor.
*** Kitap: Hür irade ve Kader Yazar: W. Montgomey Watt
--- Sayfa 192: İnsan sorumluluğunun bu ispatı teorik olduğu kadar pratiktir de, çünkü “el-Maturidi”, “el-Eş’ari’nin determinizminin hayat için fatalistik bir tutum ve ahlak için bir lakaydilik tevlid etmedeki muhtemel tehlikesine kesinlikle muttalidir. O, insanın hakiki değil de mecazi olarak fiil işlediğini söyleyen Mücbireye (cebirci) şöylece cevap verir:
“Sizin itikadınız insanları ümit ve korkudan uzaklaşmaya sevkeder; böyle olunca onlar ne fiillerindeki şerden dolayı korkacaklar ve ne de fiillerinde bulunan hayırdan dolayı ümitleneceklerdir. Bu ise küfürdür, çünkü ümidin yitirilmesi yeistir. Allah buyurmuştur ki: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” başka bir ayette ise: “Allah’ın merhametinden kafir kavimden başkası ümit kesmez” buyurmuştur. Aynı şekilde korkunun yitirilmesi de Allah’a karşı olan ubudiyet ruhunun imhası ve O’nun yüceliğine ihtimam gösterilmemesinin kaynağıdır.” (61)
“el-Maturidi” az sonra, fert için kaçınılmaz ve tayin edilmiş tarzda herhangi bir kaderin olmadığını teyid etmeye devam eder. Elimizde bulunan metinde olduğu gibi her nasılsa düşmüş olan bazı beyan ve rivayetin şerhinde el-Maturidi der ki, bunu manası “Levh-i Mahfuz’da yazılmış olan şekavet, saadet ehlinin amelleri sebebiyle (muhtemelen salih ameller işlemek suretiyle) saadete döndürülür ve orada yazılmış bulunan saadet, şekavet ehlinin amelleri sebebiyle şekavete döndürülür.” (62)
---Yorum: 61 ve 62 numaralı notlar Maturidi’nin “Şerhül-Fıkhi’l-Ekber” adlı kitabından yapılan alıntılardır. Görüldüğü üzere Maturidi, cebirci insanları küfür ile itham etmektedir. Defalarca zikrettiğimiz üzere Eş’arilikte cebircidir. Bir önceki örnekteki Yusuf Ziya Yörükan’ın kitabında, 269. sayfada ise; Ebu Mansur Maturidi’nin kendisinin, Eş’ari mezhebinin cebirci olduğunu söylediği aktarılıyor.
--- Sayfa 198: İBANE ŞERHİ S. 66
Sayfa 66’dan itibaren başlayan 1-4 paragraflar yaklaşık olarak şu şekilde devam eder:
“Onlara denebilecek olan başka bir mesele şudur: Allah, “Eğer biz dileseydik her nefse hidayetini verirdik fakat “cehennemi tamamen cinlerle ve insanlarla dolduracağım” diye benden söz hak olmuştur.” (Secde 13) Şu halde bu söz hak olunca, O’nun her nefse hidayet vermeyi dilememiş olduğu ortaya çıkmış olur. (Çünkü O’nun her nefse hidayetini vermeyişi, kafirlerin cezalandırılması hakkındaki sözün hak oluşuna dayandırılır) ve Allah onların hidayetini dilemeyeceğinden dolayı onların dalalete düşmelerini, mutlaka murad etmiştir.
Bu ayetin manası, “Biz dileseydik, onlara hidayeti zorla verirdik ve bunu kabul etmeleri için de onları icbar ederdik” şeklindedir, derlerse verilecek cevap şudur: Öyleyse onlara hidayeti zorla verseydi ve bu hidayeti kabul etmeleri için de onları icbar etseydi gerçekten hidayete ermiş olurlar mıydı? Eğer “Evet” diye cevap verirlerse, şöyle cevap verilir: O takdirde Allah onların hidayetlerinin yaratıcısı olunca onlar, gerçekten hidayete erdirilmiş demektir. Eğer O, kafirlerin küfrünün haliki idiyse kafir olmak durumunda kalmış olmalarını niçin inkar edersiniz?
Bu onların delilini çürütür, çünkü onlar; kafirin, kendi küfrünün yegane yaratıcısı olduğunu kabul etmişlerdir.
*** Ebu Davud et-Tayalisi, Abdülmü’min b. Abdullah’tan rivayet etmiştir: Hasan’ın yanındaydık. Ona Yezid b. Ebi Meryem es-Seluli de geldi, ve bastonuna dayanarak: Ey Eba Sa’id, bana “Ne yerde, ne de nefislerinizde bir musibet başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce, bir kitapta yazılmış olmasın” ayetinden haber ver deyince; Hasan da: “Evet Vallahi Allah Teala mutlaka semada hükmeder. Sonra şu günde, şu saatte hususi ve umumi konularda da aynı şekilde olmak üzere vakit tayin eder. Hatta asasını alacak olan kişi bile onu ancak kaza ve kaderle alır.” O zaman İbn Ebi Meryem: Ya Eba Sa’id, vallahi şu anda elimde olmadığı halde onu aldım; sonra da onu bir daha bırakmıyorum, deyince; Hasan: “Ya da anlamıyorsun” dedi.
*** Abdullah b. Abbas’tan rivayet edilmiştir:
Bir gün Resulullah’ın arkasında idim. Bana şöyle dedi: ”Ey oğulcağızım! Sana bazı kelimeler öğreteyim: Allah’ı koru ki, seni korusun. Allah’ı koru ki O’nu karşında bulursun. Bir şey istediğin zaman Allah’tan iste, yardım istediğin zaman Allah’tan yardım iste. Bil ki sana yardım etmek için bütün ümmet bir araya toplansa, Allah sana o yardımı yazmamışsa, sana yardım edemezler. Kalemler kaldırıldı, sahifeler kurudu. (Tirmizi)
*** Ebu Hureyre’nin Resullullah’a şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ya Resulullah, ben genç bir adamım, nefsimin zorlanmasından korkuyorum. Evlenecek bir kadın da bulamıyorum” dediğimde, Resulullah bana cevap vermedi. Bir daha söyledim, yine cevap vermedi. Bir daha söyledim, yine cevap vermedi. Bir daha söyledim, o zaman: “Ya Eba Hureyre, karşılaşacağın şeyle ilgili kalem kurudu. Ona göre artık ister (erkeklik uzvunu) kır at; istersen bırak” dedi.” Bu hadisi Buhari Sahihinde rivayet etmiştir. İbn Vehb‘in, Kitap el-Kader’de rivayet ettiğine göre, Ebu Hureyre şöyle dedi: “Öyleyse bana kırıp atmam (hadım olmam) için izin ver” dediğimde, Resulullah bana cevap vermedi. Aynı şeyi üç sefer tekrar ettim. Sonunda: ”Karşılaşacağın şeyle ilgili kalem kurudu” dedi.”
*** Abdurrahman b. Katade’den; Resulullah buyurdu ki:”Şüphesiz Cenab-ı Allah; Adem’i yarattı, sonra onun sülbünden bütün insanları yarattı. Ve dedi ki: “Şunlar kendi amellerine göre cennette, şunlar kendi amellerine göre cehennemdedir.” Biri bu nasıl oluyor dediğinde; ”Kadere uygun olarak” cevabını verdi. (Ahmed bin hanbel)
*** Ebu’d-Deylemi’nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Ubey b. Ka’b’a geldim. İçimde kader hakkında bir tereddüt var. Bana bir şeyler söyle; belki Allah onu benden ve kalbimden giderir, dedim. O da bana: ”Allah semalarda ve yeryüzünde bulunanlara azap etseydi, yine onlara zalim olarak azap etmiş olmazdı. Şayet onlara merhamet etmiş olsaydı, onun rahmeti kulların fiillerinden dolayı, onlar için bir hayır olurdu. Sadaka olarak Uhud dağı kadar altın dağıtsan, kadere iman etmedikten sonra Allah onu senden kabul etmez. Biliyorsun ki sana isabeti yazılmış olan kötülük senden şaşmaz. İsabet etmemesi yazılmış olan da sana isabet etmez. Bunun dışında bir şeye inanarak ölürsen, cehennemlik olursun.” (Hakim)
*** Resulullah buyurdu ki: ”Allah bir sanatkarı ve onun sanatını yaratandır” (Buhari)
*** Kitap: İnsan ve Kader Yazar: Mustafa Sabri
--- Yorum: Bu kitapta cebr görüşü savunuluyor ve Maturidi mezhebinin içyüzü ortaya seriliyor. Maturidiyye’nin kaderi inkar ettiği, delilleriyle gösteriliyor.
--- Sayfa 59: Kaldı ki okuyucu, Maturidiyye mezhebinin ifsat bakımından Mutezile’den hiç de aşağı kalmadığını anlayacaktır.
--- Sayfa 64: Bu kitabı okuduğun zaman, en sıhhatli kader inancının Eş’ariyye mezhebi içerisinde olduğunu anlayacaksın.
--- Sayfa 98: Maturidiyye’nin sorumluluğu yükleyebilmek maksadıyla insana cüz’i iradesinde istiklal vermesi ve bununla beraber cüz’i iradeyi varlığı olmayan, itibari (varsayılan) bir şey sayması çok tuhaftır. Varlığı olmayanın teklife mahal olması doğru mudur? Ve bu aynı zamanda sorumluluğun mahalli yoktur demek olmaz mı?
--- Sayfa 193: Kulun fiillerinde hür olduğunu savunmakla meşhur olan Mutezile bile, kulların muvaccıh diye isimlendirdiğimiz sebebe muhtaç olduklarını kabul etmektedir. Onların mezheplerinde de hürriyetin yeri yoktur. Maturidiyye mezhebi ise, cüz’i iradeyi varlıkla yokluk arasında bir yere indirerek onun mahluk olmadığını iddia etmekte; sonra da bu iradenin sebebe ihtiyacı olmadığını söylemektedir. Bu bakımdan Maturidiyye’nin cebre muhalefette, kulların fiillerinde hüküm sahibi olduklarını ve diledikleri gibi hareket ettiklerini kabul etmekte Mutezile’den daha şiddetli ve daha uzak bir çizgide olduğunu söylerken mübalağa etmiyoruz. Çünkü Mutezile’ye göre insan, fiillerinin ve iradesinin mucidi olsa bile, fiilleri iradesine, iradesi de insan tarafından değil, Allah tarafından yaratılan sebebe tabi olduğu için bu mezhebe işin başında cebr girer de Maturidiyye’ye girmez. Çünkü onlar insanın cüz’i iradeye sahip olduğunu, mevcut olmadığı için onun mahluk olmadığını söylüyorlar.
--- Sayfa 196: Bir başka yerde (Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin), (İçinizden ileri gitmek ve geri kalmak isteyen kimseleri …), (Dileyen ondan öğüt alır), (Artık dileyen Rabbına bir yol tutar) şeklindeki kulun fiilinin, meşiesine (dilemesine) bağlı olduğuna delalet eden beş ayetin, Mutezile’nin dediklerinden olduğunu söyleyen Taftazani’ye şöyle cevap veririz: Kulun fiilinin meşiesine bağlı olduğunu biz de kabul ediyoruz; ancak kulun meşiesi de, Allah’ın meşiesine bağlıdır. Zira “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” buyurulmaktadır.
--- Sayfa 200: Onun için Allah’ın dilediği her fiil meydana gelmesi muhtemel olmayacak şekilde kesinlikle vaki olur. Allah’ın dilemediği fiil de meydana gelmesine hiçbir ihtimal olmayacak bir şekilde kesin olarak vaki olmaz. Maturidiyye mezhebine göre Allah’ın kulların fiillerini yaratması ve yaratması manasında onları dilemesi, bu esasın korunmasına kafi değildir. Çünkü Allah’ın yaratması, onların cüz’i iradelerine tabidir. Allah’ın yaratma manasındaki iradesi de, aynı şekildedir. Daha doğru bir ifadeyle onlara göre; kulların ihtiyari fiillerinden dilemiş oldukları her şey kesinlikle meydana gelir, dilemedikleri de meydana gelmez.
--- Sayfa 218: Maturidiyye mezhebinde, Mutezile mezhebinin, Maturidiyyeden daha ehven olmasını gerektiren bir başka mahzur daha vardır. O da, bu mezhep sahiplerinin cüz’i iradenin insana ait fiilen dış dünyada gerçekleşen ve hadis olan tek irade olmakla birlikte, onun yaratıcının yaratmasına ihtiyaç duymaksızın, insandan sudur ettiğini kabul etmeleridir. Daha önce de vurguladığımız gibi o, kul fiilini Allah tarafından yaratılmış olan kudret ve iradesiyle yaratır diyen Mutezile’den daha şiddetli bir mezheptir. Zira Mutezile fiilin icadını insana nispet etse de, insanda bulunan ve fiilin meydana geldiği kudret ve iradenin icadını Allah’a isnat etmişlerdir. Fiilin bu şekilde icadı, fiilin icad edilmesinde özne durumunda iki kuvvetten sadece birinin yani iradenin icad etmesinden daha ehvendir. Evet, Maturidiyye mezhebi hidayet ve dalaletin Allah’tan olduğunu kabul etmesi bakımından Mutezile mezhebine tercih ediliyor. Fakat yukarıda açıkladığımız görüşlerindeki mahzurlarla bağdaşmadığı için bunu itiraf etmelerinin hiçbir manası kalmıyor.
--- Sayfa 241: Maturidiyye’nin dediği gibi kulların ihtiyari fiillerinde onların cüz’i iradesinin tabi olunan, ilahi iradenin de o cüz’i iradeye tabi olduğu düşünülseydi, o fiillerde ”İnsanın dilediği oldu, dilemediği olmadı” ifadesini düstur olarak kabul etmek gerekirdi. Dolayısıyla Peygamberin “Allah’ın dilediği oldu, dilemediği olmadı” şeklindeki umumi düsturu bozulurdu.
--- Sayfa 342: İrade ve ihtiyarın tabiatında hürriyetin varlığını kabul edenlerden Mutezile bu irade ve ihtiyarı; Maturidiyye de irade ve ihtiyardaki tasarrufu Allah’ın umumi hakimiyetinin dışına çıkarmaya çalışmışlardır. Tevhid nizamını Allah’ın izniyle bozma manasında olmasına rağmen ve “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” ayetinin tamamen muhalif olmasına rağmen, her iki grup taraftarları da bu hurucu Allah’ın iznine dayandırarak teselli bulsalar bile, tevhid nizamını bozma açısından o iki şık arasında hiçbir fark yoktur.
*** Razi: Nahl 93. ayetin izahında (Hatırlama işi) başlığı altında şu açıklamalar var:
“Gerek Ehli Sünnet’in, gerekse Mutezile’nin kelamcıları eşyayı hatırlamanın kulun fiili değil, Allah’ın fiili olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun delili şudur: Hatırlama, hatırlananı istemek demektir. Binaenaleyh talep etme esnasında kulun o şey hakkında şuuru vardır veya yoktur. Eğer onun, onun hakkında bir şuur ve bilinci varsa, bu hatırlama zaten mevcuttur. Mevcut olan bir şeyin ise, yeniden elde edilmesi talep olunmaz. Eğer onun, onun hakkında şuur ve bilinci yok ise, o daha o hatırlanacak şeyin aynısını nasıl talep edebilir? Çünkü onun bizzat aynının tasavvur edilmediği bir zamanda onun aynısını elde etmeye yönelmek imkansızdır.”
Örnek: Bir işyerinde müdür birini şef yapmaya karar veriyor. Bu iş olacakken birden, o kişinin kendisine yaptığı saygısızca bir hareketini hatırlıyor ve o kişiyi şef yapmaktan vazgeçiyor. Görüldüğü gibi hatırlama işi Allah’ın yaratmasıyla olduğu için bahsedilen kişi şef olamıyor. Ve bu iş Allah’ın, o hatırlama olayını yaratmasına bağlı olunca, o kişinin şef olup olmamasını Allah’ın takdir ettiğini ve özgürlüğün olmadığını anlamış olduk.
*** Mutezile’nin (Vücub alallah) prensibi vardır. Buna Allah’ın vaad ve vaid’ini yerine getirme esası denir. Evvelce örnek verdiğimiz (İslam akaid sisteminde gelişmeler) adlı kitabın 128. sayfasında Mutezile’nin bu görüşü anlatılırken şöyle deniyor: “Binaenaleyh O, günahkara ceza, hayır işleyene mükafat vermeye mecburdur. Bu yüzden de günahkarları affedemez.”
Örnek: Maturidiler diyor ki: “Allah günahları dilediği için bağışlayabilir. Küfür harici günahları affedebilirde, affetmeyebilir de.” Şimdi bakalım: Diyelim iki müslüman ölmüş; ikisi de çok günahkar. Madem Allah istediğinin günahlarını bağışlayabilir, o zaman birincisinin günahını bağışlayıp, diğerininkini bağışlamazsa, yahut birincisinin çok günahını bağışlayıp, ikincisinin daha az günahını bağışlasa bu iş yine cebr demektir. Yine kulları arasında Allah’ın ayrım yaptığına delildir.
*** Allah’ın iradesinin kadim oluşunun ispatı: Vacibu’l Vücud olan Allah’tır. İlahın ise tüm noksan sıfatlardan münezzeh olması icap eder. Zira böyle olmayan ilah olamaz. O halde nasıl duyma, görme, ilim sahibi olup bilme, kemal olup ezeli sıfatlarından ise, aynı şekilde irade etmekte bir kemal sıfatıdır. İradesizlik ise bir noksanlık ve kusurdur. Böyle bir kusuru olana ilah denemez. Biz bir ilahın varlığını kabul ettiğimize göre, demek ki ezeli olarak bir kemal sıfatı olan irade etmek, dilemek de bu İlah’ın bir sıfatıdır. Ezeli olan bu iradenin ise sonradan olacak her şeyi kuşatan bir durumu olmalıdır. Zira hadis olan her şey mahluktur. Yani Allah her yarattığını bilir ve diler.
*** Soru: Bunu sırayla sorun!
_ Allah günahların işlenmesini irade eder mi, ister mi? (Genelde hayır derler.)
_ Günahlar işleniyor mu? (Evet derler.)
_ O halde Allah’ın mülkünde (dünyada) iradesi dışında bir şey mi vuku buluyor?
*** Kitap: İbn Sina’da Varlık Nazariyesi Yazar: Hüseyin Atay
--- Sayfa 174: Özü ile varlığı zorunlu olanın illeti (nedeni) yoktur.
--- Yorum: Allah’ın iradesi kadimdir. Demek ki dilemesinin illeti yok. Nedensiz olarak alemi böyle yarattı. Kafir, mümin, güzel, çirkin, zengin, fakir böylece illetsiz, ezeli olarak takdir edilmişti. Sebebin, sebepliden önce gelmesi icab eder. Ezeliliğin öncesi yoktur; o halde kadim olmanın nedeni olmaz. Kadim olanın öncesi yok ki, ona bir şey illet teşkil etsin.
--- Sayfa 199: Zorunlu varlığın nedeni olmaması açıktır. Zira zorunlu varlığın nedeni olursa, varlığı o nedenle var olmuş bulunur. Başka bir şeyle var olan herhangi bir varlık, başkasını hesaba katmadan özüne bakarak düşünülürse varlığı gerekli olmaz. Başkası olmadan özüne göre düşünüldüğü takdirde varlığı zorunlu olmayan herhangi bir varlık özüne göre zorunlu varlık olamaz. O halde özüne göre zorunlu varlık olanın nedeni bulunursa, o özüne göre zorunlu varlık (Vacibu’l Vücud) olamayacağının açık ve seçik neticesinde zorunlu varlığın illetinin (nedeninin) bulunmadığı belirlenmiş olur.

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Dolmuşlarda bazen şu yazıyı görüyoruz: “Allah korusun” peki kazalar oluyor; ölenler, sakat kalanlar oluyor. Allah onları korumuyor mu? Allah ayırım mı yapıyor?
*** Ben yanımda biri olduğu halde Maturidi görüşünü savunan biriyle tartıştım. En son ayrılırken yanımdaki ona şunu sordu: “Allah dilemeseydi sen burada olabilecek miydin?”
Sabahtı, 7:00 gibi, adam hiçbir şey diyemedi.
*** Kitap: Mukaddime Yazar: İbn Haldun
--- Sayfa 549: Fakat Hüseyin ancak dünya işleri hususunda yanılmıştı ki dünya işlerinde yanılmaların zararı yoktur. Zaten Abdullah b. Abbas ile Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer ve kardeşi Muhammed bin El-Hanefiyye onu Küfe’ye gitmek fikrinden vazgeçirmek istemişler, azarlamışlar ise de, Tanrı bunu irade ettiği için o bu fikrinden vazgeçmeden Küfe’ye gitmiş idi.
*** Kitap: İslam Felsefesinin Yunan Kaynakları ve Kozalite Meselesi Yazar: Cavit Sunar
--- sayfa 82: İnsan sorumlu olabilmek için hür olmalıdır. Fakat eğer insan hür ise, bu hürriyet ilahi inayetle uzlaştırılamaz. Çünkü ilahi hürriyet insan hürriyetini, insan hürriyeti de ilahi hürriyeti yok eder.
--- Sayfa 129: Kimse alın yazısından kurtulamaz.
_ İnsanlar kadere göre yaratıldılar.
--- Sayfa 143: Kimse kötü veya kötü bildiği bir şeyi isteyerek yapmaz.
_ Demek Tanrı iyi olduğu için insanların başına gelen her şey çoğumuzun sandığı gibi O‘ndan gelmez. Yalnız iyi olan şeyler Tanrı’dan gelir. İyi şeyler de kötülüklerden daha az olduğuna göre Tanrı’dan çok şey değil, az şey gelir bize. Kötü şeyler için başka sebepler aranmalı. Bunların Tanrı’dan geldiği söylenmemeli.
_ Tanrılardan kötülük geleceğine, kahramanların değersiz kişiler olduklarına inanmamalı.
--- Sayfa 153: O halde oluşla evreni yaratanın, onları neden yarattığını söyleyelim: Yaratan iyi idi…
--- Sayfa 158: Doğan her şey bir neden zoruyla doğar, çünkü ne olursa olsun herhangi bir şey nedensiz doğamaz.
_ Herşey bir sebepten doğar, kendinden doğamaz.
--- Sayfa 181: (Sonradan olan) her şey için hareketin çıktığı bir ilk pensip vardır.
_ Sonsuz bir sebepler serisi imkansızdır.
_ Ezeli olanın ne başı ne sonu vardır. Ne doğurmaya ne de kopmaya müsaade eder.
_ İlk prensip tektir.
--- Sayfa 185: (Sonradan olan) varlıkta olan her bir şey, bir şey tarafından hareket ettirilmiştir.
_ İlk hareket ettirici, hareket etmez.
_ İlk hareket ettirici ezelidir. Ve tektir.
_ İlk hareket ettirici, tesadüfen de olsa hareket etmemiştir.
*** Kitap: Din Felsefesi Yazan: Yrd. Doç. Dr. Cafer Sadık Yaran
--- Sayfa 67: Kim hakikatin varlığını inkar ederse, o hakikatin yokluğunu kabul eder.
--- Sayfa 149: Mutlak kudret sahibi bir varlık, sonuçta kontrol edemediği şeyleri yaratabilir mi?
--- Yorum: Evvelce benzer sorular geçmişti, bunun cevabı, yaratamaz olacaktır.
*** Koyun ot yiyor fakat vücudunda et oluyor. Bu nasıl iş? Demek ki bu ottan değil. Yediklerimizin hakiki manada gelişmemize ve ve doymamıza etkisi yoktur. Bir ton bile yemek yeseniz Allah sizde gelişmeyi ve doymayı yaratmadıkça, gelişemez ve doyamazsınız.
*** Piyango bileti çekilişlerinde günümüzde düğmeye basılıyor, makine herkesin gözü önünde bir sürü numaralı topu karıştırıyor. Ve birini makine seçiyor. Rızık Allah’tan olunca, kendisine para çıkana çıkmak zorundaydı, o zaman bu makine işte o numarayı seçmek zorundaydı. Demek ki makineleri de yönlendiren Allah’tır. Maturidiler’e göre yenen şeyler de, haram da rızıktır. Mutezile bunu reddetmiştir.
*** Ayağa kalkmak düşüncesini birisi düşündü diyelim. Sorarız: “Niçin bunu düşündün, bu düşüncenin sebebi nedir?” Derse ki: “Ayağa kalkmak istemeyi, istedim.” Buna değişik bir cevap:
“Ayağa kalkmayı istemeyi, istemek”
“Ayağa kalkmayı istemek” değildir.
Dolayısıyla birinci düşünceyi düşünmüş olman, ikinci düşünceyi meydana getirmez.
Bir düşünce, başka bir düşüncenin hakiki sebebi olamaz, onu meydana getiremez. Gerçekte düşünceler ayrı ayrı Allah tarafından yaratılır. Mesela “Arjantin’in kısa boylu, meşhur futbolcusu kimdir?” diye sorulsa; peşine verilecek o kolay cevap “Maradona” düşüncesi, soru soruldu diye yahut, sorudan dolayı meydana gelmiş değildir. Bu düşünceyi Allah ayrıca yarattı.
*** Görmek anlamlandırmaya tesir etmez. İspatı: Televizyonda izledim; bunamış bir kadın doktorda idi. Doktor ona sordu: ”Yanınızdaki kim?” yaşlı kadın yanındakine baktı ve “Annem” dedi. Oysa o kızı idi.
*** 2+2 sorusu ile, çok karışık matematik sorularının çözümü hususunda şöyle demek gerekir: İlk soruya 4 cevabı vermek lazım, ama bu 4 ifadesi, düşüncedir. Yine karışık matematik sorusunun cevabı her ne kadar anlaşılması zor ise de, yine bir düşüncedir. Ve düşünceyi insanlar tayin edemezler.
*** Maddenin maddeye tesiri yoktur.
Bir hareket, sükunun (hareketsizlik) nedeni olamaz.
Bir sükun, hareketin nedeni olamaz.
Görünüşte nedeniymiş gibidir. Mesela musluğu kapatıyorum su kesiliyor. Boruda kalıyor; musluğu açıyorum su akıyor. Aslında musluğu kapadığımda su boruda kalıyor ama önünde engel olduğu için değil. Allah suyun orada kalmasını yaratıyor. Ama bu olay musluğu kapayınca, önüne engel inince oluyor. İnsanlarda ekseriyetle “Bak musluğu kapattım, o da suyu durdurdu” diyor. Bunlar hep sünnetullah icabıdır. Yine musluğu açıyorsun, su akıyor. Aslında o suyun musluk açıldığında, akıp akmaması birdir. Yani mümkünattandır. Ancak ifade ettiğimiz gibi, sünnetullah (Allah’ın adeti) icabı musluk açıldığında suyun aşağıya doğru hareketi Allah tarafından yaratılıyor. İnsanlarda ekseriyetle, bu ve benzeri hadiseleri müşahade ettikçe maddelerin birbirine hakiki anlamda etkileri olduğunu düşünüyorlar. Daha evvel geçtiği üzere işin doğrusu “Teceddüd-i Emsal (Benzerinin yenilenmesi) prensibinde vardır. Yani bizim gördüğümüz ya da görmediğimiz sonradan olma her şey, buna ruh da dahil, arazdır. Gelip geçici özelliği vardır. Yani varlığı kendinden değildir. Varolmak için başka bir varlığa ihtiyaç duyarlar. İşte bu varlık, sebepsiz sebep olan Allah’tır. Lakin burada şu incelik vardır. Araz iki zamanda var olamaz. “O halde çevremizde gördüğümüz maddeler neden varlıklarını sürdürüyor, yok olmuyorlar; madem bunlar araz, nasıl senelerce aynı kalabiliyorlar?” şeklinde sorulan soru vardır ki cevabı; “Teceddüd-i Emsal” prensibindedir. Maddeler hem dışı, hem de özü itibariyle devamlı yaratılış halindedirler. Yani bir çiviyi düşünelim; zamanla çivi paslanır. Bu hal yavaş yavaş olur. Bu paslanma değişimdir ve her değişim hadis olup mahluktur. Ama bu çivinin demir olan iç kısmı, özü de devamlı şekilde yaratılmaktadır. Evvelce verilen örnek gibi, düz bir çizgi çizildiğinde dikkat edilirse bu çizgi, küçük küçük noktalardan oluşuyor. Noktalar yan yana geliyor çizgi oluşuyor. Yani devamlılık gibi görünen olaylar, aslında Allah tarafından yaratılma ile oluyor. Lakin bu peşpeşe olduğundan, biz bunu fark edemiyoruz. Aynı çizgi üzerindeki noktaları anlayamadığımız gibi. Yine maddeler atomlardan oluşuyor. Mesela tırnağımız, atomları var. İyi ama bu atomlar nasıl bir arada duruyorlar, dağılmıyorlar? Hemen yanındaki parmakta olan et kısmına, bir kısmı geçmiyor, oraya yönelmiyorlar? Nasıl birbirlerinden ayrılmıyorlar? Görüldüğü üzere atomlara kadar maddeler, Allah tarafından devamlı olarak yaratılma içindedirler. Lakin bu maddenin özü itibariyle olan husus, maddenin hareketi için de söz konusudur. Suyun akması, insanın koşması bunlar hep Allah’ın yaratışı ile oluşur. Yani sözün özü; sonradan olup da Allah’ın yaratmasından ayrı olup, varlığını sürdürebilen bir şey yoktur. Harekette, sükunda, değişim de, bu hususta birdir. Hepsi Allah’ın iradesiyle, yaratmasıyla mevcut olabilirler.
*** Tren rayları yazın genleşecek diye aralarına mesafe bırakılıyor. Demek ki bu demirler yaz kış hareket ediyor. Bu hadise çok yavaş oluyor, biz anlıyamıyoruz. Bu hareketleri de Allah yaratıyor.
*** Kurşun sekmesiyle ölenler oluyor. Bunlar eceliyle ölmüştür. Kurşun o kadar yer varken gidiyor adamın kafasına giriyor. Görüldüğü gibi kurşunun yönünü de Allah belirliyor.
*** İnsan fiilleri cebr ile olunca; dünyadaki makineler, cansız varlıklarda insan fiilleriyle ilgili olabiliyor. Cebre bağlı olan şey de cebrdir. Mesela araba bozuluyor, adam iniyor ve arabayı tamir ediyor. İnsan fiilleri cebr ile olunca, arabanın çalışmasıda, bozulması da cebr ile olur.
*** Razi: “Nihayet şeytan onu fitledi: ”Ey Adem seni ebedilik ağacına ve zeval bulmayacak bir mülke götüreyim mi?“ dedi. İşte bunun üzerine ikisi de ondan yediler. Hemen kötü yerleri açılıverdi. Üstlerini cennet yaprağından (alıp) örtmeye başladılar. Adem Rabbine karşı gelmiş oldu ve şaşırıp kaldı. Sonra Rabbi onu yine seçti, tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi” (Taha 120 -122)
Vesveseye Kanmalarındaki Sır
Bil ki Hak Teala, melekleri Adem’e secde ettirmek suretiyle onu yüceltiğini, İblis’in hem ona, hem de eşi (Havva’ya) çok aşırı düşman olduğunu, bu düşmanlığı yüzünden onları, içine düştüklerinde ellerindeki bütün nimetlerin yok olacağı bir masiyete çağırdığını beyan buyurmuştur. Buna rağmen Hz. Adem ve Havva’dan o zelle sadır olmuştu.
Ebu Umame el-Bahili’den rivayet edilen şu şey ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer insanoğlunun kıyamete kadar ki sabrı ve düşleri terazinin bir kefesine, Hz. Adem’in sabrı ve düşleri de diğer gözüne konulacak olsaydı; mutlaka Hz. Adem’in hadisesi çok enteresandır. Çünkü Allah Teala “Sakın (İblis) sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmete düşersin. Çünkü sen burada acıkmayacak, çıplak kalmayacaksın, burada susuzluk çekmeyeceksin. Güneş (in sıcağında) kalmayacaksın.” (Taha 117-119) ifadeleri ile Hz. Adem’i sürekli bu rahatlığa, muntazam bir geçime teşvik etmiş, İblis te onu “Seni ebedilik ağacına götüreyim mi?“ ifadesi ile sürekli bir rahata “Ve zeval bulmayacak bir mülke götüreyim mi?“ ifadesi ile muntazam bir geçime teşvik etmiştir. Binaenaleyh Allah’ın onu teşvik ettiği şey ile, İblis’in teşvik ettiği şey aynıdır. Fakat Cenab-ı Hak böyle bir hayatı onun o ağaçtan uzak durma şartına bağlamıştır. Sonra Adem aklının mükemmel olması ve İblis’in kendisine secde etmeyip düşmanlığından dolayı kendisini hataya sürüklemiş olması sebebiyle, Allah Teala’nın İblis’in kendisinin düşmanı olduğunu bildirmesini bilmesine ve ancak Allah’ın onun mevlası, yardımcısı ve Rabbi olduğunu bilmesine rağmen, daha nasıl aynı hadisede ve aynı maksad hususunda, İblis’in kendisinin alabildiğine düşmanı olduğunu bilmesine rağmen, onun sözünü kabul etmiş ama Allah’ın kendisinin yardımcısı ve mürebbisi olduğunu bilmesine rağmen O’nun sözünden yüz çevirmiştir. Kim bu konuda iyice düşünürse, şaşkınlığı ve hayreti artar, en sonunda bu hadisenin Allah’ın kaza ve kaderinden kurtuluşun olmadığına, ona hiçbir şeyin engel olmayacağına ve delilin çok açık ve kuvvetli olmasına rağmen ancak Allah’ın takdiri ile fayda vereceğine bir dikkat çekme gibi olduğunu anlar.
*** Kitap: Feylesofça Konuşmalar ve Fıkralar 2 Yazar: Voltaire
--- Sayfa 251: Hiç kimse şu meşhur suale cevap verememiştir: Tanrı kötülüğe mani olamadıysa kudreti nerede kalıyor? Mani olmak kudretini haiz olduğu halde, mani olmadıysa iyiliği nerede kalıyor?
*** Kitap: Kitabu’t -Tevhid Yazar: Ebu Mansur Maturidi Çeviren: Hüseyin Suudi Erdoğan
Cüz’i İrade’nin Mahluk Oluşu
--- Sayfa 350: …Belki de Allah onu var etmiştir. Veyahut taşta bulunan ve ondan çıkan ateş gibi olur. Her ikisinden hangisi olursa olsun o, sonradan var olma hadistir. Hadis olan da mahluktur.
--- Sayfa 375: Bununla beraber eğer güzelliğin ve çirkinliğin kendilerini yaratan olmaksızın meydana gelmeleri caiz olsaydı, her şeyin yaratıcı olmaksızın var olması caiz olurdu. Bu hususu ifade etmek, tasdik etmek İslam’dan çıkmak demektir. Kuvvet ancak Allah’tandır.
--- Sayfa 378: Cenab-ı ZülCelal’in her şeye malik olduğu sabit olduğu vakit O’nun her şeyi yarattığını söylemek lazımdır. Çünkü kul yaratmaya malik değildir.
--- Sayfa 386: Bununla beraber bütün müslümanlar hiçbir ihtilafa düşmeden, gerçekten Cenab-ı Allah’ın Halık olduğunu ve kendisinden gayrının mahluk olduğunu kabullenip ispat etmişlerdir.
--- Sayfa 389: Sonra şöyle demek caizdir ki, gerçekten Allahu Teala her şeyin yaratıcısıdır. Allah’ın kendisi yaratıcıdır, kendisinden başkası ise yaratılmıştır.
İman’ın Mahluk Oluşu
--- Sayfa 381: Sonra da kullarına iman nimetinden dolayı, kullarının kendisine şükretmelerini emretti. Allahu Teala’ya hamd etmek, şükretmek, O’nun verdiği nimetlere karşı olur. Bunların yaratıcısı olmadığı halde, kendi fiili olmayan hususlar için kendisine hamdedilmesini, bir kimseye nimetini ulaştırmayınca da ondan şükretmesini talebetmek caiz olmaz. Kuvvet ancak Allaht’andır.
--- Sayfa 406: Müminlere iman nimeti için kendisine hamdetmelerini emretmiştir. Bu hususların, kendi fiili ile olduğu sabit olur.
--- Sayfa 476: Bunu açıklayan hususlardan biri de mutlak olarak şöyle demenin caiz olmasıdır: Hakikaten iman, Allahu Teala’nın nimetlerinden bir nimettir. Gerçekten mümine Cenab-ı Hak in’am ve ihsan etmiştir. Eğer Allahu Teala’nın kendisine olan fazlı, ihsanı olmasaydı, küfür pisliğinden temizlenemezdi. Ve böylece kendisi büyük bir azaba duçar olurdu.
--- Sayfa 478: Bu hususta asıl olan şudur ki, gerçekten onu ifade etmek, emri isteme yerine veyahut nimetleri izafe etme yerine çıkar. Bunda ise elbette ki o iki husustan biri bulunmaz. Öyle ise Allah’a izafe edilmesi caiz olmaz. O, tıpkı bizim dediğimiz gibidir ki; gerçekten Allah tahkik edildiğinde her ne kadar her şeyin Rabbi ve her şeyin ilahı ve her şeyin yaratıcısı ve her şey de kendisinin ise de; bu hususla, pislikler, çirkin ve kötü olanlar ve ancak onlara istihkak (hak kazanma) kesbetmesiyle zikrolunan şeylerden benzerlerinde söylenmez. Onların bir olan Allah’a izafe edilmesi o husus üzerinden çıkar. Her ne kadar onlar yaratılmış iseler de, Allah’a izafe edilen şeylerden, onların küfrü yaratılmış ise de.
--- Sayfa 571: Bunun üzerine biz: ”Kim ki imanın yaratılmış olduğunu nefyederse, onun sözünün hiçbir manası yoktur” diyoruz.
--- Sayfa 573: Sonra mahlukatın bilinmesinin yolu nakli delil olup, aklın ondan nasibi olmamasından veyahut mahlukatın bilinmesinde yolun akli delil olmasından hali kalmaz. Mahlukatın bilinmesi, aklın dahli olmaksızın nakli delil ile elde edilirse, buna göre mutlak olarak ifade edilmek suretiyle Allahu Teala’nın “İşte bu sıfatlara sahip olan Rabb’in Allah’tır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Her şeyi yaratan O’dur…” (En’am 102) kavli celili ile imanın mahluk olduğunu söylemek vacip olur. Çünkü iman, Allah’ın gayri olan bir şeydir. Allah’ın onu yarattığını söylemek vacip olur…
Bu hususu Cenab-ı Allah “O Allah’tır ki göklerle yeri ve aralarında olanları altı günde yarattı” kavl-i celili beyan ediyor. Aralarında olanlardan biri olan iman da onun gibidir. Tevfik Allah’tandir.
--- Sayfa 574: Bu hususta Resul-i Ekrem’den bir hadis rivayet edilmiştir, buyuruyor ki: ”Hakikaten Cenab-ı Allah imanı yarattı; O’nu haya ve cömertlikle süsledi.” Nebiyyi Muhteremin “Gerçekten Allah yüz rahmet yaratmıştır” buyurduğu da rivayet edilir. İmana rahmet dendiği bilinir. Binaenaleyh Allahu Teala’nın yaratmış olduğu şeyde kendisine zıt olup reddeden ve kendisine uyan veyahut uymayan bir benzerinin olması vacip olur. Zıttı ve benzeri olanı da mahluktur. Sonra o, kendisine süluk eden bir yol, kendisi ile cezalanan bir din, seçilen bir mezhep ve itikad edilen bir dindir. Bunların hepsi de mahluktur. Sonra yüce olan Allah, onun mislini bazen ağaçla, bazen görmek ve işitmekle, bazen hayat ile bazen temiz ve pak olan yerle ve bazen de nur saçan bir kandille verdi. Bunların hepsi de mahluktur. İman da bunun gibidir. Sonra küfrün örneğini de zikrettiğimiz şeylerin zıtları ile verdi ki, yaratılma ve hadis olmada hepsi bir arada toplu olarak görülürler. iman ve küfrün ikisi de bunun gibidir. Tevfik Allah’tandır.
Sonra iman, sahibi için güzeldir, hayırdır ve hidayettir. Vasfı bu olan her şey mahluktur. Yüce olan Allah şöyle buyuruyor: ”…Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi…” (Hucurat 7); ” …Henüz iman kalplerinize girmemiştir.” (Hucurat 14); ”Ey şanlı Resul kalpleriyle inanmadıkları halde ağızları ile “inandık” diyenlerle (münafıklarla) Yahudiler’den küfür içinde koşanlar seni üzmesin.” (Maide 41) Bu ayetlerin hepsi imanın kalpte olduğuna delalet etmektedir. O, O’nun fiilidir. Mahluk olmayanın kalpte olması mümkün değildir.
İstitaat
--- Sayfa 413: Fiilin kuvveti de onun gibidir. Öyle ise fiille beraber olduğunu söylemek lazım gelir.
--- Sayfa 488: Sonra Kaderiyyeler-ki kendilerine Mutezile ismi verilmiştir-haberi bize isnad ettiler. Halbuki biz o haberden, söz ve inanç bakımından beriyiz. Fakat onların bu husustaki yalanı Kaderiyye’nin ismi hakkında bize isnad ettikleri yalanları gibidir. Sonra Kaderiyye hakkında olduğu gibi, Mutezile’nin cüreti ve aptallığının büyüklüğünü bilmeleri için, biz her iki mezhebin karşısında öne sürdüğümüz o fikir ve görüşlerimizde ne kadar haklı olduğumuzu zikrederiz. Bizim fiilin meydana gelmesi için kudretin, fiilden önce olmasını kabul etmeyip inkar ettiğimiz içindir ki, onlar bize, ”Cebriyye” ismini vermeye kalkıştılar. Ve cebir felsefe ve fikrini kabul ettiğimizi iddia ettiler. Sonra onlar fiili öyle bir kuvvette gerçekleştirdiler ki, o vakitte kudret bulunmaz. Fiilin vasfolunduğu vakitte kudretsiz olarak gerçekleşmesi, cebri ve ihtiyarı anlayan kimse için, onun fiille birlikte gerçekleşmesinden cebr manasına daha yakındır.
--- Yorum: Mutezile, Maturidi’nin; “Kişinin kudreti fiille beraberdir” düşüncesinin cebre gittiğini söylüyor; dedikleri doğrudur. Bununla birlikte Maturidi cebr itikadını reddediyor.
İrade
--- Sayfa 433: Allah’ın hakkında zikrolunan husus ise o, Allah’ın kudreti, dilediğinin olması ve saltanatının cereyan etmesidir. işte Allah’ın böylece rububiyeti tamam olur.
--- Sayfa 459: Dünyada kişi, bazen sevmediği ve razı olmadığı şeyi işler. O’nun dilemediği fiilin gerçekleşmesi mümkün değildir.
--- Sayfa 473: Küfür gerçekten çirkindir. Ve kulun fiilidir. O’nun Allah’ın kazası ve hükmü olması mümkün değildir.
--- Sayfa 452: Sonra müslümanların arasında ”Allah’ın dilediği olur; dilemediği olmaz” deyimi yerleşip, nesilden nesile intikal etmek suretiyle bilinmiştir.
--- Sayfa 453: Yine başkasının hükmü ve mülkü altında bulunan bir şeyin, onun istemediği ve dilemediği halde meydana çıkarılması, o kimsenin zayıf ve mahkum olduğuna delalet eder. Sıfatı bu olan kimsenin de Rab ve ilah olması mümkün değildir. Bunun içindir ki, bu sıfatlarla yani irade etmek, istediğini yapmak, istemediğini yapmamak gibi kemal sıfatlarla Allah’ın vasfolunması lazımdır. Tevfik Allah’tandır.
Yine hakikaten Cenab-ı Hak, olacağını bildiğinin gayri olarak ve olacağını haber verdiğinin gayri olmasını murad etmiş olsaydı sefih ve yalancı olmasını murad etmiş olurdu. İradesi böyle olan kimsenin ilah ve Rab olması asla caiz değildir. Kuvvet ancak Allah’tandır.
--- Sayfa 467: Ebu Mansur diyor ki: Bizimle Kaderiyye mezhebi arasında iki noktada kelam vardır: Biz onlara sual edip deriz ki, Allahu Teala ebedi olarak olacak olan şeyi, olduğu hal üzere bildi mi? Eğer hayır bilmedi derlerse kafir oldular. Çünkü onlar Rab’larını cehaletle vasfettiler. Eğer evet bildi derlerse, kendilerine: “Allahu Teala ilmini bildiği gibi yerine getirmeyi diledi mi yoksa dilemedi mi?“ denir. Eğer hayır dilemez derlerse o zaman Allahu Teala’nın, kendisinin cahil olmasını dilemiş olduğunu söylemeleri gerekir. Kendisinin cahil olmasını dileyen de, hüküm ve hikmet sahibi olmaz. Eğer evet dilemiştir derlerse, bu sefer de Allahu Teala’nın her şeyin, olmasını bildiği fiilleri olmasını dilediğini ikrar etmiş olurlar. Bu husus Ebu Hanife’den rivayet edilen husustan bende yerleşendir. Yoksa ben Ebu Hanife’nin beyan ettiği meseleyi lafzı lafzına zikretmiş değilim. Kuvvet ancak Allah’tandır.
--- Sayfa 570: Gerçekten Kaderiyye fiilleri mahlukat yaratır ve fiillerin yaratılmasında Allah’ın iradesinin ve tedbirinin hiçbir dahli yoktur diyorlar. Cebriyye ise, fiillerin yaratılması işini Allah’a havale edip kulun, fiillerin yaratılmasında asla ve kat’a bir dahli olmadığını öne sürdü. Binaenaleyh Cebriyye her çirkin ve mezmum olanı Allah’a hamletti. Allahu Teala’nın fiilinin vasfı, bunun olmasından Allah yücedir, beri ve münezzehtir. Kaderiyye ise fiillerin yaratılışını, O’nun hakkındaki cehaletleri sebebiyle, mahlukata yükledi. Bu hususta ifade edilmesi gereken orta söz “Kulların kendilerinden meydana gelen şeye göre, fiillerinin olması, olduğu had üzere de Allah’ın fiilleri yaratmış olduğunu” ifade etmektedir. Tevfik Allah’tandır.
--- Yorum: Maturidi cebri kabul etmediğini bildiriyor.
--- Sayfa 465: En’am 148. ayetin izahında “Allah’a ortak koşanlar şöyle diyecekler: “Eğer Allah dileseydi, ne biz müşrik olurduk; ne babalarımız…”
Üçüncüsü: Onların bu hususu müslümanların “Her şey Allah’ın dilemesiyle olur” demelerinden istihza etmeleri için söylemiş olmaları, tıpkı insanın “Ben öldüğüm zaman ileride gerçekten diri olarak (mezardan çıkarılacak mıyım?)” (Meryem 66) dediği gibi ki, bunu müslümanlarla alay etmek için demiştir. Münafıkların ”Şehadet ederiz ki (kalplerimizdeki inancı açığa vururuz ki) doğrusu sen, muhakkak Allah’ın Peygamberisin.” (Muhammed 1) sözleri gibi. Fakat kendilerinden meydana gelen bu husus istihza olduğu için ta’n olundular.
--- Sayfa 474: Allah küfrü takdir etmiş ve sonradan vukubulması için hükmetmiş midir?
--- Sayfa 457: Sonra der ki, Cenab-ı Hak sövülmeyi murad eder mi? Bu soruyu sormakta hata etmiştir. Bilakis bu sualin doğru olanı şöyledir: “Allahu Teala kendisine dil uzatan kimseden, kötü ve öfkelenmiş olan sövme fiilinin olmasını diler mi?” Sonra bu sözüne karşı “Maazallah” der. Zira Cenab-ı Hak, ondan bu fiili nehyetmiş ve bu fiile karşı gazap etmiştir. Hüküm ve hikmet sahibi olan bunu asla yapmaz.
--- Yorum: Günümüzde kelam kitaplarında Maturidi mezhebine göre; imanın ve cüz’i iradenin mahluk olmadığı anlatılıyor. Oysa bunların mezhep imamı diye gördükleri şahıs, imanın mahluk olduğunu ifade ediyor. Allah’tan başka her şeyin mahluk olduğunu söylemesiyle ve cüz’i iradenin ise yaratılmadığı hususunu bildirmemesi dolayısıyla çıkan çekişkiler ortadadır.
Sorulabilir ki: “Peki Ebu Mansur Maturidi böyle dedi de, niçin günümüzde onun dediğinin tersi şekilde bunlar anlatılıyor?”
Cevap: Çünkü iman mahluk kabul edildiğinde direk cebr düşüncesi ortaya çıkar. Ebu Mansur Maturidi iman mahluk dedi ama, hala cebre muhalif kaldı. Yani dediği lafın nereye gittiğini anlamadı. Sonradan gelenler, özgürlüğü savunanlar, baktılar ki iman mahluk kabul edilince iş cebre varıyor. Bundan dolayı, imanın Allah’ın yaratmasıyla (mahluk) olduğunu kabul etmediler. İnsan fiillerini Allah’ın yarattığını Maturidi bildiriyor; ama “Cüz’i irade yaratılmamıştır” şeklinde bir ifadesi yok. Bu sefer sonradan gelenler düşündüler, taşındılar baktılar ki insanın fiillerini Allah yaratınca iş yine cebr olacak; bu sefer bu işi (Kulların fiillerini Allah’ın yaratmasını) inkar etmediler. Ama kendilerince başka bir formül buldular. Bu da ”Cüz’i iradenin mahluk olmadığı ve kişi hür iradesiyle arzu eder, seçer; bunun üzerine Allah da fiili yaratır” şeklinde bir görüştür. Ve bu izahı çok kullandılar. Hatta “Hayır ve şer Allah’tandır” ifadesini buna göre şöyle yorumladılar: “Evet, hayırda, şer de Allah’tandır; ama mesela kul içki içmeyi hür iradesiyle ister, Allah da bu hareketi yaratır. Yani, yaratma yönünden hayır ve şer Allah’tandır. Dolayısıyla kul özgürdür, cebr yoktur” dediler. Yani günümüz Maturidi kitaplarında geçen “Biz fiili hür irademizle yapmak isteriz, peşine Allah fiili yaratır” şeklinde bir izah Maturidi’nin kitabında yoktur. Bunlar sonradan bu mezhebe eklenmiş, açıklamalardır. Keza cüz’i iradenin yaratılmadığı iddiası da sonradan çıkmıştır. Yani şunu söylemek istiyorum ki; Ebu Mansur Maturidi, özgürlüğü savunanların ve her şeye rağmen savunmak isteyenlerin dayandığı simge durumuna geldi. Öyle ki, özgürlüğü savunmak için, bir şey söylemeleri lazım gelince; söylediler, yazdılar ve “Bu Maturidi mezhebidir” dediler. Ve Maturidi ismi yüzyıllardan beridir Ehli Sünnet’ten olduğu yazılageldiği için, genelde pek tepki almadan fikirlerini yayabildiler. Görüldüğü gibi kitabı çelişkilerle doludur. “Her şey Allah’ın iradesiyle olur” diyor, sonra da bu görüşle uyuşmayan, zıt şeyler söylüyor.
Maturidi görüşünün bu denli yayılmasındaki etkenlerden biri de, insanların ekserisinin özgürlük inancına çok meyilli oluşlarıdır. Ve şunu açıkça söyleyelim ki, Maturidi mezhebindeki kişilerin ekserisi bu savundukları fikirlerle hakikaten, samimi olarak kadere inandıklarını düşünmektedirler. Ve evvelden yaşayan şöhretli kişilerin arkasından genelde giderler ve onlara çok bağlıdırlar. Onları eleştirmek akıllarına pek gelmez. Zaten eleştirenleri de içlerinde barındırmazlar. Yani kendilerinden evvel yaşamış ve alim diye anılan kimselere karşı genelde ”onlar pek yanılmaz” düşüncesi vardır. Hele bir de, kendi zamanlarında yaşayıpta, evvelkilerin hata yaptıklarını söyleyip; bu hususta delil de getiren kimseleri; ekseri insanlar adeta şeytan gibi, düşman gibi görürler.
*** Kitap: Akaid-Kelam Tarihi, Taftazani ve “Şerhu’l-Akaid” Yazar: Süleyman Uludağ
--- Sayfa 19: Üzerinde ehemmiyetle durulması gereken konulardan biri de kelamın kuruluşu, gelişmesi ve geçirdiği devreler anlatılırken kat’iyen Maturidiler’den bahsedilmemesi, daima Eş’arilik ve Eş’ari kelamcıları üzerinde durulmuş olmasıdır. Bunun manası şudur: Hiçbir Maturidi kelamcısı, kelamın kuruluşunda, gelişmesinde ve bir dönemden diğer bir döneme geçişinde kayda değer bir hizmet görmemiş, kelamın doğuşuna, gelişmesine ve çeşitli merhalelerden geçmesine tesirli olabilecek bir katkıda bulunmamıştır. Bu gibi sebeplerden dolayı Doğuda, Batıda ve Avrupa’da Sünni kelamı denince daima ve sadece Eş’arilik akla gelir ve Eş’ari’ye “İmamu ehli’s-sünneh” (Ehl-i Sünnetin kelam imamı) adı verilir. Bu durum da fazla yanlış sayılmaz.
--- Sayfa 26: Başta Maturidi olmak üzere Ebu Muin, Sabuni ve Beyazi, Ebu Hanife’nin fikirlerini kelamcı bir anlayışla şerh ve tefsir etmişlerdir. Bu alimler prensip itibariyle ve umumiyetle kelama karşı müsbet bir tavır takınmışlar, Ebu Hanife ve onun düşüncelerini akli, nazari ve kelami bir istikamette geliştirmişlerdir. Fakat bahis konusu isimler katiyen Bakillani, Cuveyni, Gazali, Razi, Amidi…vs. ölçüsünde büyük kelam alimleri değillerdir. Onun için çok güçlü olan Eş’ari kelamı karşısında Maturidiliğe kelam denilir mi, denilmez mi konusu sürekli olarak tartışılmıştır. Eş’ari kelam sisteminin fasılasız olarak Hanefi muhitini baskı ve tesir altında bulundurmasının bir sebebi de Maturidiliğin nazari yönden gelişmemiş ve zayıf kalmış olmasıdır.
--- Sayfa 36: Mezhepler tarihine dair eser yazan Şehristani, el-Milel ve’n-nihal’de, Abdulkahir Bağdadi el-Fark beyne’l-firak ve Usulu’d-din’de, İbn Hazm el-Fısal’da, Ebu Muzaffer İsferaini (öl. 471/1078) et-Tabsire’de, İbn Nedim (öl. 379/987) el-Fihrist’de Maturidi’ye temas etmemişler, onun mezhebini anlatmaya lüzum görmemişlerdir. Mezheplere ve mezhepler tarihine dair eser yazan müelliflerin Maturidi’den ve Maturidilik’ten bahsetmemiş olması, umumiyetle Maturidiliğin Hanefilik’ten farklı görülmemiş olmasındandır. İbn Hallikan, İbn İmad, Safedi ve İbn Şakir gibi, ulemanın biyografilerini yazan meşhur müellifler bile Maturidi’den bahsetmemişlerdir. Hatta İbn Haldun, Mukaddime’de kelamın tarihini yazarken Maturidi ismini aklından dahi geçirmemiştir. Ebu Muin Nesefi, Tabsıratu’l-edille’de, “Maturidi ismi sonradan çıkma, bid’at bir isimdir” diye iddiada bulunanlara karşı savunma yapmak ihtyacını duymuştur. Tabakatu’l-Müfessirin isimli eserin müellifi olan Suyuti’nin bu eserde Maturidi’den bahsetmemesi de ilgi çekicidir. Zira Maturidi’nin et-Tevilat’ı tefsire dairdir.
--- Sayfa 38: Gazali, el-iktisad fi’l-itikad isimli eserinde hüsün-kubuh (iyi-kötü,güzel-çirkin), teklif-i mala yutak (güç yetirilemeyecek şeyleri teklif), ta’zib-i muti (itaatkar mümine azab etme), Allah’ın fiillerinin hikmetle muallel olması, tekvin sıfatı, şeriat gelmeden evvel Allah’ın varlığının aklen bilinmesinin vacib olması… gibi konuları anlatırken Maturidiler’in ve Hanefiler’in görüşüne temas etme ihtiyacını duymaz. Bu gibi konularda münakaşaların ve mücadelelerin sadece Eş’ariler’le, Mutezile arasında geçmiş gibi bir tavır takınır. Eserinin hiçbir yerinde hatta imanın artma ve eksilme kabul edip etmediğini anlatırken dahi, Hanefi veya Maturidi sözünü kullanmaz. Diğer eserlerinde de bu tutumunu devam ettirir. Eş’ariler’i tek başına Ehl-i Sünnet’in temsilcisi olarak gösterir.
--- Sayfa 53: Mustafa Sabri diyor ki: “Maturidiler insan fiili irade-i cüz’iye ile müstakillen meydana gelir. İrade-i cüz’iye Allah tarafından yaratılmamıştır. Zira mevcut değildir, derler. Şimdi bakınız, insanın fiiline yönelik iradesi, fiildeki istiklali artmasın diye nasıl küçültülmekte… irade-i cüz’iye (küçücük irade, ufacık irade) denilmek suretiyle doğru olmayan bir biçimde küçük görülmekte, sonra da, düzenli bir şekilde Allah’ın halk etme fiilini celb etme gibi en büyük tesir bu iradeye isnad edilmektedir. Adeta irade-i cüz’iye fiillerin halıkı şeklinde ortaya çıkmaktadır. Hatta Mutezile, daiye denilen ve Allah tarafından yaratılan bir arzu ve istekle, insan iradesinin her zaman dilediğini yapamayacağını söylemek suretiyle kulun iradesine Maturidiler kadar istiklal ve serbesti vermemektedir. Onun için Tahte sultani’l-kader isimli eserimde söyledim, şimdi de söylüyorum: Maturidi mezhebinde insan iradesine, Mutezile mezhebinden daha fazla hürriyet verilmektedir.”
Mustafa Sabri eskiden Maturidi iken mezhep değiştirmiş ve Eş’ari olmuştur. Türkiye’den ayrıldıktan sonra Arapça olarak yazdığı Tahte sultani’l-kader ve Mevkıfu’l-akl isimli eserleri neşredilmiştir. Kendisini kelam sahasında yetkili ve hatta müctehid olarak gören bu zatın fikirlerinde doğruluk payı vardır. “Mutezile mezhebi, Maturidilik ismi altında sürekli olarak yaşamıştır” diye bir not koyması oldukça dikkat çekicidir.
--- Sayfa 230: İkinci olarak bizde irade de vardır. Külli irade yani mümkün olan tüm fiil veya terkten, yapılan veya yapılmayan işlerden birini tercih etmek özelliğine sahip bulunan irade Allah tarafından ihsan edilmiştir. Cüz’i irade yani külli iradenin özel ve belli tarafından, fiile yöneltilmesinden ve sarfedilerek kullanılmasından ”azm-ı musamma” dan (kesin ve geri dönülmez karardan) ibaret olan irade bizdendir. Bu irade bir emri itibari (itibari bir şey) dir. İlahi irade, insanın cüz’i iradesine tabidir. Başka bir deyişle insanın iradesi Hakk’ın iradesine (Allah’ın meşiyetinin ortaya çıkarak bir şeyi yaratmasına) vesile ve sebeptir.
--- Yorum: 230. sayfadaki yazılar İsmail Hakkı İzmirli’nin, Yeni ilm-i Kelam kitabından alıntıdır.
--- Sayfa 244: Mutezile ve Maturidiler’e göre Allah’ın yarattığı ve emrettiği her şeyde bir hikmet, maslahat, menfaat, sebep ve illet vardır ve insan aklı tarafından anlaşılabilir ve kavranabilir. Cebriyye ve Eş’ariler bu nevi bir hikmeti ve illeti reddeder ve kabul etmezler.
Eş’arilerin Görüşü
Allah’ın fiillerinin bir takım garaz, maksat ve illetlerle muallel olması O’nun şanına aykırıdır. Çünkü bu bir eksikliktir. Zira bir işi bir maksada ve hikmete göre yapmak demek, o maksad ve hikmetle eksiği tamamlamak demek olur. Bu takdirde, fail o maksad ve hikmetle mükemmelleşiyor, maksad ve hikmet de onu ikmal ediyor, tamamlıyor, demek olur. Allah böyle olmaktan mukaddes ve münezzehtir. Alemde varlığında hiçbir fayda bulunmayan bulaşıcı hastalıkların ve zararlı yaratıkların mevcut olduğunu görüyoruz. Eğer Allah’ın fiillerinin hikmet ve maslahat ihtiva etmesi lazım gelse, bu gibi şeylerin var olmaması gerekirdi. Allah her şeyi bir illete ve hikmete göre yapar demek, O’nun yüce ve mutlak iradesini hikmet ve illet adı verilen bazı şeylere tabi kılmak, hikmet ve illeti de ilahi iradenin metbuu haline getirmek olur. Bu duruma göre bir işi yapan gerçi Allah oluyor ama Allah’a da o işi yaptıran hikmet ve illet adı verilen şeyler oluyor. Allah faildir ama O’nun üzerinde de hikmet ve illetler tesirli oluyor. Böylece Allah’ın tamamen hür, serbest ve muhtar olan iradesi hikmet ve illet denilen şeylerle kayd altına alınıyor, kısıtlanıyor, sınırlanıyor. Bu ise “fail-i muhtar” fikrine uymuyor. Allah’ı “mucibun bizzat” hale getiriyor.
*** Aslında benzinin, arabanın gitmesine hakiki anlamda bir etkisi yoktur. Kanıtı: Araba, Allah’ın dilemesiyle mi hareket ediyor, yoksa Allah dilemeden mi hareket ediyor? Eğer Allah’ın dilemesiyle hareket ediyor dersen, dilemesi ifadesinden kastın zaten o hareketin varolması, yaratılmasıdır. Hal böyle iken benzinin etkisi nerede kaldı?
*** Razi: “Biz onlardan evvel nice nesilleri helak ettik. Bu onları hidayete sevk etmedi mi? Halbuki kendileri de onların yollarında yürüyüp duruyorlar. Bunda salim akıl sahipleri için elbette ibret verici ayetler vardır. Eğer Rabbinden, önceden verilmiş bir söz ve belirlenmiş bir müddet olmasaydı (muhakkak onlara da azap gelip çatardı).”
“Eğer Rabbinden önceden verilmiş bir söz ve belirlenmiş bir müddet olmasaydı (muhakkak onlara da azap gelir çatardı)“
Ayette geçen “kelime”nin (sözün, hükmün) Allah’ın, meleklerine bildirdiği ve Levhi Mahfuzda yazmış olduğu şu husus olduğunda şüphe yoktur: Hz. Muhammed’in ümmeti yalanlasalar bile onların cezası ertelenecek, geçmiş ümmetlerin başına geldiği gibi onların başına “kökünü kazıma” azabı gelmeyecektir. Alimler bu azabın niçin Muhammed ümmetinin başına gelmeyeceği hususunda değişik izahlar yapmışlardır. Bazıları: “Çünkü Allah onlar içinde (yani Kureyşliler, Hz. Peygamberin ilk muhatapları içinde) iman edeceklerin olduğunu biliyordu” derken, bazıları: “Allah onların neslinden iman edecek kimseler bulunacağını biliyordu. Şayet onlara azap indirecek olsa, bu azap hepsini içine almış olurdu” demiştir. Diğer bazıları da ”Bu husustaki hikmet gizlidir. Onu sadece Allah bilir” demişlerdir. Ehli Sünnet şöyle demiştir: ”Cenab-ı Hakk’ın malikiyyet hükmü vardır: O, hiçbir sebep olmaksızın, dilediğine fazlını, dilediğine azabını verir. Çünkü eğer O’nun fiili bir sebep ve illetten dolayı olmuş olsaydı, o zaman o illet ve sebep kadim ise bu fiilde kadim olurdu; eğer hadis ise o zaman o illetde başka bir illete muhtaç olurdu ve teselsül gerekirdi. İşte bundan ötürü muhakkik alimler: ”Herşey hiçbir illet ve sebebe bağlı olmaksızın, Allah’ın yaptığı ve yarattığıdır” demişlerdir.
*** Razi: “Her can ölümü tadıcıdır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya 35)
İmtihan ve İbtila
Deneme ancak mükellef tutma var ise olur. O halde bu ayet insanlar için bir mükellefiyetin olduğuna delalet ediyor. Yine bu ayet Hak Sübhanehu ve Teala’nın bir zorluğu bulunsa bile emrettiği ve nehyettiği şeylerle mükellef tutmayla yetinmeyip aksine insanı şu iki şeyle denediğine de delalet ediyor:
“Hayır” dediği şeylerle … Bunlar dünyadaki sıhhat lezzet (tad) sevinç ve insanın umduğunu elde etmesi gibi dünyevi nimetlerdir.
“Şer” dediği şeyler… Bunlar fakirlik, elemler ve mükellefin başına gelen diğer sıkıntılar gibi dünyevi zararlardır. Böylece Allah Teala mükellefin kendisine verilenlere şükretmesi ve sıkıntılara sabretmesi için bu iki şey arasında mekik dokuduğunu ve vazifesini yaptığında mükafatının büyük olacağını beyan etmiştir.
Cenab-ı Hak henüz onlar daha gelmezden önce insanların nasıl amel edip davranacaklarını bildiği halde, şekil itibariyle imtihana benzediği için, bu (mükellefiyete mecazen) ibtila (imtihan) demiştir.
*** Kehf 29: ”Ve de ki: O hak Rabbimizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Çünkü biz zalimler için öyle bir ateş hazırlamışız ki, duvarları, çepeçevre onları içine alacaktır. Eğer feryad edip yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. O ne kötü bir içecek ve ne kötü bir dayanma yeri!”
Fussilet 40: ”Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek olan mı? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri hakkıyla görür.”
1 (İçinden geldiği gibi davrandın.)
2 (İçinden geleni sen belirlemedin.)
“Niçin sol kolunu kaldırdında, sağ ayağını kaldırmadın?” diye sorduğumda genelde “İçimden öyle geldi” diyorlar. O halde sen içinden geldiği gibi davrandın ama içinden geleni sen seçmedin. (Kehf 29, Fussilet 40) gibi ayetlerin izahında şu söylenir: Fiilleri zahiren kula isnad var. Yani birinci önerme ile ilgili, ancak ikinci önerme açıklayıcı.
*** Cep telefonunun, radyonun şarjı var, pili var, şunu bunu var değil mi? Peki insan olarak senin şarjın nedir? Yediğin yemekler mi? Bunlar mı senin görmen, duyman, düşünmen için şarjın? Elbette ki düşünme, duyma gibi olgular yemekten çok farklı olup, yemek bunların sebebi olamaz. O halde bunların sebebi ne?
Cevap: Bunlar devamlı şekilde Allah’ın yaratmasıyla vuku bulurlar.
*** Yerçekimi denen şey nedir? Kütle büyükse çeker diyorlar. Niçin çeksin ki? Ona bakarsan mıknatısın hacmi küçük, bak yine çekiyor. Aslında yerçekimi denen şey, Allah’ın yarattığı harekettir. Yoksa dünyanın veya diğer gezegenlerin kendi kendilerinde olan ve Allah’ın yaratmasının dışında olan bir şey değildir.
*** Hareketleri Allah yaratınca; şu sabit olur ki: Çocuğun bir kiloyu kaldırmasıyla, gökdeleni kaldırması aslında eşit şeylerdir. Zira bir kiloyu kaldırmasında, o bir kiloyu Allah hareket ettirdi; yine o gökdeleni kaldıracak olsa, yine o hareketi Allah yaratacaktı. Yani bu iki kaldırışta da çocuğun etkisi yok. Bu etki zahiren varmış gibi görünüyor. Lakin sünnetullah öyle ki, çocuk gökdeleni değil bir kiloyu kaldırıyor. Böylelikle insanlar bu olayı tuhaf karşılamıyor.
*** Karşımızda iki tane su dolu bardak var. Aynı bardak ve aynı seviye su, yani birinin diğerine üstünlüğü yok. Şimdi seç birini? Mesela: “Soldakini tercih ettim” dedi. Derim ki: “Niçin soldakini tercih ettin?” Ekseriyetle der ki: “İçimden öyle geldi.” Yahut önce der ki: “Öyle istedim.” De ki: “Niye öyle istedin?” Der ki: “İçimden öyle geldi.” De ki: “Niye içinden öyle geldi; niçin içinden öyle geldiğini biliyor musun, bilmiyor musun?” Der ki: “Bilmiyorum.” De ki: “Görünüşte sen seçiyorsun ama, seninde söylediğin gibi niye seçtiğini bilmiyorsun ve içinden öyle geldiği için onu seçiyorsun. Peki içinden gelen tarafı sen mi iki saat düşünüp belirliyorsun, yoksa o tarafın diğer tarafa daha ağır bastığını içinde bir anda mı hissediyorsun?” Der ki: “Bir anda o tarafın diğer tarafa ağır bastığını içimde hissediyorum.” De ki: “Gördüğün gibi seçtiğin şeyi, aslında sen tayin etmeden bir anda içinde hissettiğini anladın.”
İşte o tercih ettirici Allah’tır. Yine fiillerimizi de; zira iki yol var birini tercih ediyorsun, oraya yürüyorsun. Bir anda içine gelen düşünceyi (tercihi) sen nasıl tayin etmiş, belirlemiş olabilirsin? İçinden gelen bu seçimin (ağır basmanın) neden olduğunu bilmiyorsan, onu nasıl tayin etmiş olabilirsin? Bilmeden tayin etmek, ayırmak olur mu? Bilmiyorsan neye göre ayıracaksın? Benim; içinden seçim (tık) diye bir anda olur deyişimle kasdettiğim, seçme anıdır. Şöyle bir soru sorulabilir: “Ben iki şeyden birini tercih edeceğim zaman, bir gün boyunca düşünebilirim; acaba onu mu, yoksa bunu mu seçsem diye. Sen daha nasıl bu seçim bir anda oluyor dersin?”
Cevap: Dediğim gibi bir gün hatta bir yılda düşünebilirsin ama, her düşünmek seçmek demek değildir. İçinden düşünürsün o mu, bu mu, bakın burada bir seçim yoktur. Seçim o süre sonunda verilen karar anıdır. İşte bu seçim, bu karar, bir tarafın diğer tarafa göre ağır basması ile olur ve bu bir anda olur. Ve bunun zamanını da sen ayarlayamazsın, içinde belirir. Sen ise “kararın” yaratıldığında “hah şimdi seçtim yaptım” dersin.
*** 1 ile 10 arasındaki sayılardan beş tanesini içinden seç. Dikkat et, sen seçiyorsun ama aklına bir anda (tık) diye geleni seçiyorsun ve aklına geleni sen belirlemiyorsun. Hisset…
örnek: 3 mü, 4 mü diye düşündüğünde bile (3 mü), (4 mü) ifadesinde, niye 3 ve niye 4 yani burada bile bir tercih var. Ve (3 mü), (4 mü) ifadeleri de dikkat edin, bir anda sizde oluştu. Yani ekseriyetle siz; ben tayin ediyorum diye düşünmek için duraksayıp; düşünüyor, kıyaslıyor olabilmek için yavaşladığınızda bile, düşündüğünüz, kıyasladığınız rakamlar, dikkat edin bir anda aklınıza geldi. Yani kıyaslamayı düşündüğünüz rakamları bile siz tayin etmiyorsunuz. O halde bunları tayin eden kim? Cevap: Allah.
Binaenaleyh üniversite sınavında beş şık var. Diyelim sınava giren, iki şık arasında tereddüt etti ve kafadan attı. İstediğini seçti ve bu husus on - onbeş defa oldu. Görüldüğü gibi bu kadar soruyla kazanacağı yer farklı olur. Ama seçtiğini onun değil, Allah’ın tayin ettiği ortadayken kazanacağı bölümü de Allah tayin etmiş demektir.
*** Radyo dinliyordum, iki kişi arasında şöyle bir konuşma geçti: Arayanın oğlu cezaevindeymiş. Konuşmanın sonunda sunucu diyor ki: “Allah bir daha böyle acılar yaşatmasın.” Demek ki, bu acıları yaşatan kim? Arayan da diyor ki: “Allah onu bize kavuştursun inşaallah” bu laflar cebirdir, lakin insanların ekserisi bu ifadeleri garip karşılamazken yine insanların ekserisine cebr anlatılınca, sapıklık diyorlar. Yahut kötü bir şeyden bahsedildiğinde “Allah göstermesin“ dendiği oluyor, demek ki, bunları gösteren kim? görüldüğü gibi cebr olur.
*** Müreccihsiz (Tercih ettirici sebep) Tercih Olmaz:
Yolda gidiyorsun, iki yol var; sağa ve sola. Birini tercih edeceksin. Bir an tereddüt ettiğin oluyor, bir - iki saniye diyelim. Tercih ettirici sebep olmazsa sen bu iki yoldan birini seçemezsin. İcabında on saat orada beklersin de, yine de birini seçemezsin. Zira seçimde birinde, diğerine üstün gelecek bir ağırlık olmalıdır. Bu üstün getirme (tercih ettirici sebep) senden olamaz. Çünkü eğer bu senden olsaydı, o takdirde senin böyle bir durum karşısında hiç tereddüt etmemen lazımdı. Zira nasılsa sen belirliyorsun, ne diye tereddüt edesin ki? Ancak bu (tercih ettirici sebep) senden değil. Çünkü iki şık arasında tereddüt ediyorsun ve zamanını bile sen ayarlayamıyorsun; birden bire (tık) diye, birini öbürüne üstün tutan bir duygu içinde beliriyor ve sen onu seçiyorsun. Sen aslında, senin içinde Allah’ın yarattığı doğrultudaki şeyi seçiyorsun. Bu zaman bir saniyede olabilir, onsaniye de olabilir. Değişkendir; bir anda içinde belirir. Sende ”hah şimdi belirledim” dersin.
*** Soru: Allahın dilemesi olmadan bir şeyi seçebilir miyiz?
Cevap: Seçemeyiz.
*** Soru: Allah’ın iradesi, senin irade ettiklerini, irade eder mi, etmez mi?
Not: Evvelinde Allah’ın iradesinin ezeli, oysa kulun iradesinin hadis olduğunu anlat. Yani kulun iradesi mevcut değilken de, Allah’ın değişmez, ezeli iradesinin olduğunu hatırlat.
*** Kitap: İbni Sina, Razi, Tusi düşüncesinde varoluş
Yazar: Doç. Dr. Fahrettin Olguner
--- Sayfa 56: Son bir ihtimalle de sebepler bir zincir halinde sonsuzca uzayıp gittiği düşünülse, fakat bu takdirde de mümkinler zinciri yine dıştan bir sebebe muhtaçtır. Çünkü sonlu veya sonsuz mümkinlerden meydana gelmiş olan bir zincirin bir sebebe muhtaç olmaması düşünülemez. Aksi halde imkan vasfına aykırıdır. Kendisine muhtaç olunan bu sebep; birimlerin toplamı, onlardan herbiri veya bir kısmı olamaz. Zira bunların hepsi kendileri sebebe muhtaçtırlar.
--- Sayfa 61: Razi şu açıklamada bulunur: Zaruri Varlığın birliğinin ispatına hazırlık olarak bir mukaddime ortaya konmaktadır. Buna göre bir şeyin mahiyeti veya sıfatlarından herhangi biri, şeyin varlığına sebep olamaz. Yani şeyi varedemez. Bunun böyle olduğuna delil olarak da sebep eser arasındaki münasebet gösterildi. Şöyle ki: Sebep varlık olarak eserinden önce gelir. Eğer mahiyet kendi kendini varetmiş olsaydı, kendisi, bir nev’i varlıkla, kendi varlığından önce gelmiş olurdu. Oysa böyle bir şey olamaz; bir şeyin kendisi, kendisinden önce gelemez. Böyle olunca da mahiyet kendi varlığının sebebi olamaz.
*** Soru: Kaza ve kader Allah’ın iradesinden bağımsız mıdır, yoksa Allah’ın iradesinin etkisi altında mıdır?
*** Soru: Allah, irade etmediği şeyi yaratabilir mi? Karşıdaki yaratamaz demek durumundadır. Ona denir ki: O halde tüm yaratılanları irade etti demektir. Kafirlik de mevcuttur, onu da mı irade etti?
*** Özgürlüğü savunanlar diyorlar ki: “ilim maluma tabidir” soruyorum: “Allah’ın iradesi de mi maluma tabi, yoksa malum mu Allah’ın iradesine tabi?“ Not: Buradaki malumdan kasıt, meydana gelecek olan malumdur.
*** Bazen diyorlar ki: “Allah bildiği için diledi, dolayısıyla yine cebr yok.“
Cevap: Bu ifade, Allah’ın dilemesinin hadis olduğunu akla getiriyor. Sanki önce biliyor, sonra diliyor izlenimini veriyor. Madem böyle diyorsunuz, ne diye Allah’ın iradesine ezeli diyorsunuz? Zira bir şeyden sonra olan şeye ezeli denemez. Biz Kur’an’ın ezeli olmasıyla ilgili olarak mesela “Hz. Adem’in yasak ağaçtan yemesi hususunda daha Hz. Adem yaratılmadan önce Allah’ın ezeli kelamında onun Allah’a asi olacağı beyan edilmişti. Burada Hz. Adem’in özgürlüğü kalmaz” dediğimizde bu sefer onlar: “Allah o olayın öyle olacağını bildiği için, öyledir O’nun kelamı” derlerse; yine başta yaptığımız izah, bunun içinde geçerlidir.
*** Limoncuyla konuştum, ona iki limon gösterdim. Dedim ki: “Birini seç.” Soldakini seçti, dedim ki: “Senin soldakini seçmene Allah etki etti mi, etmedi mi? O kişi: “Etmedi” dedi. Bunun üzerine ben ona: “O halde Allah’ın etki etmediği ve dolayısıyla dilemediği bir şey mi oldu?” dedim.
*** Soru: Allah şerri irade eder mi?
*** Her değişmenin nedeni vardır. (Neden, Allah’ın dilemesidir.)
*** Maturidiler diyor ya: “Biz fiili yapmayı isteriz, peşine Allah fiili yaratır.”
Soru: Peki Allah kulun fiillerini isteyerek mi yaratır, yoksa istemeyerek mi yaratır? Eğer istemeyerek yaratır derlerse; deki: O halde Allah’ın istemediği bir şey oldu demiş olursunuz. Ve istemeyerek yaratmak acizlik olur, muhaldir. Zira onu birisi, istemediği bir şeyi yapmaya zorlamış gibi olur. Eğer isteyerek yaratır derlerse, de ki: O halde Allah, kulda isyan fiillerini yarattığında; mesela zina fiilini yarattığında, kulun kendisine isyan etmesini istemiş olur. Deseler ki: “Allah kulun istediğini ister” de ki: Kulun isteği hadistir. Allah’ın iradesi ise kadimdir. Dolayısıyla Allah’ın iradesi, kulun iradesini kapsar. Yani kul; Allah onun neyi dilemesini isterse, o ancak onu dileyebilir. Bunu reddederseniz, o halde siz neden Allah’ın iradesine ezeli dediniz?
*** Kitap: İbnu’l Arabi ve Kaza Kader Problemi Yazan: Hüdaverdi Adam
--- Sayfa 69: Bu farklar göz önüne alındığı takdirde Maturidi; Muhammed Zahid el-Kevseri’nin dediği gibi Mutezile ile Eş’ari arasında orta bir yerde olmadığı gibi, Mahmud Kasım’ın dediği gibi Mutezile mezhebine, Eş’ari mezhebinden daha yakın da değildir. Mahmud Kasım “Maturidi” ye, Eş’ari’den ziyade Mutezile’ye daha yakındır ve Eş’ari ile ancak çok az bir meselede ittifak etmiştir” dese de, bu düşünce doğru değildir.
Not: (Kevsevi, Tebyinü Kezibi’l - Müfteri, Mukaddime, 19; Mahmud Kasım, Menahicü’l - Edille Mukaddimesi, 18-116)
--- Sayfa 103 : Cebriyye’ye Göre İlm-i İlahi’nin Hudusu
Cehm b. Safvan onun tabilerinden Müşebbihe’den, Hişam b. Hakkem ile Mutezile’den, Ebu’l Huseyn el - Basri’ye göre Allah’ın cüz’iyyatı bilmesi, o cüz’iyyatın sonradan meydana gelmesiyle hadis olduğu gibi malumatın değişmesi ile de değişir. Onlara göre hadis ve cüz’i olan bir şeyin bilinmesi varlığına bağlıdır. Çünkü madum olan bir şeyin malum olması imkansızdır. Yine onlara göre “şey” mevcuttur. Çünkü, mevcut olmayan, varlığı bulunmayan şey değildir ki, bilinsin veya bilinmesin. Öyleyse var olmadan önce bir şeyin bilinmesi mümkün olmadığı gibi, eşya varlığını yitirip yok olunca da ona dair olan ilim devam etmez. Yani eşya var olmadan önce bilinmediği gibi yok olunca da bilinemez. Bu durumda malumat yenilendikçe Allah’ın da, yeni ilimleri meydana gelir ve bu hadis olan ilmiyle, hadis malumatı bilir. Bu minval üzere malumatın meydana gelişine göre ilimlerde birbirini takip eder, yani malumlar, yani eşya hep ilm-i ilahi’den öncedir.
Yani bu mezhep saliklerine göre Allah vukuundan önce hiçbir şeyi bilmez, onları ancak vukuu halinde bilir. Allahu Teala’nın ilminin hadis olduğuna ve malumatın değişmesiyle değiştiğine inanan Cebriyye, bu iddialarını bir kısım akli ve nakli delillerle de ispata çalışmıştır.
Yorum : Yukarıda geçen düşünceler Cebriyye’den olan Cehmiyye’ye aittir. Eş’ari mezhebi bu düşünceleri savunmamaktadır.
İlmin (İlm-i ilahi) herhangi bir mahalde kaim olmaması
Cebriyye’nin kanaatına göre bu hadis ve müteceddid ilim, herhangi bir mahalde kaim değildir. Çünkü bu ilmin Allahu Teala’nın Zat’ında meydana gelmesi mümkün olmadığı gibi, başka bir mahalde husulü de caiz değildir. Çünkü herhangi bir mahal ile kaim olmanın manası, o mahalin hükmünü alması demektir. Allah için bunu düşünmek de mümkün olmadığına göre zaruri olarak, Allah’ın onu herhangi bir mahalde kaim olmaksızın yarattığını kabul etmekten başka yol kalmamaktadır. Buradan şöyle bir sonuca gidilebilir. Cebriyye’ye göre ilim, ilm-i ilahi, Allahu Teala’nın Zat’ıyla kaim değildir. Onlara göre İlm-i İlahi yenilenen ve sonradan meydana gelendir. Eğer ilm-i ilahi Allahu Teala’nın Zat’ıyla kaim olsaydı, O’nun kadim hükmünü alması lazımdı. Allahu Teala’nın Zat’ı kadimdir. İlm-i İlahi herhangi bir cisimle de kaim değildir. Zira Allahu Teala’nın sıfatıdır. Eğer herhangi bir cisimle kaim olsaydı, o zaman da cismin sıfatı olurdu. Bundan dolayı onlar, ilmin mahalli olmadığını, söylemek zorunda kalmışlardır.
--- Sayfa 126: Mutezile’ye Göre İrade
Mutezile’nin hepsi Cenab-ı Hakk’ın mürid olduğu ve irade sıfatı ile muttasıf olduğu hususunda ittifak halindedirler. Onlara göre irade, fiili sıfatlardandır ve bir mahalde olmaksızın hadistir. İrade, murad olunan şeylerin tağayyürü ile tağayyür (değişme) eder, taaddüdü (çoğalma) ile de taaddüd eder. Mutezile’de bu görüşlere aykırı fikir beyan eden kişi sadece Bişr b. Mu’temir’dir. Ona göre irade sıfatının iki yönü vardır. O bir yönüyle zati sıfattır, bir yönüyle de yaratıklara ve muhdesata taalluk eden fiili sıfattır. Mutezile’den Nazzam ve Ka’bi iradeyi Cenab-ı Hakk’ın fiili, emri veya hikmeti olarak tefsir etmişlerdir. Çünkü lugat manası bundan başka bir şey değildir.
Onlara göre Allah’ın iradesi Zat’ına taalluk ederse fiili, mükelleflere (kullara) taalluk ederse emri, aleme taaluk ederse hikmetidir. Mutezile’den Ebu’l - Huseyn el - Basri’de, iradeyi ilme irca ederek ona “Daiye” adını verirken, Ebu’l - Huzeyl el - Allaf ise, Allah’ın iradesinin herhangi bir mahalde kaim olmaksızın hadis olduğunu söyleyen ilk kişi olmuştur. Aslında onu böyle bir fikre götüren de Allahu Teala’dan tecsimi nefyetme düşüncesidir. Çünkü irade bu görünür alemde, bir mahalle muhtaçtır ki, o da kalptir. Halbuki Allah cisim olmaktan münezzehtir ve iradesi de bir mahalle muhtaç değildir. Mutezile Allah’ın iradesinin hadis ve herhangi bir mahalde kaim olmamasını ispat için pek çok delil getirmiştir. Görüldüğü gibi Mutezile, iradeyi fiili sıfatlar arasında ele almakta ve onun hadis olduğunu kabul etmektedir. Yine onlara göre irade, herhangi bir mahalde kaim olmadığı gibi, tağayyür ve taaddüde de elverişli görünmektedir.
*** Allah’ın Amacı Yoktur
İspatı: Amaç edinmek acizliktir. Çünkü mesela birisi bir hususta bilgili olmayı amaç edinmiş olsun; dikkat edilirse kişi bilgili olmayı amaç edindiğinde, amaç edindiği konuda bilgisiz demektir. Yani bir şeyi amaç edinen, amaç edindiği anda, amaç edindiği şeyden yoksundur. Bilgili olmak kemaldir, olgunluktur; bilgisizlik eksikliktir, dolayısıyla eksiklik, noksanlık Allah için düşünülemeyeceği için, Allah’ın amacı olmaz, olamaz.
*** Bence kaderin sırrı şudur: Allah’ın dilemesinin nedeni yoktur. Yani cenneti, cehennemi, dünyayı, insanı yaratmasının aslında hiçbir nedeni yoktur. İşte ispatı: “Ezeli (öncesiz, başlangıcı olmayan) olan bir şeyin sebebi yoktur.” Şu demektir: Mesela biri üşür, palto giyer. Kişi palto giymeden önce üşümüştür. O halde görünüşte baktığımız zaman, palto giymenin sebebi üşümektir. Lakin üşüme olayı, paltonun giyilmesinden zaman olarak öncedir. Dolayısıyla bir şeyin sebebi, her zaman sebepliden, neticesinden önce gelir. Bu kabul edildiğinde devam edelim. Öncesiz (ezeli) olan bir şeyin sebebi yoktur, dedik. Soruyorum: “Öncesiz olan bir şeyin, öncesi olur mu?”, “Olmaz” denecektir. Zira eğer onun da öncesi olsaydı, ona öncesiz denmezdi. Görüldüğü gibi öncesiz olanın öncesi olmuyor. Lakin yukarıda ispat ettiğimiz üzere, bir şeyin sebebinin olması için muhakkak zaman olarak önceliğinin olması ve önceden olması gerekiyordu. Dolayısıyla öncesizliğin öncesi yoksa, o halde sebebi de olmaz. Sebebinin olması için daha öncesinin olması gerekir. Hal böyle olunca ”Ezeli olan bir şeyin sebebi yoktur” önermesinin doğruluğu sabit olur. Soruyorum: “Allah bu dünyayı yarattı ama, isteyerek mi yarattı, istemeyerek mi yarattı?”, “İsteyerek yarattı” denecek. Yani yaratması hadis ise de, ezeli iradesiyle oluyor. Soru: “Allah ezeli olarak mı irade sahibiydi, yoksa sonradan mı irade sahibi oldu?”, “Ezeli olarak irade sahibiydi” derler. Lakin sizinde gördüğünüz gibi ”Ezeli olan bir şeyin sebebi yoktur” önermesine göre, Allah’ın iradesi de ezeli olduğu için, onun da sebebi yoktur. Allah’ın yaptıkları ise, O’nun iradesiyle olunca; “O’nun yaptıklarının nedeni yoktur” demek durumundayız. İşte, kaderin sırrı budur diyorum. Yani nedensizlik, illetsizlik. Bununla beraber Kur’an’da ve hadislerde Allah’ın sanki amacı olduğu ya da yaptıklarının bir sebebi varmış gibi olduğunu ilk bakışta akla getiren ifadeler görüyoruz. İşte bu ifadeleri te’vil etmek, yani akla gelen ilk anlamı bırakıp, başka bir mana vermek lazımdır. Bu dünya imtihan dünyası da değildir. Mesela Hz. Adem’i yaratmadan önce de, onun yasak ağaçtan yiyeceğini biliyordu. Zaten rızık da Allah’tan. Ona zoraki yedirdi. Böyle imtihan olur mu? Olmaz elbette. Böyle ayet ve hadisleri uygun bir şekilde yorumlamak lazım geliyor.
*** Sebep sebepliden öncedir
Ezeli olan şeyin öncesi yoktur
O halde ezeli olan şeyin sebebi yoktur
Amaç edinmek, amaç edinilenin meydana gelmesinden zaman olarak öncedir
Allah’ın amacı olduğu varsayıldığında, O’nun iradesinin öncesinin olduğu kabul edilmiş olur
Ezeli olan şeyin öncesinin olması imkansız olduğundan, Allah’ın amacı olması muhaldir.
*** Zariyat 56: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım“ ayetinin tevili: Allah cinlerin ve insanların kendisine kulluk etme görevini onlara yüklemeyi istedi.
*** İmtihan işi Allah için imkansızdır. Biz imtihan diye geçen ayetleri te’vil etmek lazım dedik ve bir takım izahlar yaptık. Onlardan biri de ”Allah; sanki kullardan çıkan fiilleri bilmiyorda, bilmek isteyen birinin muamelesi gibi muamelede bulunuyor” şeklindeki izahımızdı. Şimdi bu hususta birkaç ayeti örnek vereceğim.
--- Muhammed 31: “Andolsun, biz, sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye kadar, sizi deneyeceğiz ve haberlerinizi de sınayacağız (açıklayacağız).”
--- Yorum: Allah denemeden bahsediyor. “Mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye kadar”, diyor. Peki ama onları yaratmadan önce, kimin mücahid ve kimin sabreden olduğunu bilmiyor mu? Biliyor; ama böyle ifade ediyor. Yani böyle şeyler Kur’an’da vardır. Ve bizim imtihan ifadesiyle ilgili yaptığımız yorumlar tuhaf görülmemelidir.
Bakara 143: “Ey habib-i zişanım; senin teveccüh ettiğin kıbleyi biz meşru kılmadık, illa Resulümüze ittiba edip devam edenlerle ittibaı terkle arkasına dönüp irtidad edenleri bilelim için meşru kıldık ve kıbleyi tahvil çok kimseler üzerine elbette ağır ve büyük bir iş oldu, illa Allah’ın hidayette kıldığı kimseler üzerine ağır olmadı.”
Al-i İmran 140: “Eğer size bir yare dokunmuş ise şüphesiz o kavmede onun misli bir yare dokunmuştur. Ve o günleri biz nas arasında döndürürüz. Ve Allah Teala’nın iman edenleri bilmesi ve sizden şahidler ittihaz etmesi içindir. Ve Allah Teala zalimleri sevmez.”
*** Soru: İnsan kadere mi bağlıdır, yoksa hür müdür?
*** İnsanı yanlışa düşüreceğini bile bile Allah şeytanı niçin yarattı?
Cevap: Allah şeytanın sapmasını ve saptırmaya vesile olmasını istedi. Allahın istemesinin nedeni yoktur.
*** Bu alem mümkün alemler içerisindekilerin en iyisi midir?
Cevap: Değildir. Zira dünyada birçok şer mevcuttur. Allah isteseydi bu kadar şer olmazdı. Dolayısıyla bu dünyanın mümkün dünyalar içinde en iyisi olmadığı sabit olur. O halde Allah daha iyi bir dünya hayatı yaratabileceği halde yaratmamış demektir. Sonuç olarak daha iyi bir dünya hayatı değilde, içinde yaşadığımız dünya hayatının mevcut olmasını irade eden Allahtır.
*** Soru: Allah neyi irade ettiğini bilir mi?
Bilir denirse; bilmesi, ilmi ezeli olunca o halde bildiği; irade etmesi de ezeli demektir. Mutezile Allah’ın iradesine hadis, ilmine ise kadim diyor.
*** Gözle Görmediğimizin Delili
Kişi uyur rüya görür. Halbuki rüya görürken gözü kapalıdır. Demek ki gözüyle görmüyor. Denilse ki: “ben daha evelden gördüğüm şeylerden dolayı öyle rüya görüyorum” derim ki: “Sen evvelden çileği gördün diyelim. Onu istediğin kadar düşün, çileği görüyor musun? Hayır görmüyorsun. Diyelim sen rüyadayken çilek görmeyi istedin; Allah o görüntüyü görmeni yaratmadıkça çileği göremezsin. Demek ki biz rüyada iken gözlerimiz ile görmüyoruz. Aslında günlük hayatımızda da gözlerimizle görmüyoruz. Sünnetullah (Allah’ın adeti) olarak, bir cisme baktığımızda Allah onun görüntüsünü görmemizi yaratıyor. Bakmadığımızda yaratmıyor. Olay budur.
*** Mekansız mahluk olmaz. Mekan da mahluktur. Her mahluğun kapladığı bir mekan, yer vardır. Ve her mahluk sınırlıdır. Dolayısıyla eni, boyu vardır. Allah her mekanı görür ve mekandakini de görür. Cisimler iki çeşittir. Birincisi bizim gördüklerimiz, ikincisi göremediklerimiz. Göremediklerimiz latif cisimlerdir. Mesela biz melekleri göremiyoruz; melekler latif cisimdir, mahluktur ve yer kaplar. Lakin Allah onları görmez mi? Görür. Binaenaleyh düşüncelerimiz de, ses de, iman da, küfür de mahluktur. O halde Allah bunları da görür. Lafın kısası Allah her yarattığını görür. Kim ki bu dediklerimizi reddeder ve “Öyle şey olur mu, elbette Allah’ın yarattıkları içinde görmedikleri de vardır” derse; o kişi Allah’ın ezeli bir sıfatı olan Basar sıfatında, görmesinde eksiklik kabul etmiş olacağından; yani “Allah’ın görmediği şeyler de var” diye inanmış olacağından bu inanç küfür olur. Şey ise mevcut demektir.
*** Deniyor ki: Böyle konuşma veya yapma dinden çıkarsın Allah muhafaza (korusun). Demek ki dinden çıkanları, dinden çıkmaktan korumuyor demektir. Yine kötü insanlardan bahsedilirken deniyor ki: “Allah ıslah etsin”; demek ki ıslah olmamış kimseleri Allah ıslah etmedi öyle mi?

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Alem, uzay cisimdir. Her cisim sınırlıdır. Her sınırlı olan mahluktur. Dolayısıyla alem de, uzay da sınırlıdır. Bu hususta akli delilim şudur:
_ Kitap: İslam Felsefesinde Allah’ın Varlığının Delilleri Yazar: Prof. Dr. İbrahim Agah Çubukçu
sayfa 21: Kindi alemin hudusunu ispatlamak için riyazi sağlamlıkta bir takım önermelere dayanmıştır. Ayrıca alemin sonsuz olduğunu farzetmiştir. Daha doğrusu riyazi sağlamlıkta olan önermelere dayanarak alemin sonsuz olacağı faraziyesinin çürüklüğünü göstermiştir. Kindi’nin dayandığı bu önermeler şunlardır:
Aynı cinsten olan ve birbirinden büyük bulunmayan iki kemiyet eşittirler.
Bütün buutları ve cüzleri ile birbirinden farksız olan kemiyetler bilfiil ve bilkuvve yekdiğerine eşittirler.
Sonlu kemiyetler, sonsuz olamazlar.
Eşit şeylerden birine aynı cinsten diğer bir şey katılınca eşitlik bozulur. Kendisine katkı yapılan şey, eski halinden daha büyük olur.
Sonlu kemiyetlerin bir araya gelmesiyle vücut bulan şey, sonlu olur. Başka bir deyimle aynı cinsten sonlu kemiyetlerden bazısı sonlu olunca tamamı da sonlu olur.
Aynı cinsten sonsuz iki kemiyetin biri diğerinden daha az veya daha çok olamaz.
Kindi bu önermelere dayanarak alemin sonlu ve dolayısıyla hadis olduğunu ispatlamıştır. Alemi sonsuz farzederek girişilecek ispatın, böyle bir faraziyeyi muhalle sonuçlandıracağını göstermiştir:
Sonsuz bir cismin bilfiil varlığını farzedelim. Bundan belli ve sonlu bir parça koparıldığını düşünelim. Cismin geriye kalan kısmı ya sonlu olur veya sonsuz olur. Eğer cismin geriye kalan kısmı sonlu olursa, sözü geçen 5 nci madde gereğince cismin tamamı sonlu olmuş olur. O halde burada açık bir çelişki vardır. Çünkü bir cismin hem sonsuz, hem sonlu olduğu sonucuna varıldı.
Şimdi de diğer ihtimal üzerinde duralım: Cismin geriye kalan kısmının sonsuz olduğunu düşünelim. Buna cisimden ayrılan parçayı katınca hasıl olan miktar, bu katkı yapılmadan önceki miktardan ya büyük olur, yahut da ona eşit olur. Eğer büyük olursa, sonsuz olanın, sonsuz olandan daha çok olması gerekir ki bu da bizi sözü geçen 6 ncı madde gereğince muhale götürür. Çünkü sonsuz olan iki kemiyetten birinin diğerinden daha az veya çok olması düşünülemez.
Eğer parçayı katmakla hasıl olan miktar, kendisine katkı yapılan miktara eşit olursa, bir miktara diğer bir miktar katılınca eşitlik bozulmuyor demektir. Bu ise sözü geçen 4 ncü maddeye aykırıdır. Cüz, büyük miktara katılınca aynı büyüklüğün değişmemesi cüzle kül arasında farkın bulunmadığı sonucunu verir. Yahut parça ile bütünün aynı büyüklükte olduğu düşüncesini doğurur. Bu ise açık bir çelişkidir.
Bütün bu faraziyeler muhale ve çelişkiye götürdüğünden bir cismin bilfiil sonsuz olamayacağı sonucu çıkar. Başka bir deyimle, kemiyet sahibi şeyin, bilfiil sonsuz olamayacağı anlaşılır. Bu da alemin kadim olmadığını, sonlu olduğunu ve başlangıcı bulunduğunu gösterir. Bu demektir ki alem hadistir. Alem hadis olunca bir muhdise ihtiyaç gösterir. Bu muhdis de Yüce Allah’tır.
*** Mevcudatta Allah’ın yaratmadığı bir şey var mıdır?
Aynadaki görüntün, bıçak, gazete, araba, televizyon bunlar şey midir?
Peki bunları Allah mı yarattı?
Şey: mevcut olan
Cevap: Bunları da Allah yarattı ve varoldukları sürece yaratılmaları devam etmektedir.
*** İnsan, dağ, taş, televizyon, kalem Allah’a 1 saat mi, 1 saniye mi yoksa varolduğu her an mı muhtaçtır? Eğer her şey varolduğu müddetçe Allah’a muhtaç dersen, şeylerin varlıkta tutulmalarının Allah’ın etkisiyle olduğunu kabul ettin demektir. Allah’ın etki etmesi ise yaratması manasındadır. Bu da cisimlerin varolduğu müddetçe yaratılmasının devam ettiğini gösterir. Yani daha evvel izahı yapılmış olan Teceddüd-i Emsal prensibi. Eğer bu şeyler varlığını sürdürmek için Allah’a muhtaç değildir dersen, bu Allah’tan müstağni olmayı gerektirir derim.
*** Kitap: Karabaği ve Tehafüt’ü Yazar: Abdurrahim Güzel
--- Sayfa 197: Hocazade, filozofların Tatbik Burhanı’nın dışında, illetlerin teselsülünün imkansızlığı hakkında bir başka delilleri olduğunu söyler. Sözkonusu delil kısaca şöyledir: Her mümkünün sonsuza kadar bir başka mümküne dayandığını kabul edersek, bu mümkünler silsilesini de ilave ve çıkarma yapmadan ele alırsak, bu durumda, varlığında kendisinden başka diğer parçalara da ihtiyaç duyması sebebiyle bu bütünün de mümkün olacağı kesindir. O halde bu bütün, mümkün olması itibariyle bir illete muhtaç olacaktır. Bu illetin ne olacağı hususuna gelince;
Bu bütünün kendisi, kendisinin illeti olamaz. Şayet kendi kendisinin illeti olursa, o şeyin kendi kendisinden önce gelmesi gerekir ki, bu imkansızdır.
Bu bütünün, bir parçası da, O’nun illeti olamaz. Çünkü bir bütünü meydana getiren, aynı zamanda zorunlu olarak bütünün parçalarını da meydana getirir. Bu ise birinci ihtimalde anlatıldığı üzere parçanın kendi kendisini meydana getirmesi olacaktır ki, bu da imkansızdır.
Geriye son bir ihtimal kalır ki, o da bu illetin, bu bütünün dışında bir şey olmasıdır. Bütünün dışındaki bu illetin en azından bu silsilenin parçalarından birisini meydana getireceği şüphesizdir.(1) Bu parça, illetten malule doğru giden doğrultuda, en son veya aradaki bir parçası olamaz. Çünkü, bu harici illetin müstakil bir illet olduğu kabul edildiği takdirde, bu son veya ara parçaların iki illeti olmuş olacaktır. Müstakil bir illet olmadığı kabul edildiği takdirde, o müstakil bir illete ilave edilmiş olacaktır. Çünkü bu silsilenin her parçası, bir sonraki parça için bir illet durumundadır. O halde bu harici illetin varlığa getireceği parça, bu silsilenin ilk parçası olacaktır. Bu durumda da bu hadise illet cihetine geçer. Böylece de silsile bir son bulur. Halbuki önceden bu silsilenin kesilmeyen sonsuza giden bir silsile olduğu kabul edilmişti. Sonuç olarak, bunun yanlış olduğu ispat edilmiş olur.
(1): Bu arada Hocazade şunları ilave ediyor: “… Çünkü eğer bu silsilenin parçalarından her birisi, bu harici illetin dışında birisi tarafından varlığa getirilseydi, bütünün, yani bu silsilenin kendisi de aynı zamanda bu harici illetin dışında biri tarafından varlığa getirilirdi. Çünkü; bütünde, parçaların dışında başka birşey yoktur. Bu durumda bu harici illet, bu bütünün illeti olmazdı. Halbuki biraz önce bunun aksi, yani harici illetin, bu bütünün illeti olacağı, gösterilmiş, kabul edilmişti. O halde, harici illetin, bu silsilenin parçalarından birisini varlığa getiren şey olacağı ortaya konmuştur. Şimdi bu duruma göre, bu illetin, bu silsilenin bir ferdinin ya bağımlı olarak ya da bağımsız olarak illeti olması zorunludur. Bu harici illetin eseri olan bu bütüne ait parçanın, bu silsilenin en son eseri veya aradaki bir eseri olması caiz değildir. Çünkü; aksi takdirde, bu harici illetin bağımsız olduğu kabul edildiğinde bir tek eserin iki illeti olması, bağımsız olmadığı kabul edildiğinde, onun bağımsız bir illete ilave edilmesi gerekir. Çünkü; bu silsilenin parçalarından bölümlerinden herbirinin, kendisinden sonra gelen üzerinde bağımsız olarak tesirde bulunduğunu, onun illeti olduğunu daha önceden kabul etmiştik. Öyleyse netice olarak; bu sözkonusu parçanın, silsilenin diğer bir ferdi olacağı ve bununla da bu teselsülün kesin olarak bir son bulacağı ortaya çıkar.” (Not: Bu dipnot aynı delilin 103. sayfadaki izahıdır.)
--- Sayfa 199: Bu görüşünü te’yid için de Curcani’nin şu sözlerini nakleder:
Söz konusu silsilenin bazısının, diğer bazısını varlığa getirmede, ortağı bulunmayacak şekilde müstakil olarak icad eden bir illet olması caiz olmaz. Eğer bu caiz olursa, alemin bazısı kendi kendisinin illeti olur. Çünkü; bu mümkündür ve onun için mutlaka müessir bir illet lazımdır. Bu müessir illetin de, bu bazısının dışında olması mümkün değildir. Aksi takdirde bu bazısı, silsileye tesirde müstakil olmayıp, bilakis bunun bu tesirde bir ortağı olur. Böylece mümkünün ve vacibin bir arada bulunması gibi, bu farzedilen silsilede, bu silsilenin bir kısmının müessire ihtiyaç duymaması mümkün değildir.
*** Kitap: İstencin özgürlüğü üzerine Yazar: Arthur Schopenhaue

--- Sayfa 79: Diğer taraftan, istencin özgürlüğünü savunmada şu üç neden Augustinus’u teşvik eder:
Özgür istenci inkar ettikleri ve başka bir şer ve kötülük kaynağını kabul ettikleri için karşısına “Özgür İstenç Üzerine” adlı kitabını açıkça yönelttiği Maniliğe muhalefeti. (Ruhun Niceliği Üzerine) adlı kitabının son bölümünde bundan alayla bahseder. “İnsanlara seçme hakkı verilmiştir ve bu gerçeğin altını şeytanca akıl yürütmelerle kazmaya çalışanlar öylesine kördür ki…”
İnsanın ahlaki sorumluluğunu Tanrının adaletiyle uyumlu kılma zorunluluğu. Yani, Augustinus’un keskin zekası, bertaraf edilmesi bildiğim kadarıyla üç istisna dışında - ki bu yüzden hemen daha yakından gözlemleyeceğimiz - tüm filozofların sanki hiç varolmamış gibi sessiz ve kibarca kaçacakları kadar zor olan o çok ciddi problemi fark etmeme hatasına düşmedi. Ayrıca Augustinus ondan, kitaplarının hemen başlangıç kelimelerinde cömert bir samimiyetle, dobra dobra şöyle bahseder: ”Lütfen söyle bana, Tanrı şeytanın yaratıcısı değil miydi?” (3) ve sonra hemen ikinci bölümde ayrıntılara girer: “Ruhum şu sorudan rahatsız oluyor: Günahlar Tanrının meydana getirdiği ruhlardan geliyorsa günahların doğrudan Tanrıya geri dönmesinden farklı bir sonuca varmak nasıl mümkün olur?”
(3) Özgür Seçme İstenci Üzerine
*** Allah’ın ruhu yoktur diyorum. Bu husustaki (Hicr 29, Sad 72, Secde 9) ayetlerin te’vili icab edip, zahiri alınamaz. Zira eğer “Allah’ın ruhu vardır” denirse, bu ruh ezeli olacak demektir. İnsana ruhundan üfürmesi ayetlerinin zahiri alınırsa; hadis olan insanda, ezeli bir şeyin parçası mevcut oluyor gibi olur. Halbuki ezeli olan şeyde değişme, parçalara bölünme olmaz. Ve yine ezeli olan şey hadis olan şeye ya da hadis olan şey ezeli olan şeye mahal (yer) olamaz. Yani ezeli olan ile hadis olan birleşemez. Bunlar sabit olunca bu husustaki ayetlerin zahirinin alınamayacağı sabit olur. Lakin denirse ki: “Allah’ın ruhu vardır lakin keyfiyetini bilmiyoruz.” Derim ki: “Mekansız ruh olur mu?” olmaz. Zira bizim ruhumuz latif cisimdir ve yer kaplar. Allah ise mekandan münezzehtir. Ezeli olan bir şey mekanda olmaz. Çünkü evvelden izahı geçtiği gibi her cisim sonludur ve hadistir. Zira her cisim parçalardan mürekkeptir ve parçalarına muhtaçtır. Bir şeye muhtaç olan ise ezeli olamaz. Her mekan ise cisimdir. Dolayısıyla her mekan hadistir. Ezeli olan ise, hadisten önce de mevcuttur. (Allah alemden zat itibariyle öncedir, zaman itibariyle değil) Eğer ezeli olanın mekanda olduğu söylenirse, sorarım: “Peki mekan yokken ezeli mevcut neredeydi?” Görüldüğü gibi ezeli olan şey mekanda olamaz. Eğer sonradan mekanda oldu denirse, derim ki: “Ezeli olan şey değişmeyi kabul etmez.” Dolayısıyla Allah’ın ruhu olduğu kabul edilirse, ruh mekan kaplayacağından dolayı; Allah’ın cisim olduğuna inanılmış olur. Zaten bu söz yani: “Allah’ın ruhu vardır ama keyfiyetini bilemeyiz” şuna benzemektedir: “Allah’ın eli, yüzü vardır ama keyfiyetini bilemeyiz.” Nasıl ki bu söz küfür olursa diğeri de küfür olur. Zira ikisi de Allah’a cisim demeye varır. Velev ki bu sözleri söyleyen Allah’ın mekandan ve cisim olmaktan münezzeh olduğunu söylemiş ve bu inançta olduğunu düşünmüş olsun!
*** Acıma, merhamet etme; bu ifadeler bizim kullandığımız anlamlarıyla Allah için düşünülemez. Çünkü birine acırsanız ve ona merhamet ederseniz, o kişinin bulunduğu halde olmasını istemiyorsunuz demektir. Bu insanların bakış açısına göre böyledir. Halbuki Allah için bu ifadeler düşünüldüğünde bu kişilerin o acınası, merhamet edilesi halde olmasını zaten Allah irade etmiş oluyor. Yine affetme ifadesi için de aynı sözleri söyleyebiliriz. Zira affedeceği kulunun günahlarını, zaten ona kendisi işletiyor.
*** Televizyonda birisi vaaz verirken dedi ki: “Allah mekandan münezzehtir, Allah her yerdedir.” Soruyorum: Her yer ifadesi her mekan manasına gelmez mi? Eğer Allah her yerde denirse bu mekanı da Allah yarattığından; mekanı yaratmadan önce neredeydi? O bakımdan Allah her yerdedir diyen kafir olur. Çünkü mekanda olan cisim demektir. Ve bu ifade Allah’a cisim demeye varır. Doğrusu şudur ki: Allah hiçbir yerde değildir.
*** Allah’ın iradesi ezeli midir? hayır derlerse hadis demiş olurlar. Soruyorum: Kabul ettiğiniz bu hadis irade kendi kendisinin mi sebebidir yoksa onu Allah mı yarattı? Allah yarattı derler. Soruyorum: Size göre Allah hadis iradesini isteyerek mi yarattı, istemeyerek mi yarattı? “isteyerek yarattı” derlerse, o halde bahsettikleri hadis irade yaratılmadan önce de Allah’ın iradesinin olduğunu ikrar etmiş olurlar ki bu O’nun ezeli iradesidir. Bunu da kabul etmezlerse onlar o halde Allah’ın hadis iradesini istemeden yarattığını söylemek zorunda kalırlar. Mutezile, Allah’ın iradesinin mahalde kaim olmaksızın hadis olduğunu söylemiştir. Hadis olan her şey mahluktur. Her mahluk mekan kaplar. Mesela havadaki kuş, onun kapladığı alan onun hacmidir.
*** “Gerçek olan akla uygundur; akla uygun olan da gerçektir” (Hegel)
*** Kalabalık bir ortamda oradakilere şu soruyu sorun: Oturuyorken ayağa kalkın ya da elinizi bacağınıza vurun ve deyin ki: Bu kader mi? Tahminim çoğunluğu hayır diyecek veya susup kalacak.
***Allah, alemi yaratmadığında da görüyordu; Nitekim alemi yaratmadığında da biliyordu. Düşünelim; “Allah ilk gül'ü yaratmadan önce o gülü görmüyordu” denildiği zaman gülün nasıl göründüğünü bilmiyordu denilmiş olur. Zira nasıl göründüğünü bilmemek demek, görünümünü bilmemek demektir. Allah için cehil söz konusu olamayacağı için bir şeyi yaratmadan önce onun her şeyini bildiğinden onu gördüğü de ortaya çıkar. Allah, alemi yaratmadığında da duyuyordu; zira alemi yaratmadığında da alemi biliyordu. Düşünelim; Allah ilk sesi yaratmadan önce bu sesi duymuyordu denildiği zaman sesin nasıl olduğunu bilmiyordu denilmiş olur. Zira sesin nasıl olduğunu bilmemek demek sesi bilmemek demektir. Allah için sonradan meydana gelecek bir şeyi bilmemek söz konusu olamayacağı için ve bir şeyi yaratmadan önce onun her şeyini bildiğinden onu duyduğu ortaya çıkar. Zaten Allah’ın görmesi ve duyması ezelidir. Ezeli olan şeyde ise değişiklik olmaz. Eğer Allah alemi yaratmadan önce alemi duymuyor ve görmüyordu denilirse; bu ifade şu manaya gelir: Önce alemi duymuyor, görmüyordu; daha sonra alemi duydu ve gördü. Bu ifade ise değişikliği ifade eder. Ezeli olan şeye ise etki edip onun vasfını değiştirecek sebep yoktur. Zira sebep sebepliden önce olur. Halbuki ezeli olanın zaman olarak öncesi yoktur. Zaten olsaydı o ezeli olamazdı.
*** Alem Allah’tan gayrısı demektir. “Alemin Rabbi, Alemin yaratıcısı” ifadelerini kabul ediyor musunuz? evet derseniz, biz insanlar, fiillerimiz, düşüncelerimiz ve cüzi irademiz de alemin içindedir, alemden sayılır. Dolayısıyla bu saydıklarımın da Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiklerini kabul etmeniz gerekmez mi?
*** İnsan Allah’ın murad ettiği şeye muhalif bir şey yapabilir mi?
*** Bir insan çalıntı yiyeceklerle yaşarsa, bunlar ona Allah’ın verdiği rızık mıdır?


NOT: Buradan itibaren özellikle forumlarda yazdığım yazıların çoğunluğunu oluşturduğu yazıları ekleyeceğim Tarih: Ağustos 2005. Çok fikrimi de değiştirdim; dediğim gibi sonradan yazdıklarım geçerlidir ancak evvelden yazdıklarım piyasadaki kitaplara cevap niteliği taşıdığından dolayı önceki yazılarımı silmedim.



Genelde Forumlara Yazdığım Yazılar

*** Allah’ın iradesi mi bizim irademize tabi yoksa bizim irademiz mi Allah’ın iradesine tabi?

*** Seçmek düşünmek midir, seçimlerimiz düşünce midir? “Evet” derseniz, soruyorum: Düşüncelerimizi Allah mı yaratır? “Evet” derseniz; o halde seçimlerimizi de Allah yaratmış demektir.

*** Konu alemin kıdemi (ezeliyeti): Soruyorum Allah’ın yaratması var mı? “Evet” dersen, yine soruyorum: Bu yaratması ezeli mi, sonradan mı? Eğer “sonradan” dersen; halbuki her hadis (sonradan olan) mahluktur ( yaratılmıştır). O halde o yaratmanın da, yaratıldığını söylemek durumunda kalırsın. “Onu yaratan, yaratıcılıkta hadis (sonradan) dersen, onu ne yarattı? diye sorarım ve teselsül olur. O halde “Allah’ın yaratması ezeli” dersen bak ne oldu: O zaman yaratılan ilk şeyi düşün; o halde onun da ezeli olması lazım gelmiyor mu ne dersin? Mesela bak, Allah’ın kudreti var ve bu ezelidir; kitaplarda böyle anlatılır. Soruyorum: Allah kurdetiyle mi yaratır? “Evet” dersen bak ne oldu: Alem (Allah’tan başka herşey) sonradan oldu; yani Allah alemi sonradan yarattı dersen, o halde bu sonradanlık ne demektir? Allah bu sonralığın gelmesini mi bekledi? Nedir bu? Eğer “Allah bekledi; önce yaratmadı sonra yarattı” dersen. O halde Allah’ta bir değişmeyi kabul ettin demek olur. Çünkü “kudreti ezelidir; önce yaratmadı, sonra yarattı; dolayısıyle kudreti bu işin olmasına taaalluk (bağlı ,ilgili) etti” dersen; bak ne oldu: Kudreti önce yaratmıyor, sonra yaratıyor oluyor ve bu kudrette bir değişmeyi beraberinde getiriyor. Halbuki ezeli olan değişme kabul etmez. Bir de diğer açıdan bakarsak; yani aleme “ezeli” dersek; bu sefer de başka problem var, şöyle ki: Yaratmaktan bahsedildiğinde zaten yaratılan için öncesinde yokluktan bahsetmek ya da başka bir şeyden bahsetmek lazım gelir. Sonuçta bir değişimdir. Mesela insanın çamurdan yaratılışı gibi; bak insan yoktu; var oldu, yaratıldı çamurdan. Fakat ben şunu diyorum: Yaratılan ilk şeyden bahsediyorum: Bunun için konuşursak ve buna “ezeli” dersek; ama ezeli ise değişmez ve yaratılan şey için de ezeli demek göründüğü kadarıyla bir çelişkidir. Lafın özü şunu soruyorum: Yaratılma konusunda, “Allah vardı ve sonra alem oldu” dendiğinde: Allah yaratmak için bekledi mi, beklemedi mi? “Beklemedi” dersen, alem ezeli demiş olmuyor musun? Eğer “bekledi” dersen, “neyi bekledi?” diye sorulur. Zamanını bekledi dersen. O halde zamanın varlığını kabul ediyorsun demektir. Yani kafam karışık; bu konu zaten çok derin.


*** Mesela ben yere yatmayı düşünüyorum; soru: Allah bu düşünceyi irade edip yarattığı için mi ben bu düşünceyi düşündüm yoksa irade etmeyip yaratmadığı halde mi ben bu düşünceyi düşündüm. Yani lafın özü düşüncelerimizi (cüzi irade) Allah mı yaratır, biz mi yaratırız yoksa bu düşünceler kendi kendine mi meydana gelir? Esas düğüm yeri burasıdır. Maturidiler ve insanın özgür iradesini savunanlar, cüzi iradeyi yani düşüncelerimizi Allah yaratmaz derler. Bunu kafanıza iyice sokun....


*** “Allah bildiği için yazdı” demeye getiriyorsun; mesela Adem’in yasak ağaçtan yiyeceğini Allah o yemeden önce biliyordu. Dolayısıyla “ilim maluma tabidir,” yani bilinene tabidir, tesir etmez diyorsunuz. Cevap : Ama Adem’in yasak ağaçtan yemesi, yani bahsi geçen Allah’ın bildiği fiil yine Allah’ın iradesiyle gerçekleşmedi mi? Eğer bu soruya “evet Allah’ın iradesiyle vuku buldu bu hadise” derseniz, bakın ne oldu? Allah onun yasak ağaçtan yemesini irade etmiş oldu ve Allah’ın irade ettiği bir fiilin meydana gelmesini Adem engelleyemez. O zaman anladık ki Adem bu fiili yapmaya mecbur oldu.


*** "Allah istese insan kılığına girebilir." Biri forumda bunu dedi.
Cevap: Bunu diyen kafir olur; "insan kılığına girebilir" demek “Allah cisim de olabilir” demek olur. Cisim ise parçalardan oluşmuştur ve her parçalardan oluşan kendisini oluşturana muhtaçtır. O bakımdan her cisim sonradan olur ve yaratılmıştır. Halbuki Allah yaratılmamıştır, dolayısıyla Allah cisim olamaz ve bunun olmayacağını Allah bilir.
ikinci sorun şu: Hz. Adem yasak ağaçtan yemeseydi ne olacaktı?
Cevap: Hz. Adem yasak ağaçtan yemek zorundaydı. Rızık Allah’tandır ve haram da rızıktır. O bakımdan Hz. Adem’e de esasen Allah zorla yasak ağaçtan yedirmiştir ve herşey Allahın iradesiyle olduğuna göre Hz. Adem’in bu fiili de yine Allah’ın iradesiyle vuku buldu ve Hz. Adem, Allah’ın irade ettiği fiili engellemeye kadir olamaz. Bu bakımdan Hz. Adem, Allah’ın zorlamasıyla yasak ağaçtan yedi. Bu sırada bana şöyle soruluyor: O halde şeytan ne? Yani o, ona vesvese vermedi mi?
Cevap: Evet verdi, ama şeytan da Hz. Adem gibi fiillerini ve düşüncelerini yaratamaz. Şeytanın düşünceleri ve fiilleri de Allah’ın yaratmasıyla mevcut bulur; dolayısıyla şeytanın Hz. Adem’e vesvese vermesini Allah istedi ve şeytanın vesevesi vermesini yarattı. Tabii ki şeytan da Allah’ın, kendisinde yarattığı fiili yapmamama kadir olamaz. O bakımdan şeytan da bu yaptıklarını Allah’ın iradesiyle, yani zolamasıyla yaptı. Dersen ki bana: O halde bu dünya imtihan değil mi?
Cevap: elbette değil. Allah sonradan olacak herşeyi daha o olmadan önce bilmiyor mu? Biliyor, bu nasıl imtihan o zaman. İmtihan değil. Fakat Kuran da imtihan ile ilgili ayetler var (mesela Mülk 2). İşte bu ayetlerin zahiri (görünüşü) alınamaz, te’vil edimesi gerekir. Yani başka manalar vermek gerekir.

*** Bir bedevi, Amr b. Ubeyd'inde bulunduğu bir ders halkasının başında durdu ve dedi ki: “Ey adamlar benim devem çalındı. Allah’a devemi bana geri döndürmesi için dua ediniz.” Amr b. Ubeyd dedi ki: “Allah’ım sen bunun devesinin çalınmasını murad etmediğin halde çalındı. Bu deveyi ona geri çevir.” Bedevi arap dedi ki: “Senin dua etmene benim ihtiyacım yok!” Amr: “Niye?” deyince, şu cevabı verdi: “O dilemediği halde devem çalındığı gibi, geri döndürülmesini istediği halde geri döndürülmeyeceğinden korkarım” dedi.
Yorum: Bana sorarsanız bu rivayet uydurmadır; ama devam edelim: Amr b. Ubeyd, Mutezile’dendir ve bu mezhebe göre Allah şerri irade etmez ve bu mezhep iradeyi; emretmek, razı olmak manasına alır. Yani Amr, özgür iradeyi savunur.

*** 1- Rızık Allah’tan mı? İçki içmek rızık mı? İçki içmek Allah’tan mı? (Haramda rızıktır Maturidilere göre)
2- Herşey Allah’ın dilemesiyle mi olur? Zina yapanlar var, Allah’a sövenler var. Bunlarda mı Allah’ın dilemesiyle oldu?
3- Allah günahların işlenmesini diler mi? Günahlar işleniyor mu? O halde dünyada Allah’ın dilemesinin, iradesinin dışında bir şey mi oluyor?
4- Kadere hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanıyor musunuz? Zina yapmak şer midir? Zina yapmak Allah’tan mıdır? Hani, hayır ve şer Allah’tandı ya...
5- "Allah’ım bizi kötü yola düşürme, yolumuzu saptırma" diye dua ediyor musunuz? Demek ki bizi kötü yola düşüren ve yolumuzu saptıran kimmiş?
6- Allah şerri irade eder mi? İster mi, diler mi? “Hayır” dersen, Allah’ın dilemesi dışında mı oluyor bu şerler?
7- İnsan kadere mi bağlıdır, yoksa hür müdür?
8- Şimdi, senin bu yazıları okuman kader mi?
9- Allah dilemeseydi sen bu yazıları okuyabilecek miydin?
10- Önünde iki meyve var, elma ve çilek; seç birini. Senin bu seçimin Allah’ın iradesiyle mi oldu yoksa iradesi dışında mı oldu?
11- İnsan Allah’ın murad ettiği (istediği, dilediği) şeye muhalif bir şey yapabilir mi?
12- Bir insan çalıntı yiyeceklerle yaşarsa, bunlar ona Allah’ın verdiği rızık mıdır?
13- Allah mahlukatının (yaratıklarının) kendisine itaat etmeden önce, itaat edecek olmalarını ve O'na isyan etmeden önce isyan edecek olmalarını irade etmiş miydi? Bu soruya “hayır” derseniz, Allah’ın iradesinin ezeli olduğunu reddetttiniz demektir. Eğer "bildiği için diledi" derseniz, bunun da cevabı sitededir.
14- Siz bu yazıları okumadan önce Allah bu yazıyı okuyacağınızı biliyor muydu, bilmiyor muydu? “Biliyordu” derseniz, soruyorum: Bildiği gibi olmasını mı diledi yoksa bildiğinin aksine olmasını mı diledi? "Bildiği gibi olmasını diledi" derseniz, sizin bu yazıyı okumanızı Allah’ın irade etmiş olduğunu kabul ettiniz demektir ve siz Allah’ın irade ettiği bir fiili, hareketi engelleyebilir misiniz? "Hayır engelleyemem" derseniz, demek ki siz bu yazıları Allah’ın zorlamasıyla, mecburen, tıpış tıpış okudunuz. Ne dersiniz bu işe?
Bu soruları ne kadar bilgili olursa olsun “insanın hür iradesi” olduğunu savunan kişilere sorarsanız, yüzü kıpkırmızı kesileceğini tahmin etmekteyim. Gece uyuyamaz tahminime göre; sorun görün. Defalarca söylediğim gibi peygamberin kader hadislerinde, insanın özgür iradesi olmadığı anlatılır. Bu hadisleri de onlara sorarsanız yine kıpkırmızı olurlar. Hadi sorun artık! Cüzi irade vardır, bizim tercihlerimiz vardır, ama bunlar sonuçta düşüncedir ve düşüncelerimiz de Allah’ın yaratmasıyla oluşur; dolayısıyla aslında biz de Allah hangi düşünceyi yaratırsa, biz o düşünceyi düşünebiliriz.


*** Forumda biri diyor ki: “Kendini tanıt ve niçin bu yazıları yazma gereği duydun?”
Cevap: Ben 1976 doğumluyum. Hiç kimseden dini eğitim almışlığım yoktur. Kuran’ı okumayı bile kendim kasetlerden öğrendim; fakat günde ortalama 7-8 saat kitap okurdum yine okuyorum, beş yıl önce kader hususunda piyasadaki dönen dolapları yavaş yavaş hissetmeye başladım. Olaylar şöyle cereyan etti: Senin de yazıp gördüğün gibi kader hususundaki hadislerde tamamen cebr (Allahın kullarını günahlara ve sevaplara zorlaması) görüşü vardır. Hal böyleyken ben piyasadaki elime geçen dini kitapları okuyorken, onlarda ekseriyetle kader hususunda kulların özgür iradelerinin olduğu anlatılırdı. Bu anlatılanlar çok çelişkilidir yani bir dediklerini bir alt satırda dahi yalanlayıcı ifadeler kullandıklarını görüyordum; bunların üç kağıt olduğunu hissediyordum lakin onların kendilerince getirdikleri bazı örneklerine, cevaplarına, karşı cevap veremiyordum. Sonra kendi kendime dedim ki: “Bunlar bu kadar alim, elbette vardır bir bildikleri” deyip dediklerini kabullendim. Fakat bu anlayış yani kulların özgür iradesi hususuyla, herşeye şamil olan Allahın iradesini bir türlü uyuşturamıyordum. Üç - dört sene böyle bunalımlı olarak geçti. Zira tatmin olmuyordum, kendimi kandırdığımı hissediyordum ki bu beni hepten bunaltıyordu. Böyle giderken dört - beş yıl önce Muhammed İhsan Oğuz’un “Kaza ve Kader” kitabı elime geçti. Bu kitabı okuyunca şok oldum; çünkü hak mezhep dediği Maturidi mezhebiyle, açıktan açığa kaderi inkar ettiğini bildiğimiz Mutezile mezhebinin aslında aynı yolda olduklarını ve sözde bir çekişmede bulunduklarını itiraf ediyordu. Daha sonra bu laflarını düzeltmek istiyordu. Ben o kadar etkilendim ki acaba yanlış mı görüyorum diye bir günde okuyacağım bu kitabı, kelime kelime tetkik ederek bir haftada bitirdim (bu bahsettiğim kitaptan alıntılar ve çelişkileri sitede vardır) ve bu konuyu tüm detaylarına kadar incelemeye karar verdim; sonra kelam ve felsefe kitaplarına daldım ve bu işin inceliklerini araştırmaya başladım. Bu arada öğrendiklerimi çevremdeki insanlarla da konuşuyordum. Bir de baktım ki, insanların tamamına yakını da neyi savunduklarını tam manasıyla bilmiyorlar. Genelde kulaktan dolma fikirleri var; okuyanların ise bilgili olduklarını düşündükleri kişilerin kitaplarını okuyup, pek sorgulamadan hemen doğru kabul ettiklerini gördüm. Bu aralar Razi'nin “Tefsiri Kebir” diye meşhur olan tefsiri elime geçti. Bu tefsirde bir farklılık vardı. Çünkü Razi, Eş’ariydi ve cebirciydi yani “kulların özgür iradesi yok” diyordu. Ondan da pek çok bilgi edindim, sonra şunu farkettim ki Eş’ari mezhebine piyasadaki kitapların neredeyse tamamı Ehli Sünnet ve Hak mezhep diyorlardı yine Maturidi mezhebine de Ehli Sünnet ve Hak mezhep diyorlardı. Ben kelam kitaplarına bir baktım, yine afalladım. Çünkü, Hanefilerin genelde itikadda Maturidi mezhebinde olduğu söyleniyordu ya, ben de “madem Hanefiyim demek ki ben de Maturidiyim” diye kendimi Maturidi görüyordum. Lakin ilk okuduğum kelam kitabında, şunu gördüm ve yamuldum kaldım; çünkü orada cüzi iradeden bahsediyordu ve cüzi irade ise şu demekti: Ben şimdi oturuyorum ya, şimdi ayağa kalkmak istedim; işte bir hareketi yapmayı istemeye, yani verdiğim örnekteki “ayağa kalkmayı isteme” düşüncesine cüzi irade adı verilir. İşte bu Maturidi mezhebi cüzi iradeye mahluk (yaratılmış) değil diyormuş. Yani “Allah yaratmaz” diyormuş; bir baktım Eş’ari mezhebine “cüzi iradeyi Allah yaratır” diyor. Ben dedim ki: “Nasıl bu Maturidi mezhebinin dediğini savunurum, o halde ben bu mezhebi bırakıyorum ve Eş’ari mezhebine geçiyorum.” Fakat hala Eş’ari mezhebinin cebirci olduğunu bilmiyordum. Zamanla daha incelikleri gördüm; yani çok yalan dolan var bu işlerde onu söylüyorum. Sonra ruyetullahı (Allah’ın görülmesi) inkar ettim ve Eş’ari mezhebinden de çıktım. Lafın kısası kitapların ekserisi cebr görüşünü aşağılar ve Eş’ari mezhebine “hak mezhep” derler ama çoğu bilmez ki “hak” dedikleri bu Eş’ari mezhebi de “kulların özgür iradesi yoktur, Allah zorla günah ve sevap işletir” der. Üç kağıt, yalan, dolan o biçim. Bunları elimden geldiğince insanlara anlatmak istiyorum. Zira bir çok kişinin, Maturidi mezhebinin yaptığı laf oyunlarını cevaplayamadıklarını gördüm. Benim beşbinden fazla insanla yaptığım tartışmalar vardır; çok yüksek tecrübem vardır. İnsanlara öğrenmeleri için bu yazıları yazdım. Said Nursi diyorlar; gerçekçi olun! Bu işler çok incedir; tam manasıyla bu konuya kişinin kendini vermesi lazımdır, itikadi mezhepleri araştırması, onların ne dediklerini, nasıl savunma yaptıklarını çok iyi bilmek lazımdır. Said Nursi ise kelamcı değildir ve bu hususta çok yetersizdir. Bunu ispatladım ve yine ispatlarım; şu aralar onun külliyatını okuyorum, bitirince diğer çelişkilerini de göstermek istiyorum ta ki anlayın bu işin ne kadar ince, detay olduğunu.



*** Dedi: Gene tercihte kaldım gitsem mi, kalsam mı? Ben kalmayı tercih ettim ve Allah’ın benim kalmam neticesinde irade ettiği şeyi yaptım ve yazdım. Ama tüm bu tercihler arasından yazmamayı ve işe gitmeyi tercih etse idim, Allah işim ile alakalı irade ettiği işi yapacak ve Allah benim için o sahneleri yaratacak idi.”
Cevap: Fakat birşeyi gözardı etmişsin; “irade ettikten sonra fiilimi Allah yaratıyor” diyorsun da irade etme durumunu ve iradeni Allah yaratmıyor mu? “Ben istiyorum, Allah fiili yaratır” diyorsun da "istememi Allah yaratıyor” demiyorsun. Bunu görmek istemiyorsun, insanların çoğu da böyle; bu bahsettiğin iraden yine Allahın ezeli iradesiyle vücut bulmuyor mu? Milyonlarca düşünceden birini sen seçtiğini ifade ediyorsun; bak şimdi: Milyonlarca düşünce bir insan için aynı anda mevcut olamaz, hatta iki düşünce bile aynı kişi için aynı anda vücut bulamaz. Dolayısıyla sen önce bir düşünce, sonra diğer düşünceyi düşünürsün; mesela sen hem sağa gitmek düşüncesini, hem de sola gitmek düşüncesini aynı anda düşünebilir misin? Hayır düşünemezsin. Dolayısıyla senin aklına gelen tüm fikirler Allahın yaratmasıyle meydana gelir.

*** Nasslarda geçen Allah’ın gazaplanması ve razı olması ifadelerinin de zahiri alınamaz. Şöyle te’vil edilmelidir: Gazaplanma ifadeleri cezalandırma, razı olma ifadeleri ise mükafatlandırma olarak kabul edilmelidir.


***Allah şerri irade eder mi?

*** Düşüncelerimiz Allah yarattığı için mi varoluyor?

*** Allahın kalpleri mühürlemesi ile ilgili ayetler var bunlar ile ilgili şu soruyu soruyorum: Bir kısım insanlar diyor ki: “Onlar mühürlendi ama şundan çünkü onlar çok isyan etmişlerdi ve azmışlardı o bakımdan onlar hakettikleri için Allah da onların kalplerini mühürledi diyorlar ya da Allah onların iman etmeyeceğini bildiğ için mühürledi” diyorlar. Ben de diyorum ki : lakin sorum şu: Bu kişiler mühürlendikleri anda iman edebilirler mi? Eğer “edemezler” derseniz, işte bu anda da iman teklifi bu kişilere var mı? Şu ayetlere bakın Araf 158 ve Bakara 21 bu konudaki bazı ayetleri de vereceğim. Bu işe ne diyorsunuz? Hem mühürlüyor hem de aynı anda iman teklifi var, yani o kişiye yine imanı emrediyor? Bu iş yani iman etme olayı, bu mühürlenme anında nasıl olacak? Ve bu o kişiye kaldıramayacağı yükü yüklemek "teklifi mala yutak" olmuyor mu? Evet oluyor. Lakin bakın Bakara 286: "Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı yükü yüklemez" buyruluyor. Ben bu işlerin kolay olmadığını hep söyledim ve ben bu ayeti inkar da etmiyorum, lakin tevil edilmesi gereken bir ayettir. Yani başka bir mana vermek gerekir. Kurandaki başka ayette köre, topala güçlük olmadığı bildirilmişti.( ayet numarasını hatırlayamıyorum) İşte bu manada bir kaldıramayacağı yükü yüklemez diyoruz. Hani “onlar savaşa gitmesede olur” manasında. Bu konuyu da o kadar ifade ettim, bunu da pek yorumlamadınız ne diyorsunuz. Bu başlıkta da özelikle bu konuyu konuşalım. Zira bu hususta özgürlükçüler savunma yapamıyorlar..............

*** Neden ben Maturidiliği kabul etmedim? Şundan: Yüzyıllardır süren bir üçkağıt. Bu konuda çok felaket laf oyunları dönmekte ve insanların ekserisi de zaten özgür irade savunulmasına inanmaya meyillidir. Bütün bunlar birleşince Maturidilik yüzyıllardır kabul görmüştür ve aslında Eşarilik bence hiçbir dönemde halk tabakasının çoğunluğu tarafından kabul görmemiştir. (Delil mi istiyorsun? Git sor Şafilere kader konusundaki görüşlerini, sana tahminim özgür iradeyi savunurlar. Halbuki mezhebim dediği Eşarilik cebircidir, yani kulun özgür iradesi yoktur der.)
Görünüşte sanki kabul edilmiş gibidir ama hakiki hakim görüş kim ne derse desin maturidiliktir kim ne derse desin. Önce şunu söyleyelim, bu Maturidilik kadere inadıklarını söylerler, her şey Allahın iradesiyle olur derler, tamam mı? Fakat cüzi iradeyi Allalh yaratmaz derler. İşin tuhafı şu ki bu mezhebin imamı ise bunu demedi, yani Ebu Mansur Maturidi “cüzi iradeyi Allah yaratmaz” demedi. Aksine “sonradan olan herşeyi Allah yaratır” dedi. Hatta “imanı da Allah yaratır ve bunu kabul etmeyenin lafı dinlenmez” dedi. Fakat Maturidi dediği bu lafların cebr yani kulun özgür iradesi olmaması manasına gediğini, yani o manaya geldiğini göremedi. O yine kulların özgür iradesi olduğunu söyledi. Yani kitabı çelişkilerle doludur. Zaten son attığım mesajlarda da onun "Kitabu-t Tevhid" adlı kitabında düştüğü çelişkilerini gösterdim. Sonradan bu mezhepte olduklarını söyleyenlerden bazıları düşündüler; çünkü bu mezhebe göre insanların fiillerini yani hareketlerini Allah yaratır görüşü kabul ediliyordu. Böyle bakıldığında cebr olur. O bakımdan dediler ki: Cüzi irade yani bir fiili yapmadan önce yapma isteği yani ben ayağa kalkmayı istiyorum ya ha işte bu benim ayağa kalkma düşüncemi Allah yaratmaz dediler. ( İbn Humam bunu dedi) Çünkü onlar eğer bu düşüncemi de Allah yaratırsa bu sefer özgür irademiz kalmaz dediler ve böyle gidiyor daha detayları sitededir. Fakat sitedeki bir çok görüşümü değiştirdim. Burada değiştirdiğim görüşleri yazdım. Mesela en son ne dedim: Allahın gücünü, kudretini inkar ediyorum dedim değil mi? Şimdi bakıldığında bu nasıl laf diyorlar değil mi? Halbuki bu işin derinlerinde acayip detaylar mevcuttur. Mesela kudret sıfatına ezeli denirse ve Allahın yaratması bu kudretiyle olur denirse bak ne oluyor: Mesela dünyanın yaratılışı, benim yaratılışımdan önce ya, bak ne oldu: Önce dünyayı yarattı, sonra beni yarattı, neyle yarattı? “Kudret sıfatıyla yarattı” denirse ve bu kudret sıfatı ezeli denirse bakın probleme: Önce beni, sonra dünyayı yarattı dendiğinde, bu açıdan bakıldığında kudret sıfatında değişim oluyor. Yani önce farklı, sonra farklı şey yaratılıyor. Yani kudretin taalluku (ilintisi, bağlılığı) farklı şeylere oldu demektir. Ama ezeli olan şey de değişme olmaz ki. Bu kabul edilemez ve bu görüş Allahın zatında değişmeyi kabul etmek demektir. Halbuki Allah da değişme olmaz. Bunu da anlatamadım ama ne kadar zor olduğunu işin içinde çok iş olduğunu herhalde biraz anlatabildim.

*** İnsanların ekserisi, çoğunluğu cehenneme gidecek delil: Araf 179. ayet ve daha delil çok ayet var. Ben cennete gideceğimi bilemem, nasıl bir inançla öleceğim bilemem. Evet cennet ve cehenneme inanıyorum. Bana çok kişi müslüman mısın? diye soruyorlar, bakın şu örneği vereyimde hakkımda bilgi sahibi olun: Ben 98 yılında beden öğretmenliği bölümünden 19 mayıs üniversitesinden mezun oldum ve tayinim çıktı Yozgata, fakat tayin çıkma aşamasında ben kızlara bakmanın haram oluşuyla ilgili araştırmalarımı o dönemde tamamlamıştım yani inceliklerini ve ulaştığım sonuç şuydu: Yabancı kızların saçına bakmak haramdır. Hal böyle olunca günah diyerek göreve gitmedim. Ben üniversite 2. sınıfta bu islami ilimlere yönelmeye başladım. (96 yılında) Bana karşı çok şüpheci davranıyorsunuz; ben bir şey diyorsam zaten ona karşı yapılan savunmaları yıllarca okudum demektir. Kaç kere dedim ki bana güvenin. Ancak ben sık sık fikirlerini değiştirebilen biriyimdir, yeniliklere açığımdır ve bunu size anlatmakta isterim. Hanif dostlar diye sonra Teknik forum bir de Özgür düşünce forum, bunlar yazılarımın çoğunu silmediler. İşte bir kısım forumlar kovmadı, bazıları kovdu. Sonra başka isimlerle yine yazdım yine kovdular, böyle gidiyor; beni devamlı kovan kayzer diye bir forum var. Bir acayip iş, bana cevap veremeyeceklerini bildiklerinden kovuyorlar. Aslında benim bu söylediklerimin arka planı var, yani ben misal, Allahın iradesini inkar ettim ama dört yıldır kafamdaki bir problemdi bu ve yüzlerce kitapta bu zayıflıkları göre göre ben de birikiyor ve “bom” patlıyorum. Bu aralar birbiri ardınca çok patlamalar oldu ben de ve ben taassup sahibi değilimdir; hayatım boyunca savunduğum bir görüşün yanlışlığını anladığım anda o görüşü saniyede terkederim. Yani bu millet benim ne kadar araştırma yaptığımı abartma olacak ama "hayal bile edemezler" esasında bu son yazdığım yalan ama ne kadar araştırdığımı anlamanız için böyle dedim. Samsunda kovulmadığım yer zaten kalmadı. Hocalar beni tanıyorlar, hatta şöyle bir anımı anlatayım: Bir defasında bir cami hocasına yaklaştım kendisini tanımıyordum ve kendisine bir kağıt uzattım, kağıta birkaç soru yazmıştım; o kişi kağıda bakmadan elimi kendisinden uzaklaştırdı. “Ne oldu, beni tanıyor musunuz?” dedim. Evet anlamında başını salladı ve birşey söylemeden kalktı gitti. Böyle yani, ben de burada nette yazıyorum ne yapayım.

*** Allah görür diyorsunuz ya, soruyorum: Allah bizi görür mü? evet derseniz soruyorum: Bizi yukardan mı yoksa aşağıdan mı görür yoksa sağdan mı, soldan mı görür? Gördünüz mü işler nereye varıyor? Öyle bodoslama gitmek olmaz, düşüneceksiniz: "Ben bir şey diyorum ama bunun gerisi nedir? Yani bu laf nereye gider?" bunu ekseri düşünemiyorsunuz. Bak bu işler kolay değil. Düşünelim,( düşünmekten korkmayın) evet görme olayından bahsediyorsak; görülenin bir yönde ve yerde olması gerektiği gibi görenin de bir yönde ve yerde olması gerekir. O halde bu laf sonuçta görenin cisim olmasına ve şekli şemali olmasına varır. Eğer derseniz ki: "Yok Allah her yerden bizi görüyor" bak şimdi bir insan düşün, bu insanı her yerden görmek ne demek? Bakın üstten görünümünü düşünün ha, şimde alttan görünüşünü düşünün sonra sağdan ve soldan, böyle düşündünüz mü? Şimdi bu farklı açılarda görüntüleri birleştirin, birleştirdiniz mi? Ne! birleşmiyor mu? Tabii ki birleşmez. Evet birleşmez yani bu farklı açılardan görünüşlerin görüntüleri birleşmez. Birleştirmeye kalksan da zaten bir mana ifade etmez. Demek ki Allah görmez. O halde Kurandaki görme ile ilgili ayetleri ne yapacağız mı diyorsunuz? Cevap: Bu ayetlerin manasını, görülebilecekleri ve duyulabilecekleri bilmek manasına alırız. Yani mutlak bilme anlamında. Bu sadece benim görüşüm değil unutmayın. Bir örnek vereyim de sizin kafa yapınızın nereye vardığını görün: Soruyorum o zaman; Allahın eli var mıdır? Yok mu diyorsunuz yoksa var mı diyorsunuz? Hani Kuranda ayetler var; Allahın elinden, yüzünden, gözünden bahseden ayetler var. Arşa istiva etti deniyor. İstivanın manası ise oturmaktır, yerleşmektir, karar kılmaktır, bu ve benzeri ( insan biçimci) ifadeler Kuranda çoktur. O halde ne yapacağız? Allahın eli, gözü, yüzü var mı diyeceğiz? Bu o zaman Allahı insan gibi düşünmek demektir. Ama bir taraftan da ayetleri inkar edemeyiz. O halde ne yapacağız? İşte şunu yapacağız: "Tevil" Tevil demek, akli deliller ile sabit olan bir gerçek ile nassın (ayet, hadis) zahiri (görünüşü, dış anlamı) arasında çatışma ve zıtlaşma varsa yapılan işlemdir. Bu gibi durumlarla karşılaşınca ne yapacağız? Akli delili alacağız ve nakli delili (ayet ve hadis) akli delile göre yorumlayacağız; işte bu işleme tevil denir. Yani eli ifadesini nimet manasında, yüzü ifadesini zatı manasında, istivayı ise mülkünün hükümdarı manasında, görmesini ve duymasını da görülebilecek ve duyulabilicekleri bilmesi manasında, iradesini ve kudretini de ilmindekilerin varlık sahasına çıkması manasına alırız. Yani lafın özü, Kuranda geçen bütün sıfatları ilmine irca edeceğiz, diğerlerini mecazi olarak kabul edeceğiz ve ilmine de zatının aynıdır diyeceğiz.

*** Dedi: Kürşat kardeş; Ehli Sünnete çok güzel cevap vermişsin. Peki ama neden amel'de Hanefi'sin? Yani teorilerini reddediyorsun. Pratiklerini uyguluyorsun. Sen bir yazında diyordun ki; namazı farklı kılıyorum artık. Rükudan kalkarken "semiallahü limen hamide" demiyorum, başka bir şey söylüyorum" diyordun. Bu amelini bozmuyor mu?
Cevap: Güzel bir soru inanır mısın durumum biraz garip kaldı. Zira amel demek hani namaz oruç hac gibi ya bunlar özel uzmanlık gerektiren şeyler. Dolayısıyla Hanefi mezhebindeyim; ancak bazı durumlara binaen kendim namaz kılma şekillerinde bazı şeyleri ekleme ya da çıkarma cihetine gitmek zorunda kaldım. Namazı nasıl kıldığımı söyleyeyim: Zaten dört yıldır sünnet kılmıyordum, farz ve vitir. Ancak son dönemde yani 4 aydır şöyle kılıyorum namazı: Ayakta normal fatiha ve sure ancak fatihadaki dua ayetleri var ya, onları söylerken bir mana kasdetmiyorum. Yani dua niyetini gütmüyorum ( dua etmediğimi ve duanın yanlış oldunuğunu anlatmıştım ) ve rüküya gidiyorum ama kalkarken "semi allahulümen hamideh" demiyorum. Zira bu şu demek: "Allah hamdedeni duydu" Halbuki ben Allah’ın duymasını inkar etmiştim. Dolayısıyla bunu demiyorum, sonra oturuş var ya, salli barik okumuyorum ve tahiyyatı da okumuyorum. Otururken de yine fatiha okuyorum ve amin demeden peşine şehadeti okuyorum yani "eşhedü enne ilaheillallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluh" diyorum. Ben son peygamberin, peygamber olduğuna inanıyorum. Ancak peygamber kelimesi farsça imiş ve manası haberci demekmiş. Arapça "nebi" de haberci demektir. Dolayısıyla peygamberin ille de müslüman olması şart olmamış oluyor. Neden salavat getirmiyorum. Zira son peygamberin hadislerini iyi bilirim, onu iyi tanırım. Bu şahıs insan biçimci bir Tanrı anlatımında bulunmaktadır ve bu yüzyıllardır açılmayan bir kutu; üzerinde düşünülemeyen bir tabu idi ve yüzyıllardan beridir bu gibi ifadeleri hep "tevil"(başka mana verme) adı altında, peygamber onu kasdetmedi, başka şeyi kasdetti gibilerinden, onun bu insan biçimci sözlerini hep başka mana demek istedi o, herkes anlayamaz bu dediklerini, gibilerinden söylemlerle paspas altı ettiler. Bu paspası kimse kaldırmaya cesaret edemedi. Zaten kaldırsa da (yani peygamber yanıldı bu itikadi konularda dese de) kendisine pek inanılmayacağını iyi bilirdi. Ancak ben kendimi kandırmak istemeyen biriyimdir. Yıllarca bunları gördüm, yüzlercesini ve anladım ki “ismet” adı verilen şey de, aslında bir ön kabuldü ve bazı ayetler var ki peygamberlerin isyan etmeyeceği manasına alınabiliyordu. Ama diğer başka ayetler de var ki açıkça görmezden geliniyordu. Bu konuyu araştırmaya karar verdim. Bu konuda (yani ismet, peygamberlerin masumiyeti) kitaplar okudum ve Razi'nin yazmış olduğu "Peygamberlerin masumiyeti" adlı kitapta bunu açıkça gördüm. ( Razi, zorlamalı yorumlar yapıyordu. Peygamberlerin masumiyetini ispat yolunda) Peygamberlerin masumluğu konusu asla üzerinde tartışılamaz gibi algılanan husuhlardandı. Allah son peygamberi saptırdı, ona bu fikirleri veren de Allah’dı. Daha önce yazdım bu konuda dediği bazı sözleri. Buraya ekleyeyim de görünüz.


*** Bugün size anlatacaklarım acayip, şunu söyleyeyim ki, çok kişi zaten bu işi anlamazda anlayanlarda geçiştirirler. Yıllarca ben de içimde sakladım, sindirdim ama evet bugün birden koptu içimde fırtına. Yani ben bunları söylüyorum ama bu da yıllarca içimde biriken şeylerdendir. Konu son peygamberin imanı meselesi. Nedir bu iş? Şudur: Eğer baktıysanız Allah’ı anlatan hadislere, şunu görürsünüz: "Antropomorfizm" yani insan biçimci bir ilah anlatımı vardır. Bu rivayetlerde Allah’ın bir cismi ve şekli varmış gibi anlatıldığını görürsünüz. Örnek olarak bir kısmını vereyim:
_“Ben gökte olanın emini (güvendiği) olduğum halde, hala siz bana güvenmiyor musunuz!” (Buhari no: 3344, Müslim no: 1063)
_”Rabbimiz, (her) gecenin son üçte biri (son üçte birlik bölümü) kaldığı zaman dünya göğüne iner ve şöyle der: “Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? İstediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu bağışlayayım.” (Buhari no: 1145, Müslim no: 758)
_”Yazıklar olsun sana! Allah’tan kullarından herhangi birine şefaat etmesi istenilemez. Allahın şanı bundan daha yücedir. Yazıklar olsun sana! Sen Allah’ın (büyüklüğünün ve yüceliğinin) ne olduğunu bilir misin? Muhakkak O’nun Arş’ı göklerinin (bazı rivayetlerde: ve yerlerinin) üstündedir. (Allah’ın Arş’ı) aynen şöyledir: (Resulullah bu sırada) parmaklarıyla işaret ederek (şöyle dedi): Tıpkı bir kubbe gibidir. Ve o Arş’ın bir (deve) palanının (semerinin) binicisinin (ağırlığı) nedeniyle gıcırdaması gibi bir gıcırdaması vardır.” (Ebu Davud, no:4726)
_”(Allahım!) Senden, yüzüne bakma lezzetini ve seninle buluşma şevkini (arzusunu) bana lutfetmeni diliyorum.” (Ahmed 5/191, Nesai 3/54-55)
_”Allah’ın eli öyle doludur ki gece gündüz ondan (bağışlar ve nimetler) devamlı akar. Siz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığından beri (eliyle) infak ettiği (verdiği) şeyleri gördünüz mü? (düşündünüz mü?) Çünkü bütün bu verdikleri bile O’nun sağ elindekileri hiçbir şekilde eksiltememiştir.” (Buhari no:4684, Müslim no:993)
_”Muhakkak adil olanlar (kıyamet günü) Rahman Azze ve Celle’nin sağında nurdan minberler üzerinde olacaklardır. Rahman’ın her iki eli de sağdır.” (Müslim no:1827, Nesai 8/221-222)
_ “Ademoğullarının kalplerinin hepsi Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasında tek bir kalp gibidir. Onları dilediği gibi çevirir.” (Ahmed 2/168-173, Müslim no: 2654)
_ “Kıyamet günü Allah yeri avucuna alır, gökleri de sağ elinde dürer (katlar) sonra da şöyle der: ‘Mülkün sahibi melik (hükümdar) benim! Hani yeryüzünün hükümdarları nerede?” (Buhari no: 4812, Müslim no: 2787)
_ “Yahudi bir adam peygamber’e gelir ve şöyle der: “Ey Muhammed! (Başka bir rivayette Ey Eba’l-Kasım!) Kuşkusuz Allah kıyamet günü gökleri bir parmağına, yedi kat yeri bir parmağına, dağları bir parmağına, ağaçları bir parmağına ve yaratıkları bir parmağına alır, sonra şöyle der : ’Bugün melik (padişah) benim.’ Bunun üzerine Resulullah (bir rivayette Yahudi’nin bu sözünü beğendiği ve tasdik ettiği için) ön dişleri görünecek şekilde gülümsemiş sonra da: ‘Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucundadır, göklerde sağ elinde dürülmüş olacaktır.’ (Zümer 67) ayetini okumuştur.” (Buhari no:4811, Müslim no: 2786)
_ “Hiçbir peygamber gönderilmiş olmasın ki (diğer bir rivayette Allah hiçbir peygamber göndermiş olmasın ki) o ümmetini, bir gözü kör (şaşı) olan yalancı Deccal’e karşı uyarmış olmasın. Dikkat edin gerçek şu ki, Deccal’in bir gözü kördür (şaşıdır). Şüphesiz Rabbiniz kör (şaşı) değildir. Deccal’in iki gözü arasında kafir yazlıdır.” Müslim de hadisin devamında şöyle bir ek vardır: “Sonra onu heceleyerek söyledi: KFR (yani kafir); onu her müslüman okur.” (Buhari no:7131, Müslim no:2933)
_ “(Rabbimiz) daralmış, ümitsiz düşmüş halinize bakar” (Ahmed 4/12, İbn Mace no:181)
_ “Kuşkusuz Allah Azze ve Celle uyumaz. Zaten uyuması da gerekmez. Mizanı (diğer bir rivayette adaleti) indirir ve kaldırır. Gündüzün amelinden önce gecenin ameli, gecenin amelinden önce de gündüzün ameli O’na yükseltilir (kaldırılır). O’nun örtüsü (perdesi) nurdur (Ebu Bekr’in rivayetinde perdesi ateştir). Onu bir açıverse yüzünün nurları, yaratıklarından gözünün erdiği (iliştiği) her şeyi yakar kavurur.” (Müslim no:179, İbn Mace no:195)
_”Rabbimi (uykuda) en güzel surette gördüm... Ve Rabbimin avucunu, iki omuzumun (kürek kemiğimin) arasına koyduğunu gördüm. Öyle ki gönlümde (kalbimde) O’nun parmak uçlarının (diğer bir rivayette elinin) soğukluğunu hissettim.” (Ahmed 5/243, Tirmizi no:3235)
_ Resulullah dedi ki: “Hiçbir kişiyi, onun güzel ameli (ve ibadeti) cennete girdiremez.” Bunun üzerine sabiler: “ YA Resulullah seni de mi girdiremez?” diye sordular. Resulullah şöyle cevap verdi: “Evet, beni de Allah’ın fazlı ve rahmeti bürümedikçe yalnız ibadetim cennete girdiremez.” (Buhari)
_ Bu hadis zannedersem Müslim'dendi:
“Yesar, Muaviye b. Hakem'den rivayet etti:
Dedim ki: Ya Resulullah benim bir cariyem vardı. Uhud savaşından önce benim koyunlarımı güdüyordu. Bir gün kurt koyunlardan birini götürdü. Ben de bir insanım, sizin gibi ben de üzülürüm. Ancak ben öfkelendim ve şiddetle dövdüm. Bu sözlerim Peygamberimize çok ağır geldi. Bunun üzerine dedim ki: Ya Resulullah onu azad edeyim mi? Peygamberimiz buyurdu ki: "onu bana getir." Ben de cariyeyi Resulullah'ın yanına getirdim. Peygamberimiz ona dedi ki: Allah nerededir? Dedi ki: "Göktedir" Peygamberimiz: "Ben kimim?" diye sordu; o "sen Allah'ın elçisisin" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Onu azad et, o mümindir" diye buyurdu.”
_ Yorum: Yüzyıllardır "Allah göktedir" diyenlere, Ehli Sünnet kitapları "kafir olur" derler. Hatta İbn Teymiyye, bu gibi rivayetlere binaen "Allah göktedir" dediği için, onunla alay ederek, onu aşağıladılar ve bu düşüncesinden ötürü kafir ilan ettiler. Ama peygamberimize hiç ama hiç bir şey demediler. İbn Teymiyye, bunun üzerine şu etkili lafı dedi: "Madem öyle, o halde Kuran'ın inmemesi ve hadislerin olmaması, olmasından daha hayırlı olması gerekirdi." Neden bunu dedi? Çünkü hem Kuran'da, hem hadislerde insan biçimci bir ilah anlatımı mevcuttur. Yani Allah cisimmiş gibi algılanabilecek şekilde ayet ve hadisler vardır. İşte o bakımdan ben, "Allah Kuran ile insanları saptırıyor" demiştim.


Ancak bilin ki hadis kaynakların da belki yüzlercesi var ve bir kısmı da kütübü sitte( altı kitap) denen hadis kitaplarında ve yine bir kısmı da Buhari, Müslimin rivayetleridir. Böyle insan biçimci hadisler çok var. Mesela Allahın görülmesi ile ilgili rivayet var ki Buhari ve Müslim rivayet etmiş. Hatta o rivayette güneşin görüldüğü gibi apaçık şekilde Allah’ın görüleceği anlatılıyor. Bakın şimdi problemlere: Hal böyle olunca zaten piyasadaki kitapların tamamına yakını Allah’ı insan şeklinde kabul edenlere veya “Allah’ın şekli var” diyenlere ya da Allah’ı bir cisim gibi düşünenlere yani “Allah bir yerde ya da yöndedir” diyenlere, bu kitapların neredeyse tamamı kafir der. Hal böyle olunca şimdi bunları yani bu rivayetleri yorumlayanlar iki kısma ayrıldılar. Bir kısmı bu rivayetleri toptan reddettiler. Mesela Mutezile,
kasdetmedi" dediler ve bu rivayetleri uygun şekilde yorumlamaya giriştiler yani te’vil ettiler. Şimdi sorum size: Sizce Allah’ı cisim olarak düşünmek, şekli var demek, hareket eder demek (her hareket eden bir mekandadır, zira hareket bir mekandan diğer mekana olur) ve böyle inanmak kafirlik midir? Herhalde çoğunuz bu soruya “evet” dersiniz. Lakin bir sorun var; eğer siz bu rivayetleri reddetmezseniz, iki şık var: “Resulullah bu rivayet edilenlerin zahirini kasdetti yani Allah’ın cisim olduğuna inanarak ve Allah’ın eli vardır, gözü vardır, yüzü vardır şeklinde itikad etti” ya da “evet böyle söyledi ama dış görünüşünü değil başka manaları kasdetti yani mecazen böyle ifadeler kullandı" diyeceksiniz. Ama eğer siz: "Evet o, bunları söyledi ama mecazi olarak söyledi" derseniz, ben de size soruyorum: Ama bu insanların çoğunluğu bu rivayetleri görünce, duyunca nasıl bir Allah inancı içinde olurlar? Ben söyleyeyim: Ekseri insanlar bu hadislerde anlatılan rivayetleri dinlediklerinde, çoğunluğu anlatımın zahirine yani dış görünüşüne bakar ve öylece inanırlar. Siz "Resulu Ekrem evet öyle söyledi ama başka mana kasdetti" derseniz; halbuki insanların çoğunluğu bu rivayetleri dinlediklerinde Allahın bir şekli olduğunu ve Allahın cisim olduğunu düşünür. O halde böyle söylemek insanların çoğunluğunun küfre düşmesine sebep olmuyor mu? Bu da düşünülmesi gereken bir inceliktir. Bu durum görmezden gelinecek bir durum mudur? Size açıkça soruyorum: Eğer Resulullah, bu rivayetleri söylemişse ve söylediği gibi inanmışsa yani zahirini kasdetmişse, Allah’ın bir cisim gibi olduğuna inanarak söylemişse, soruyorum onu da (Resulullah) tekfir eder misiniz? ( kafirdir dermisiniz?) Eğer demezseniz, tarihte çıkmış gruplar vardır. Mesela "Müşebbihe, Mücessime" bunlar da bu rivayetlerin zahirine (dış görünüşlerine) bakarak Allah’ı cisim kabul etmişlerdir. Hatta içlerinde bazıları “Allah’ın eti, kanı, organları vardır” demişlerdir. O halde bunlarıda mı tekfir etmeyeceksiniz? Ben görüşümü şöyle bildireyim: Eğer resulullah bu sözleri Allah’ın cisim olduğuna inanarak söylemişse “kafirdir” derim. Eğer mecazi manada söylemişse, bu da uygun olmayan bir davranıştır. Zira bir çok insan bu lafların zahirine bakar ve öylece inanır. Dolayısıyla insanların küfre düşmesine sebep olur ki, bu davranışta bence küfürdür. Dediğim gibi eğer bu rivayetleri söylemişse durum dediğim gibidir. Ama bu rivayetler yalansa, yani böyle sözler söylememişse durum başkalık arzeder.

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Kitap: Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı Yazar: İbn Useymin (Guraba yayınları) Not: Bu kitapta ayetlerin ve hadislerin zahiri alınarak yorum yapılıyor ve te’vilciler kötüleniyor.
Sayfa 56: Ancak Ebu’l - Hasan el-Eş’ari’ye uyanların büyük bir bölümü O’nun bu son durumunu göz önüne almamışlar ve bazı itikadi meselelerde O’nun yolundan ayrılmışlardır. Ebu’l-Meali el-Cüveyni ve Ebu Hamid el Gazali bunların başında gelir. Amelin imandan olmadığını ileri sürerek imanda Mürcie’nin, Allah’ın sıfatlarını te’vil ederek de esma ve sıfatta te’vilcilerin yolunu izlemişlerdir. Allah’ın kelamı konusunda ise iki şey dışında Küllabiyye’nin görüşünü benimsemişlerdir. Oysa Ebu’l-Hasan el Eş’ari onların bu görüşlerinden uzaktır. Bunun en güzel kanıtı O’nun bu görüşlere cevap olarak yazdığı “el-ibane an Usuli’d-Diyane” adlı eseridir. Bu eseri ömrünün sonlarına doğru yazmıştır. O bu eserinde iman, esma ve sıfatlarla ilgili görüşlerini açıklamış ve Ehl-i Sünnet dışındaki sapık gruplara cevap vermiştir. Örneğin O’nun bu konular hakkındaki görüşlerini gösteren birkaç sözü şöyledir:
“İman; söz ve ameldir, artar ve eksilir.” (sh:59)
“Allah arşına istiva etmiştir.” (sh:53)
“Allah’ın niteliği bilinmeyen yüzü, iki eli ve gözü vardır.” (sh:53-54)
“Allah’ın kelamı yaratılmış değildir. Kuran’ın yaratılmış olduğunu söyleyen kimse kafirin ta kendisidir.” (sh:56)
Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler, ilgili kitaba müracaat edebilirler.
_Yorum: Bu ifadeleri zikretmişse Ebu’l Hasan el Eş’arinin tekfiri lazım gelir. Zira bu laflar Allah’a cisim demeye varır.
_Sayfa: 155: (Gazali’nin “Vahdet-i Vücut” ile ilgili görüşleri anlatılıyor)
“Tevhidin dört mertebesi vardır:
“İkinci mertebesi: Müslümanların genelinin tasdik ettikleri (doğruladıkları) gibi insanın kalbinin la ilahe illallah lafzının manasını tasdik etmesidir (doğrulamasıdır). Bu avam tabakasının inancıdır.
Üçüncü mertebesi: İnsanın keşif yolu ve hak nurunun vasıtasıyla o manayı müşahede etmesidir ki bu Allaha yakın olan mukarrebunun makamıdır. Bu insanın pek çok şey görmesi fakat onları görürken çoklukları üzere Tek ve Kahhar olan Allahtan sadır olmuş bir halde görmesidir.
Dördüncü mertebe ise, insanın varlıkta birden başkasını görmemesidir ki bu sıddıkların müşahedesidir. Sofiler buna “el - fena fi’t - Tevhid” (Tevhid de yok olmak, kaybolmak) adını verirler. Çünkü insan, birden başkasını görmediğinden dolayı kendini bile görmez. Tevhidle müstağrak (kaybolmuş, boğulmuş) olduğu için kendini görmediği zaman da nefsinin tevhidi hususunda kendi nefsinden de fani olmuş olur. Yani hem kendi nefsini görmekten, hem de halkı görmekten yok olur, demektir.
Dördüncü mertebesindeki şu mana ile muvahhiddir: O’nun şuhudunda (görülmesinde) birden başkası hazır olmamıştır. O bütünü çok olduğundan ötürü değil, tersine bir olduğundan ötürü görür. İşte tevhidde en yüce gaye budur. Eğer “kişi göğü, yeri ve çok olmalarına rağmen hissedilebilen diğer cisimleri gördüğü halde, nasıl olur da birden başkasını müşahede etmemesi düşünülebilir? Nasıl olur da çok bir olur?” dersen bil ki: Bu mükaşefe ilimlerinin gayesi, son noktasıdır. Bu ilmin sırlarının herhangi bir kitapta yazılması caiz değildir. Arifler şöyle demişlerdir: Rububiyyet sırrını ifşa etmek küfürdür. Nasıl ki bir insanın ruhuna, cesedine, uzuvlarına, damarlarına, kemiklerine ve iç organlarına (ayrı ayrı) baktığında (veya bakıldığında) o insan çoktur, işte aynı insan başka bir itibar ve başka bir müşahede ile de birdir, öyle ki, o tek bir insandır, deriz . İşte bunun gibi, varlık aleminde olan herşeyin, Yaratandan tut da yaratılmışa kadar, pek çok değişik itibar ve müşahedeleri vardır. Aynı zamanda o, itibarlardan bir itibarla da birdir. Başka itibarlarla ise, onun dışındakiler çoktur. Bu itibarlardan bazısı, çokluk bakımından bazılarından daha şiddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal garaza tam uymasa da. Fakatt azda olsa genelde bu misal, müşahede hükmünde çokluğun bir olmaya dönüştüğünün keyfiyetine dikat çeker! Bu konuşma ile, varmadığın bir makamı inkarı bırakıp ona inanmanın, bir iman ve tasdik olduğu açıkça ortaya çıkmış olur. İşte buna, el-Hüseyn b. Mansur el-Halac, seferden sefere koşan el-Havvas’ı gördüğünde O’na şöyle diyerek işaret etmiştir: “Sen neyin içindesin?” el-Havvas: “Tevekkül hakkındaki halimi düzeltmek için seferlerde dolaşıyorum.” Oysa el-Havvas tevekkül edenlerdendi. el-Hüseyn: “Sen ömrünü, iç dünyanı mamur etmek uğrunda tükettin. Acaba tevhid hususunda fena bulmak nerede kaldı?” Sanki el-Havvas, tevhiddeki üçüncü makamı düzeltmek istemişti. Hallac ise ondan dördüncü makamı istemişti.” (İhyau Ulumi’d-Din, 4/262-263)
“Arifler gerçeklik semasına çıktıktan sonra Tek gerçekten başka bir varlık görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Şu var ki bunlardan bazıları bu hakikati ilmi bir irfanla bulmuş, kimi bunu bir zevk ve hal olarak yaşamış; çokluk tamamen onlardan gitmiş ve sırf tekliğe dalarak mest olmuşlar, o halde akılları zail olmuş, o zevk içerisinde sanki bayılmışlar, artık kendileri de dahil, Allah’tan başka hiçbir şeyi hatırlamaya güçleri kalmamış, herşeyi unutmuşlar, kendilerinde Allah’tan başka bir şey kalmamış, öyle sarhoş olmuşlar ki akıllarının otoritesi, hükmü aşağı düşmüş de bazıları “Ene’l Hakk)=Ben Hakkım” demiş, bazıları da “Sübhani ma A’zama Şani=Kendimi tesbih ederim, benim şanım ne kadar yücedir” demiş, diğeri: “Ma fi’l-Cübbeti sivallah=Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur” demiş. Aşıkların sekir halindeki sözleri saklanır, söylenmez. Ama sekir halleri de gidip de Allah’ın yeryüzündeki mizanı (kriteryumu) olan akıl hükmüne döndükleri zaman, bunun hakiki birleşme olmadığını, fakat ittihada (birleşmeye) benzediğini anlarlar. Bu Aşığın fart-ı aşk içinde söylediği şu söze benzer:
Aşık olan da, aşık olunan da benim.
Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.
İnsan birden bire bir ayna ile karşılaşır, kendini aynada görür, fakat aynanın farkında olmazsa aynada gördüğü görüntüyü aynanın resmi, aynaya bitişik sanabilir. Şişe içinde şarabı gören kimse, şarap renginin, şişenin kendi rengi olduğunu zanneder. Bu hal, kendisinde alışkanlık haline gelmiş, ayağı bu noktada takılıp kalmışsa o hale müstağrak olur, mest olur da şöyle der:
Şişe inceldi, şarap süzüldü.
Birbirine benzediler, iş güçleşti.
Sanki şarap var, kadeh yok;
Yahut sanki kadeh var, şarap yok.
“Ama şarap kadehdir” demekle “Şarap sanki kadehtir” demek arasında bir fark vardır. Bu hal galebe çalınca hal sahibine izafetle FENA adını alır. Hatta fenaül-fena (yok olmanın yok olması) denilir. Çünkü o adam hem kendinden geçmiş, hem de kendinden geçmekten geçmiştir. Zira o halde olan kimse kendini bilmediği gibi, kendini bilmediğini de bilmez. Eğer kendini bilmediğini bilseydi, kendini bilmiş olurdu. Bu hale dalan kimseye izafetle, mecaz diliyle ittihad (birleşme), hakikat diliyle tevhid (birleme) denilir. Bu hakikatlerin ötesinde de öyle sırlar vardır ki onlara dalmak caiz değildir. İşte bu kaynak tek olan Allah’tır. O’nun ortağı yoktur. Bütün diğer nurlar O’ndan istiaredirler. Hakiki olan yalnız O’nun nurudur. Hepsi O’nun nurundandır. BELKİ HEPSİ O’DUR. Doğrusu, var olan O’dur. Gayrın varlığı ancak mecaz yoluyladır. O’ndan başka nur olmadığına, bütün nurların, tabi oldukları nurun zatından değil, vechinden geldiklerine göre her şeyin vechi O’na yönelmiştir: “Nereye dönerseniz, Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara 115). O halde O’ndan başka ilah yoktur. Çünkü ilah, vecihlerin (yüzlerin) ibadetle yöneldiği zattan ibarettir. Yani kalp yüzlerini demek istiyorum. Çünkü onlar nurlar ve ruhlardır. O’ndan başka ilah olmadığı gibi O’ndan başka O da yoktur. Çünkü hüve (O) işaret edilen şeyden ibarettir. İşaret ancak O’na olduğuna göre artık başka O, nasıl olabilir? Ne zaman bir işaret etsek, hakikatte bu işaret O’nadır. O halde “La ilahe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur.” kelimesi avamın tevhididir. “O’ndan başka O yok” sözü ise seçkinlerin tevhididir. Çünkü öteki daha genel, bu daha özel, daha kapsamlı, daha gerçek, daha ince bir sözdür ve sahibini tek birliğe, sırf birliğe götürür. Mahlukatın miracının (yükselişinin) son noktası ferdaniyyet (teklik) memleketidir. Çünkü bunun ötesinde daha bir merdiven yoktur. Zira yüksek ancak çoklukla düşünülebilir. Çokluk öyle bir izafettir ki yükselmenin kendisinden başladığı ve kendisine yöneldiği şeylerin varlığını gerektirir. Çokluk kalkınca birlik gerçekleşir, izafet (görelik) batıl olur, işaret kalkar. Artık yüksek, alçak, inen, çıkan kalmaz; tekteki (ilerleme) ve uruc (yükselme) imkansız olur. A’lanın ötesinde uluvv (yükseklik) yoktur. Vahdetle beraber çokluk yoktur. Çokluğun kalkmasıyla uruc (yükselme) da kalkar. Eğer sonra, bir halden diğer bir hale değişme olursa bu, uruc ile değil, dünya semasına inmekle, yani yüksekten aşağıya doğmak suretiyle olur. Çünkü en yükseğin daha yükseği yok ise de daha aşağısı vardır. İşte bu makam gayelerin gayesi, arzuların sonudur. Bunu bilen bilir, bilmeyen inkar eder. Bu ilim, ancak Allah’ı bilenlere verilmiş olan özel mahiyetteki gizli bir ilimdir. Onlar bunu söyledikleri zaman Allah’a karşı mağrur (gururlu) olanlardan başkası inkara kalkmaz. Alimlerin: “Dünya semasına inmek, bir meleğin inmesidir” demeleri uzak görülmez. Ariflerin bazıları bundan daha garibini sanmışlar da şöyle demişler: “Ferdaniyyete (birliğe) müstağrak olan, en yakın semaya iner, bu iniş, onun duyuları kullanmaya veya uzuvları hareket ettirmeye inişidir.” Salat ve selam O’na olsun, Peygamber de şu sözleriyle buna işaret etmişlerdir: “Ben onun işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili oldum.” Eh, kulağı, gözü, lisanı Allah olduktan sonra artık işiten, gören ve konuşan da O’dur. Çünkü O’ndan başkası yoktur ki.... O’nun (Allah’ın) Musa aleyhisselama şöylediği şu sözüyle de buna işaret edilmektedir: “Hasta oldum beni sormadın. Hadis...” demek ki bu muvahhidin hareketleri dünya semasındandır; duyarları, algıları bunun üstünde olan bir semadandır. Bu kimse akıl semasından mahlukatın miracının sonuna, ferdaniyyet (teklik) memleketinden ta yedi tabakaya kadar yükselir. Sonra vahdaniyyet tahtında oturur ve oradan göklerinin tabakalarına emri tedbir eder. Artık bakan, bu halde baktıkça dilini salıverir, “Allah Adem’i Rahman’ın suretinde yarattı” der. Fakat bilinmelidir ki bu söz te’vile muhtaçtır. Tıpkı “Ben Hakkım”, “Kendimi tesbih ederim” sözleri gibi. Hatta Hz. Peygamber’in: “Hasta oldum beni arayıp sormadın”, “Ben onun kulağı, gözü, dili oldum” sözlerinin de te’vile ihtiyacı vardır. Artık burada beyanı durdurmak istiyorum. Çünkü senin bundan fazlasına tahammul edeceğini sanmıyorum.” (Mişkatu’l-Envar sh: 12-15)

*** İbn Teymiyye’nin fikirlerinin, yeraldığı kitapta (“Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı” adlı en son örnek verdiğim kitabı kasdediyorum) Allah’ın sıfatlarından bahsediyor ve: “Allah’ın iki eli var, iki gözü vardır, Allah yukardadır, yüzü vardır ve bunlar gerçek manasıyla diyor. Açıkça Allah’ı cisim gibi anlatıyor ve böyle kabul etmeyene sapık diyor. Gördün mü durumları ve hadisleri delil gösteriyorlar bunlar. Hani sen “her ne kadar son peygamber bunları dedi ama mecazi mana kasdetti” desen de, bak insanlar içinden bu laflarının zahirini yani dış anlamını alanlar var ve kendileri gibi düşünmeyenlere sapık diyorlar. Dolayısıyla son peygamber bu ifadelerini yani insan biçimci ilah anlatışını velev ki zahirini kasdetmeden söyleyse bile bak insanlardan bir grup bu lafları kendi görüşlerine delil aldılar ve Allah’a cisim demeye vardılar. Halbuki son peygamberin ne yapması gerekiyordu biliyor musun? Şunu yapması gerekiyordu: Kurandaki bu gibi ayetlerin (el, yüz, göz gibi) zahirinin alınamayacağını, bu ayetlerin te’vil edilmesi gerektiğini anlatmalıydı. (Bu şekilde bir rivayete raslamadım, belki vardır ama görmedim) Ne dersin bu yoruma? Kendinizi aldatmayın! Gerçekleri görün diyorum.


*** Değiştirici olmadan değişme olur mu? olmaz derseniz. O halde bizim düşüncelerimizi değiştiren nedir? Biziz derseniz, halbuki bazen birşey aklımıza gelir; “bu nereden aklıma geldi” deriz. Eğer o düşünceyi aklımıza bizim getirdiğimizi düşünseydik böyle demezdik.

*** Kürşat Otçu yazdı: ”Mesela bir renk seç, seçtin mi? Ben diyorum ki şu an kafandaki renk bir düşüncedir. İşte bu düşünceyi sen de Allah yarattı. Olay budur ve bu düşünce varolduğu müddetçe yaratılması devam eder.”
Dedi: “O halde biri hırsızlık yaptı ise (haşa) o düşünceyi Allah yarattı, biri fahişelik yaptı ise (haşa) o düşünceyi Allah yarattı, biri Allah'ı inkar etti ise (haşa) bu düşünceyi o kişide Allah yarattı.....vs O halde söyler misin? Cehenneme kim girecek? Ya da birileri cehenneme girecek ise hakettiğinden değil (haşa) Allah'ın öylece dilemiş olmasından. İnsanların özgür iradesi yok derken sanırım sizin demek istediğiniz şu; (yanılıyorsam düzeltin) Her türlü konuda yapacağım seçimlerin türevi Allah tarafından yaratılmış olduğundan ve bizler seçim yaptığımızda mecburen bunların dışına taşamıyor isek o halde seçim yapan aslında biz değiliz, dolayısı ile insanların reel manada seçim hakkı yok. Önce sizi doğru anlamış mıyım bunu okeyleyin, ardında söyleyeceklerim olacak! (Durum vahim)”
Cevap: Evet, işte senin gerçek yüzün bu. Fakat bu sadece senin değil yüzyıllardan beri kendine müslüman diyenlerin % 99’unun gerçek yüzüdür. Peki nedir bu gerçek yüz? İşte şudur: Benim 5 aydır ısrarla anlatmaya çalıştığım şu basit şeydi: Yani sonuçta biz düşünüyoruz. "İşte bu düşünceleri de Allah yaratıyor dedim ben ve yemediğim hakaret kalmadı bu forumda dahil." Neeee!....... evet,“Herşeyi Allah yaratır” dediğim için bunca hakaret yedim ben. "Nasıl ya olur mu öyle saçmalık" mı diyorsunuz; siz bunu bir daha düşünün derim. Çünkü bu Akik işlerin farkına varmış gibi; kendisin de evvelki yaşantısının izlerini taşıyor ve ne diyor? Bu hırsızlık düşüncesini Allah mı yarattı? "Haşa" diyor. Fahişelik yapanların bu düşüncesini Allah mı yarattı? Yine "Haşa" diyor. Aklınca Allahı kötü şeyleri yaratmaktan tenzih etmeye (uzak tutmaya) çalışıyor ve Allahı yücelttiğini düşünüyor. O zaman şu problemi görmüyor ve ya görmek istemiyor: Madem öyle, bu bahsedilen düşünceleri Allah yaratmıyorsa kim yaratıyor? Bakın laf nereye geliyor. Ben ne dedim: Tek yaratan Allahtır. O halde bağırıp çağırmanın alemi yok. Mantık çerçevesinde düşününce bakın ne oluyor: Hareketlerimizi ve seçimlerimiz yani düşüncelerimizi de Allah yaratıyor. Sonuç, evet basit değil mi? O halde özgür iradem kalmıyor. Diyorsun ki biz seçim yapmıyor muyuz o zaman? Cevap: Evet biz seçim yapıyoruz bu açık, fakat bu seçimlerimizi (çünkü seçimlerimiz de sonuçta düşüncedir) esasen Allah yarattığı için bizim özgür seçimimiz olmuyor. Biz kesb ediyoruz bu fiilleri, hareketleri. Kesb: kazanmak demektir. Ama şunu bil ki, bizim düşüncelerimizi Allah yaratır dersen zaten özgür irademizin olmadığını anladın demektir.
*** Soru: "Allah mahlukatının kendisine itaat etmeden önce, itaat edecek olmalarını ve O'na isyan etmeden önce isyan edecek olmalarını irade etmiş miydi? Bu soruya hayır derseniz Allahın iradesinin ezeli olduğunu reddettiniz demektir."
Cevap olarak "Allah bildiği için irade etti" derseniz; cevap: Size göre (Maturidilik) Allahın hem iradesi, hem de ilmi ezelidir. O halde bahsi geçen şekilde cevap verirseniz, bakın mana şöyle oluyor: Sanki önce biliyor, sonra diliyor. Bu ifadenin zahirinden ise sanki, Allahın iradesi, ilminden sonraymış gibi bir mana anlaşılıyor. Halbuki siz (Maturidilik) Allahın hem ilmine, hem iradesine ezeli dediniz. Şu da bir gerçektir ki, ezeli olan bir şey zaman olarak başka bir şeyden sonra gelemez. Gelse zaten ona ezeli denmez; dolayısıyla "Allah bildiği için irade etti" denemez. Zaten Mutezile, Allahın iradesine hadis (sonradan olan) dedi. Bunu siz (Maturidiler) demiyorsunuz. Maturidilerin içyüzü şudur: Onlara sorsanız deseniz ki: “Kuran ezeli midir, yaratılmış mıdır?” Size “ezelidir, yaratılmamıştır” derler. Onlara bu sefer soruyorum: Kuran da, Şeytanın Hz. Adem’e secde etmediği ve Hz. Ademin yasak ağaçtan yediği yine Ebu Leheb’in (Tebbet suresi) cehennemde azap göreceği bildirilmiştir. Bu ayetler yalana dönemeyeceğine göre, bunlar ifade edildiği gibi meydana gelmesi lazımdır. O halde daha Ebu Leheb, şeytan, Hz. Adem yaratılmadan onların durumu hakkında bilgiler verilmiş. Şimdi şeytanın, Hz. Adem’in özgürlüğü daha nerede kalır? Zira Kuran ezeli ise, daha dünya ortada yok, alem ortada yok (Alem: Allah hariç her şey demektir) bu hükümler Kuran da mevcut; daha kulların özgürlüğü nerede? Yine bu soruma derlerse ki:"Allah onların öyle yapacağını bildiği için öyledir O'nun kelamı." Onların bu itirazına yukarıda geçen izahım yeterlidir. Çünkü hem ilmi, hem kelamı ezeli olunca; biri birinden zaman olarak önce veya sonradır denemez. Yine bu hususta Mutezile mezhebi Kurana yaratılmış demektedir. Hadis (sonradan olma) demektedir ki ben de Kuranın ezeli olmadığını savunuyorum. Mutezile mezhebi kaderi inkar eden mezheptir. Onlarda kulların özgür olduklarını savunurlar. "Allah zorla kullarına günah işletmez” diyorlar. “Eğer böyle olsaydı imtihanın manası kalmazdı, Allah zalim olurdu" şeklinde, aynen Maturidilerin (yani piyasadaki dini kitapların yüzde doksan dokuzunun mezhebi) dediği gibi diyorlar. Mutezile mezhebi der ki: “Kulların fiillerini, hareketlerini Allah yaratmaz; bu fiilleri kullar kendileri yaratır. Eğer hareketlerimizi Allah yaratırsa biz cebr altında kalırız, Allah o zaman bize zorla günah işletmiş olur” derler. Dikkat edin şimdi çıngarın neden koptuğunu izah edeceğim: Devran (başka bir forumdaki özgür iradeyi savunan şahıs) da bu hususu bilmez, lakin bildiğini zannediyor ve aklınca sizi benden korumaya çalışıyor. İşte dönen dolap: Anlattığım gibi Mutezile mezhebi “Hareketlerimizi biz yaratırız” dediler ve peygamberin kader ile ilgili tüm hadislerini inkar ettiler. “Bu hadisler mütevatir olmadığı için inanç konusunda delil olmaz” diyerek bu rivayetleri reddettiler. Maturidiler ise böyle davranmadılar fakat onlar da bu hadisleri gördü; o bakımdan, bu hadislerden genelde pek bahis açmamayı kendilerine daha uygun gördüler. (Eğer siz bu konuda hadis gösterirseniz onlara şunu derler: "Allah öyle olacağını bildiği için ... ") Bu hadisler ile ilgili yorumlar yapmayı geçiştirdiler. Şimdi çıngar dediğim şeye gelelim: Maturidi mezhebine göre fiillerimizi, hareketlerimizi Allah yaratır lakin cüzi irademizi Allah yaratmaz. Bu şu demektir; örnek: Ben oturuyorum diyelim; kalkmak istediğimde, Allah kalkmak fiilini yaratıyor, ben de kalkıyorum. Fakat burada örnek verdiğim “ayağa kalkma düşüncesi" cüzi iradedir, yani cüzi irade bir fiili yapmayı istemektir. Maturidiler şunu diyorlar: “Biz fiili yapmayı hür irademizle isteriz, peşine Allah da bu fiili biz istediğimiz için yaratır. Dolayısıyla biz yine hürüz.” Burada cüzi irade diye örnek gösterdiğim, düşünceleri bu mezhebe göre Allah yaratmaz. Halbuki bunların mezhep imamımız dedikleri kişinin kitabını (Kitabu-t Tevhid) incelediğimde, o tam aksine “Herşeyi Allah yaratır” diyordu ve onların bu "cüzi iradeyi Allah yaratmaz" ifadelerini söylemiyordu. Ebu Mansur Maturidi’nin "Kitabu-t Tevhid" adkı kitabından (bu kitap üzerindeki araştırmalarım yine sitede kader konusunun sonlarına yakındır, çelişkilerini gösterdim) bir örnek daha vereyim: Ebu Mansur Maturidi kitabında imanının mahluk olduğu ( yaratıldığı) şeklinde bölüm açmıştır ve "kim iman mahluk değil derse onun sözü kabul edilmez" demektedir. Buraya kadar tamam mı? bak şimdi; günümüzdeki kitaplara baktığımızda ise şunu görürsünüz, özellikle kelam kitaplarında Maturidi mezhebine göre “iman mahluk değildir” derler, gördünüz mü çelişkiyi? Dahasını söylüyeyim: 300 yıllık fıkıh kitabı olan Fetevayi hindiyye adlı kitap piyasada çoktur, bu kitap Maturidi itikadıyla yazılmıştır, Akçağ yayınları 4. ciltte küfür lafızları bahsinde aynen şu fetva vardır : "iman mahluk (yaratılmıştır) diyen kimse kafirdir." Yine aynı kitabın 15. cildinde hem Eşari hem Maturidi mezhepleri övülüyor, aralarındaki farkların önemsiz olduğu söyleniyor, bu da tamam mı? Bak şimdi: Halbuki eşari mezhebinin temel görüşü imanın mahluk olduğudur. Bakın kelam kitaplarına der ki: Eşari mezhebine göre "iman yaratılmıştır" ne oldu şimdi? Şu oldu ki: Bunlar ne dediklerini bile bilmeyen adamlardır; bunlar kendi mezhep imamımız dedikleri adamın dedikleri şeylere inanana kafir diyorlar, sonra da yine mezhep imamlarını göklere çıkarıyorlar. Bütün bunların daha detayları sitede vardır; cüz i iradenin yaratılmamış olduğu sözü sonradan bu mezhebe eklenmiştir. Kim ekledi, niye bunu yaptılar hepsinin izahı sitede diyorum size!!!! İbn Humam bu eklemeyi yaptı; ondan öncede diyen vardı. Said Nursi diyor ki cüzi iradeye, “emr-i itibari” (itibari demek, varsayılan demektir) derim ki: Varsayılan şey adı üstünde varsayılandır yani yoktur. Yokluk ise tesirli değildir. Siz daha ne özgürlüğünden bahsediyorsunuz.
*** Firavun imanının kabul edildiği konusunda bana katılmıyorsun. O halde cevap ver: Firavun iman ettiğinde hayatta mıydı yoksa ölmüş müydü? Hayattaydı dersen, soruyorum iman ettiğinde de iman etmekle mükellef miydi? (Araf 158) Size göre hem iman teklifi, var hem de iman etmesi kabul edilmiyor. Peki bu “teklifi mala yutak” (Kaldıramayacağı yükü yüklemek) değil mi? Halbuki Mutezile, Maturidiye ve siz de “teklifi mala yutak”ı kabul etmezsiniz. Çünkü bunu kabul etmek cebri kabul etmek demektir.




*** KADERE İMAN
4795 - Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden) isabet edecek şeyi atlatamayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz."
Tirmizi, Kader 10, 2145.
***
4796 - Ubâde İbnu's-Sâmit radıyallahu anh oğluna ölümü sırasında demiştir ki: "Oğulcuğum, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını, kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe sen, imannın hakikatının tadını asla bulamazsın. Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söylediğini işittim:
"Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve: "Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz!" dedi."
"Oğulcuğum, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan şunu da işittim:
"Kim bu inanç dışında olarak ölürse benden değildir."
Ebu Davud, Sünnet 17, (4700); Tirmizi, Kader 17, (2156).
***
KADERLE AMEL
4797 - İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve:
"Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?" buyurdular. Cevaben:
"Hayır, ey Allah'ın Resûlü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek:
"Bu Rabbülâlemin'den (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimler de mevcuttur ve sonunda da icmal yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne de onlardan eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedi olarak sabit kalır" buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek:
"Bu da Rabbülâlemin'den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da icmâllerini yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer verilir!" buyurdular. Ashabı sordu:
"Öyleyse ey Allah'ın Resûlü, niye amel ediliyor? Madem ki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden fariğ olunmuş (bir daha yapma gayreti de niye)?"
Resûlullah şu cevabı verdi:
"Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali koruyun, Zira, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır; (daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!"
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, sonra elindeki kitapları atıp, elleriyle işaret ederek dedi ki:
"Rabbiniz kullardan artık fariğ oldu, birkısmı cennetlik, birkısmı da cehennemliktir."
Tirmizi, Kader 8, (2142).
***
4798 - Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Biz bir cenaze vesilesiyle Baki'u'l-Ğarkad'da idik. Derken yanımıza Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çıkageldi ve oturdu. Biz de etrafında (halka yapıp) oturduk. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğuyla yere birşeyler çizmeye başladı. Sonra:
"Sizden kimse yok ki, şu anda cennet veya cehennemdeki yeri yazılmamış olsun!" buyurdular. Cemaat:
"Ey Allah'ın Resûlü, dedi. Öyleyse hakkımızda yazılana itimad edip ona dayanmayalım mı?"
"Çalışın, buyurdular. Herkes kendisi için yaratılmış olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır. Şekâvet ehli olanlar da şekâvet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır!"
Sonra şu ayeti tilavet buyurdular. (Mealen): "Kim bağışta bulunur, günahtan kaçınır ve dinin en güzelini tasdik ederse, biz de ona hayır ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız" (Leyl 5-7).
Buhari, Tefsir, Leyl, Cenaiz 83, Edeb 120, Kader 4, Tevhid 54; Müslim, Kader 6, (2647); Ebu Davud, Sünnet 17, (4694); Tirmizi, Kader 3, (2137), Tefsir, Leyl, (3341).
***
4799 - Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Süraka İbnu Malik İbnu Cu'şem radıyallahu anh gelerek sordu:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bize dinimizi açıkla. Sanki yeni yaratılmış gibiyiz. Şimdi amel ne husustadır: Kalemlerin kuruduğu, miktarların kesinleştiği şeylerde mi, yoksa istikbale ait şeylerde mi çalışacağız?"
"Hayır (istikbale ait şeylerde değil). Bilakis kalemlerin kuruduğu, miktarların cereyan ettiği (kesinleştiği) hususta!" buyurdular. Sürâka tekrar:
"Öyleyse niye amel edelim (boşa zahmet çekelim)?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Çalışın! Herkes yaratıldığı şeye erecektir! Herkes, (yazıldığı) ameliyle amil olacaktır!" buyurdular."
Müslim, Kader 8, (2648).
***
4800 - İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Sâdık ve Masdûk olan Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde cem olur. Sonra bu kadar müddetle "alaka" olur. Sonra bu kadar müddette "mudga" olur. Sonra Allah bir meleği dört kelimeyle gönderir: (Bu melek) rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını yazar, sonra ona ruh üflenir. Kendinden başka ilah olmayan zâta yemin olsun, sizden biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir zirâlık mesafe kaldığı zaman ona yazısı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel ederek cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem ehlinin amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir ziralık mesafe kalınca yazısı ona galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işleyerek cennete girer."
Buhari, Kader 1, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 1, Tevhid 28; Müslim, Kader 1, (2643); Ebu Davud, Sünnet 17, (4708); Tirmizi, Kader 4, (2138).
Rezin şu ziyadede bulundu: "(Resûlullah) şunu da buyurdular: "Nutfe düştü mü, kırk gün rahimde uçar. Sonra kırk günde alaka olur. Sonra kırkgünde mudga olur. Bir nefis olarak yaratılma safhasına gelince, Allah onu tasfir edecek (şekillendirecek) bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak olduğu halde gelir. Onu mudgaya karıştırır. Sonra onu yoğurur, sonra da emredildiği üzere onu tasvir eder."
***
4801 - Âmr İbnu Vasıla anlatıyor: "Abdullah İbnu Mes'ûd radıyallahu anh'ı dinledim. Demişti ki: "Şakî, annesinin karnında iken şaki olandır. Said de başkasından ibret alandır." (Bunu işittikten sonra) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından Huzeyfe denen zata uğradı ve İbnu Mes'ud'un söylediğini anlattı ve sordu:
"Kişi amelsiz nasıl şakî olur?" Huzeyfe radıyallahu anh:
"Buna hayret mi ediyorsun? Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söylediğini işittim:"
"Nutfenin (rahme düşmesinden sonra) kırkiki gece geçti mi, Allah ona bir melek gönderir (ve onun vasıtasıyla) nutfeyi şekillendirir; işitmesini, görmesini, derisini, etini, kemiğini yaratır. Sonra melek sorar:
"Ey Rabbim! Bu erkek mi, dişi mi?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra sorar:
"Ey Rabbim! Eceli nedir?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Tekrar sorar:
"Ey Rabbim! Rızkı nedir?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra melek elinde sahife olduğu halde çıkar. Artık buna ne bir şey ilave eder ne de eksilir."
Müslim, Kader 3, (2645).
***
4802 - İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün) aramızda doğrulup:
"(Hastalık nev'inden) hiçbir şey hiçbir şeye sirayet etmez!" buyurmuşlardı ki bir bedevi:
"Ey Allah'ın Resûlü! Nasıl olur? Bir deve sürüsüne, kuyruğu ile haşefesini uyuzlamış bir deve gelince hepsini uyuzlu yapar!" dedi. Aleyhissalatu vesselâm:
"Pekalâ, birincisini kim uyuzladı? Ne sirayet, ne safer (inancınızda hakikat) vardır. Şurası muhakkak ki, Allah her nefsi yaratmış, onun hayatını, ölümünü, rızkını ve uğrayacağı musibetlerini yazmıştır."
Tirmizi, Kader 9, (2144).
***
4803 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün):
"Allah Teâla hazretleri bir kulun hayrını diledi mi onu istimal eder!" buyurmuştu. Kendisine: "Onu nasıl istimal eder?" diye soruldu.
"Ölümden önce salih amel işlemede muvaffak kılar!" buyurdu."
Tirmizi, Kader 8, (2134).
***
4804 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Kişi vardır, uzun müddet cennet ehlinin amelini işler, sonra da ameli cehennem ehlinin ameliyle hitam bulur. Yine kişi vardır, uzun müddet cehennem ehlinin ameliyle amel eder de sonunda cennet ehlinin ameliyle hitam bulur."
Müslim, Kader 11, (2651).
***
4805 - İbnu Amr İbni'l-Âs radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Allah (cin ve ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde yarattı. Sonra üzerlerine kendi nurundan serpti. Bu nur, kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de isabet etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki: "Kalem, Allah Teâla'nın ilmi hususunda Tirmizi, İman 18, (2644). kurumuştur."

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

***
KADERE RIZA
4806 - Sa'd İbnu Ebî Vakkâs radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Ademoğlunun saadet (sebepleri)nden biri de Allah Teâla'nın hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekâvet (sebepleri)nden biri de Allah Teâla'ya istihareyi terketmesidir. Keza şekâvet (sebepleri) nden bir diğeri de Allah'ın hükmettiğine razı olmamasıdır."
Tirmizî, Kader 15, (2152).
***
4807 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Kuvvetli mü'min, Allah nazarında zayıf mü'minden daha sevgili ve daha hayırlıdır. Aslında her ikisinde de bir hayır vardır. Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah'tan yardım dile, acz izhar etme. Bir musibet başına gelirse: "Eğer şöyle yapsaydım bu başıma gelmezdi!" deme. "Allah takdir etmiştir. Onun dilediği olur!" de! Zira "eğer" kelimesi şeytan işine kapı açar."
Müslim, Kader 34, (2664).
***
ÇOCUKLARIN HÜKMÜ
4808 - Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: "Bir çocuk ölmüştü. Ben: "Ne mutlu ona! Cennet kuşlarından bir kuş oldu!" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Sen Allah'ın cenneti de cehennemi de yarattığını, beriki için de öteki için de ahali yarattığını bilmiyor musun?" buyurdular."
Müslim, Kader 30, (2662); Nesâi, Cenaiz 58, (4, 57); Ebu Davud, Sünnet 18, (4713).
KADERİYE'NİN ZEMMİ
4812 - Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Her ümmetin mecusileri vardır. Bu ümmetin mecusileri "kader yoktur!" diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal'e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır."
Ebu Davud, Sünnet 17, (4692).
***
4813 - Ebu Davud'un İbnu Ömer'den gelen merfu bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur:
"Kaderiye fırkası, bu ümmetin mecusileridir. Eğer hastalanırlarsa ziyaret etmeyin, ölürlerse cenazelerine katılmayın."
Ebu Davud, Sünnet 17, (4691).
***
4815 - İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Ümmetimde iki sınıf vardır ki, onların İslâm'dan nasipleri yoktur: Mürcie ve Kaderiye."
Tirmizi, Kader 13. (2150).
***
4816 - Nafi rahimehullah anlatıyor: "Bir adam İbnu Ömer radıyallahu anhüma'ya gelerek:
"Falan kimse sana selam ediyor!" diyerek, Şamlı birisinden selam getirdi. İbnu Ömer radıyallahu anhüma:
"Bana ulaştığına göre, o kimse kaderi inkâr ediyormuş. Eğer o böyle bir bid'a fikre saplandı ise, sakın ona benden selam söyleme! Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ı işittim:
"Bu ümmette hasf (yere batırma), mesh (suret değişmesi) (ve kazf= (taş yağması) olacak. Bu musibetler kaderi inkâr edenlere gelecek."
Ebu Davud, Sünnet 7, (4613); Tirmizi, Kader 7, (2153, 2154).
***
4817 - İbnu Amr İbni'l-Âs radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Allah mahlukatın miktarlarını, semâvât ve Arzı yaratmazdan ellibin sene evvel, Arşı da su üzerinde iken yazdı."
Müslim, Kader 16, (2653); Tirmizi, Kader 18, (2157),
4818 - Ebu Azze anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah bir kulunun bir memlekette ölmesini takdir etti mi, onu oraya -veya orada bulunan bir şeye dedi- muhtaç kılar."
Tirmizi, Kader 11, (2148).
İşte gördüğünüz gibi bir kaç hadisi size gösteriyorum; bunlar “Kütübü Sitte” hadisleridir. Bunun gibi ikiyüze yakınına baktım, hepsinde kulların özgür iradelerinin olmadığı inancı anlatılır peygamber tarafından; lakin ben peygamberin anlattığı gibi size anlatıyorum, bana sapık diyorlar; soruyorum onlara: Bu hadislere ne diyeceksiniz? Hepsini inkar mı ediyorsunuz? Söyleyin cevap verin? Yüzyıllardan beri süren üçkağıtları görün! Peygamberin anlattığı düşünce, yani cebr (Allah’ın zorla kuluna sevap ve günah işletmesi) piyasadaki dini kitapların neredeyse tamamı tarafından sapıklık olarak anlatılıyor ve alay ediyorlar bu düşünceyle; peygamberin lanetlediği ve kaderi inkar saydığı "kulların özgür iradesi olduğu" görüşü ise piyasadaki dini kitapların neredeyse tamamı tarafından el üstünde yutuluyor ve hak ve doğru görüşmüş gibi anlatılıyor. Tekrarlıyorum, bu yapılanlar yeni değildir yüzyıllardır aynı yol izleniyor, ne derseniz bu işe, ne!!!

*** Özgür iradeyi savunanların en çok kullandığı "Allah bildiği için yazdı" lafıyla kasdettikleri şeyin yalan olup, bu işin iç yüzünü göstereceğim. Allah’ın ilminin maluma tabi olmaması meselesi: Allah’ın ilmi ezelidir; evvelden de izah edildiği gibi ezeli olanın sebebi olmaz, halbuki “ilim maluma tabidir” denildiğinde; ilim, malumdan(bilinenden) etkilenen durumunda olmakta ve malum, ilmi etkileyen konumda bulunuyor. Dolayısıyla etkileyen malum, etkilenen ilme sebep teşkil ediyor. Zira etkileyen, etkilenene sebep konumundadır. Halbuki akli delille sabit ki ezeli olanın sebebi olmaz. O halde Allah’ın ilmine ezeli diyenlerin: "İlim maluma tabidir" lafları yanlış olmaktadır. Allah’ın ezeli ilmi asla başka bir şeye tabi değildir. Böyle olunca da cebr olduğu aşikardır. Etkilenmek demek, etkileyen olduğu varsayılan (düşünülen) şeyin, etkilenene sebep teşkil ettiğini kabullenmek demektir.


*** Geçenlerde şöyle bir bilgi edindim: Kuran’da Allah’ın "adil" şeklinde bir tanıtımı olduğu ifade edilmiyormuş. Lakin ben Allah’a zalim demem.


*** "Madem yapan bilir. Öyle de bilen konuşur. Yani, bu kainatın sahibi, bu kainatın hikmetlerini ve bizi yaratmasının gayelerini ve bu dünyaya gelmemizin gayesini bize bildirecektir" biri forumda böyle yazdı.
Cevap veriyorum: Konuşmak ne ile olur? Ses ile olur. Soruyorum: Allah’ın sesi var mıdır? “Var” dersen, tekrar soruyorum: Siz "Allah’ın kelam sıfatı vardır ve ezelidir" diyorsunuz. Bak soruyorum: Ezeli ses olur mu: "Olur" mu diyeceksin? Bir daha düşün. Zamanla kayıtlanmayan ses olur mu? “Olmaz” dersen, ezeli ifadesi zaten zamanla kayıtlanmayandır. O halde sen nasıl “Allah’ın sesi var” dersin?

*** Kuran’da çok yerde "Herşeyi yaratan Allah’tır" şeklinde ayet vardır. Bunu düşünün bakalım. Düşünmek şey midir? Şey’in bir manası da (var olan, mevcut olan) demektir.

*** Allah neyi irade edeceğini biliyor muydu? Diyorsunuz ki bu dünya imtihan dünyasıdır. Hayır, bu dünya imtihan, deneme yeri değildir. Çünkü Allah kullarını yaratmadan önce de tafsilatlı olarak onların yapacaklarını bilmektedir ve Allah’ın ilmi cehle dönüşmez, yanlış çıkmaz; dolayısıyla bu işler için imtihan denemez. Lakin imtihanla ilgili birçok ayet de vardır; misal (Mülk 2) o halde ne yapacağız? Şunu yapacağız: Akli delili alacağız, yani bu dünyanın imtihan dünyası olmadığı gerçeğini; buna mukabil nakli delillerden olan imtihan ile ilgili ayetleri te’vil edeceğiz, yani bu ayetlerin zahirini bırakıp başka manasını alacağız ve ayeti böyle anlayacağız. İmtihanla ilgili ayetler hakkında şöyle bir te’vil vardır: “Allah burada, kullardan çıkan fiilleri sanki bilmiyorda, bilmek isteyen birinin muamelesi gibi muamelede bulunuyor.” Bu bir çoklarının tuhafına giderse, şu ayete bakın, (Muhammed 31) burada “bilmek için” deniyor; peki Allah bu işler olmadan önce onları bilmiyor mu? Biliyor; gördüğünüz gibi her ayetin zahiri alınamaz. Bir de şunu ifade edeyim ki: Dini kitapların tamamına yakınında Eş’ari mezhebini, Ehli Sünnet olarak kabul ederler ve bu mezhebe genelde “Hak mezhep” derler. Diyorum ki: Eş’ari mezhebi Cebriyyedendir (Cehmiyyede, Cebriyyedendir yani ikisi de Cebriyyedir). Yani “kulların özgürlüğü yoktur, Allah kullarına zorla günah ve sevap işletir” der. Lakin bu çok açık olduğu halde, yani kelam kitaplarında açıkça söylendiği halde genel olarak diğer kitaplarda pek açıklanmaz; zaten o kitapları yazanların çoğu da bunu bilmezler. Ben söyleyince bu sefer hakaret yağmuruna tutuluyorum; mesela Gazali’yi millet ekseriyetle göklere çıkarıyor, halbuki o da cebircidir (Eş’ari mezhebindendir). “Allah zorla günah işletir” görüşünü savunur. Zaten kitapta Gazali’den yaptığım alıntılarda bunları açıkladım. Özgürlüğü savunup da Ehli Sünnet olduğunu iddia edenlere, Maturidiler denir. Zaten bir çok kendine “Maturidiyim” diyen de mezhebini ve neyi savunduğunu bilmez. Niye bilmez, açıklayayım: Maturidi mezhebinde “cüzi iradeyi Allah yaratmaz” ve “imanı da Allah yaratmaz” derler (Fetevayi Hindiyye 4. cilt küfür lafızları bahsine bakın). Cüz irade şudur: Diyelim ben oturuyorum ayağa kalkmak istedim; işte bu ayağa kalkmayı istemeye cüzi irade denir. Yani bir haraketi yapmadan önce yapmayı istemek düşüncesine cüzi irade denir. İşte özgürlükçüler, bu düşünceyi Allah yaratmaz diyorlar. Fakat biz de yaratmayız diyorlar. “Nedir öyleyse?” diyoruz, bu sefer diyorlar ki “o bir haldir karıştırma!” Bu nasıl bir görüştür! Lakin Eş’ari mezhebi diyor ki: “İnsanların cüzi iradesini Allah yaratır, hareketlerini de Allah yaratır, o zaman kulların özgürlüğü olmaz” derler. İzahı şu: Hani oturuyorum ve ayağa kalktım ya, Eşari mezhebi diyor ki: “İnsanların bu ayağa kalkma düşüncelerini de, hareketlerini de Allah yaratır. O zaman kulun özgürlüğü kalmaz.” Eş’ari mezhebine göre "insanın iradesi vardır lakin tesiri yoktur, zira o irade de Allah tarafından yaratılmıştır." Şimdi bana bağırıp çağıranlar oluyor. Bunlar diyorlar ki: "Hiç öyle olur mu? Eş’ari mezhebi böyle der mi?" diye hakaret ediyorlar. Peki soruyorum: Bu işleri ben yıllarca araştırıp bulunca ve bunları ortaya koyunca ben suçlu oluyorum, siz ise taklit içinde kalıp, mezhep taassubu içinde kalıp, sizden öncekiler ne diyorsa onları aynen kabul edip, bu yanlış inançları sürdürdüğünüzde siz suçlu olmuyorsunuz öyle mi? Israrla beyan ediyorum ki, piyasadaki kader ile ilgili yazılan yazıların, gazete, dergi, kitap yüzde doksandokuzu yalandır, üç kağıttır, sahtekarlıktır.
*** Dedi: "Tanrı yaratıcı olduğu için, insanı da kısmi yaratıcı özellikte yaratabilmiştir."
Cevap: Allah insanı kısmi de olsa yaratıcı bir özellikte yaratamaz. Detaylı izahı kitabımdadır; çokça işledim, zira bana çok sorulan bir sorudur. Bu ve benzerleri olarak daha çok şu soruluyor: Allah insanı özgür iradesiyle fiillerini yapacak şekilde yaratamaz mı? Dediğim gibi cevap: Allah insanı özgür iradesiyle fiillerini yapacak bir vasıfta yaratamaz.
Dikkat edin yaptığınız eylemlere, hareketlere; siz mesela oturuyorken ayağa kalkma fiilini örnek alalım, bu hareketi yaptığınızda kasların, eklemlerin nasıl hareket ettiğinden habersizsiniz ve bir şeyi tafsilatlı olarak bilmeyen ise o fiilin yaratıcısı olamaz. Bir de aklıma geçenlerde şöyle bir düşünce geldi; sizinle paylaşmak istiyorum ve yorumlarınızı bekliyorum: Günlük hareketlerinize dikkat edin ve şunu anlamaya çalışın: Siz bir hareketi yaparken, yaptığınız anda bu fiilin farkına varıyorsunuz; zaten farkına vardığınızda da o fiili yapmış oluyorsunuz. Yani esasında o fiillerin (hareketlerin) siz de yaratıldığını ve özgür olmadığınızı hissedin, hissetmeye çalışın. Bakın bir anda hareket ediyorsunuz, bir anda aklınıza bir fikir geliyor, televizyon izlerken birden çay içmek düşüncesini içinizde buluyorsunuz ama dikkat edin ki bu düşünce siz de bir anda meydana gelmektedir. Siz bu düşünceyi düşünmek için çaba harcamadınız, bir anda bu düşünceyi içinizde buldunuz. Ama o düşünce siz onu istemeyi istemeden direkt olarak meydana geldi; hareketlerinizde de bunu hissedin, nasıl yönlendirildiğinizi anlamaya çalışın. Arzulayın ama arzulamayı arzulayabilir misiniz? Lütfen diyorum, hadi hissedin özgür olmadınızı, işte evet bak, nasıl düşünceler aklınızdan geçmekte ve siz bu hal sizde olurken "ben şunu düşündüm, bak şimdi bunu düşündüm" diyorsunuz.
*** Ben on yaşlarındayken de kader konusunu düşünür ve benden büyük kişileri bu konuda sıkıştırırdım; yani herşey madem Allah’ın dilemesiyle oluyor, o halde inanmayanlarda mı Allah’ın dilemesiyle oluyor? gibi veya daha basitce bunları düşünürdüm. Şunu da düşündüğümü hatırlar gibiyim: "Allah mutlak güç sahibidir, O'nun kudreti herşeyin üstündedir. O halde kullar özgür olmamalı" diye ufak yaşlardan itibaren düşünürdüm; sonra 20'li yaştan itibaren dini kitaplar okuyunca, hayal kırıklıkları beni sardı. Zira kitapların tamamına yakını insanın özgür iradesi olduğunu söylüyordu. İstemeye istemeye onlara inandığımı kendime telkin etmiştim. Ama şu olayı hiç unutmadım: Evet bu tür kitaplarda Cebriyye adı altında cebr görüşü önce kısaca açıklanır, sonra aşağılanırdı; bunu anlar ve bilirdim ama; onların görüşü (Cebriyye) iki cümleyle anlatılırken şöyle denirdi: "Onlar der ki: Herşey Allah’ın iradesiyle olur, kullar rüzgarın önündeki yaprak gibidir, rüzgar onu nereye sürüklerse o da oraya gider, kulların hiçbir özgürlüğü yoktur." Evet böyle anlatırlar, peşine de cebr düşüncesini aşağılarlardı. Ancak ben bu iki cümleyi okurken ve kendimi insanın özgür iradesi olduğuna inandırmaya çalıştığım dönemlerde de, bu iki cümlede asalet görür ve vicdanımda kendimi kandırdığımı hissederdim ama bunu kendime itiraf edemezdim ve bu iki cümleyi okuyunca onlara saygı duyardım ve "helal olsun adamlara, bak lafı çevirmiyorlar, kıvırmıyorlar ve Allah’ı istediğini yapan, çok güçlü bir ilah konumunda tutuyorlar" diye içimden geçirirdim. Onlara çok hayrandım ama kendime bunu itiraf edemezdim. Bana kader konusunda insanlar soru sorduklarında “insanın özgür iradesi var” derdim. Aslında inanmak istemediğim ve asla kalbimin mutmain olmadığı ( tatmin olmadığı, yatışmadığı) bir görüşü o kişiye anlatıken çok zor anlar yaşardım. Kendimin tatmin olmadığı bir görüşü, başkasına anlatmak ve aslında hayran olduğum ve aşık olduğum cebr görüşünü "kafirlik, sapıklık" olarak ona anlatmak beni çok üzmekteydi. Lakin yol bulamıyordum. Beş sene böyle geçti. Size bahsettiğim gibi bazı üç kağıtları, dönen dolapları hissettiğim anda da bütün gücümle bunları ortaya çıkarmak için uğraştım. Yani aslında ben küçüklüğümden beri bu cebr görüşüne aşıktım, tutkundum, hayrandım.
*** Bu konular da kelam kitapları yani inançla ilgili kitap okumayanların durumu çok zordur. Kuran çok ince, detay kitaptır; isnad prensibine bakınca anlarsınız. Fakat orada ilk bakışta birbirine ters gibi akla gelebilen ayetlerin uygun yorumları vardır. Bunu da bilin ve tekrar ediyorum ki benim bu anlattıklarım konusunda zaten kader konusunda Eş’ari mezhebinin görüşlerini savunduğumu söylemiştim. 1200 yılllık mezheptir. Kader konusunda onlara katılıyorum, fakat katılmadığım konular da vardır. Mesela Allah’ın görülmesini ben inkar ediyorum. Bu konuda Mutezile mezhebinin görüşünü kabul ettim. Beni anlamaya çalışın. Yıllarca bu yalanları okudum ve şöyle düşündüm: “Bunlar madem ki alim adamlar, demek ki bir bildikleri var” dedim ve içimde kuşku kalarak onlara inandığımı kendime telkin ettim. Hatta askerdeyken bana kader hususunda soru soranlara “insanın özgür iradesi vardır” diyordum ve insan hür değildir diyenlerin kafir olduğunu söylüyordum. Böyle beş sene civarında geçti, fakat bu süre zarfında benim yine kader ile ilgili okumalarım çok hummalı olmasada yine de devam ediyordu. Derken 2001 yılının başlarında yine insanın özgür iradesini savunan bir kitap elime geçmişti. Fakat bu kitabın bir farkı vardı; bir itiraf vardı bu kitapta. Yazarı Maturidi olduğu halde kendi mezhebi için: “Mutezile mezhebiyle (açıkça kaderi inkar edenler) birdir, kader hususunda fazla farklı değildir” diyordu. Bu ifade beni şok etti. Kader hususunda kendi inandığı mezhep ile açıkça kaderi inkar eden mezhebin aslında aynı yolda olduklarını itiraf etmesi beni şaşırttı. (Bu yazar Muhammed İhsan Oğuz idi, kendisinin üç kitabını, kitabımda inceledim ve çelişkilerini gösterdim) O aralar, Razi'nin “Tefsiri Kebir” diye meşhur olan tefsiri de elime geçmişti. Orada insanın özgür iradesinin olmadığı detaylı olarak anlatılmaktaydı. Karar verdim, bu kader meselesini en ince detaylarına kadar incelemeye. Kelam kitaplarına daha sonra felsefe kitaplarına başvurdum ve insanların kendilerini kandırdıklarını daha iyi anladım. Samsunda önce cami görevlileriyle tartışmaya başladım, sonra üniversite ilahiyat hocalarıyla ve çok kişilerle tartıştım. Onların zayıf yanlarını daha iyi anlamaya başladım. Sonra çok övülen kişi olan Gazali’nin de meşhur eseri olan “İhya Ulumi’d din” adlı kitabını da okudum. Yine orada da insanın özgür iradesi olmadığı beyan ediliyordu. Binlerce delil buldum, kimlere anlattıysam ilk etapta genelde inkar ettiler ancak ilmi olarak cevap veremeyince de genelde kovdular, deli dediler ve benzeri şeyler de dediler.
*** Diyorum ki Allah görmez ve duymaz, neden mi? Bak şimdi: Mesela Allah, bir insan yürüdüğünde görüyor mu yoksa daha evvelden görmüşmüydü? Eğer görmüştü demezsen Allah’ın görmesinin ezeli olduğunu reddettin demektir. Eğer Allah’ın görmesine ezeli dersen bak şimdi prblemlere: Bir insan bir yaşındayken ve doksan yaşındayken bin türlü hali oluyor; mesela o kişi banyoda çıplakken ve dışarıda giyinikken ki hallerini ele alalım. Eğer Allah’ın görmesi ezeli derseniz, bu çıplak hali ile giyinik hali birbirine zıt durumlardır, bunlar birleşmez. Binaenaleyh ezeli olarak milyarlarca değişik durum nasıl cem olur, yani birleşir ve manası olur. Görmesini ve duymasını onun ilmine raci etmek lazım. O meydana çıkan görüntüleri ve sesleri zaten Allah yaratıyor ve yaratan da ne yaratacağını bilir; o bakımdan Kuranda geçen Allah’ın görmesi ve duyması mecazidir. Nasıl ki Kuranda Allah’ın yüzünden ve elinden bahsediyor, bunlar nasıl mecazi ise bunlar da öyledir. Görülen herşey mekandadır, zaten ben Ruyetulllah’ı (Allah’ın görülmesi) bu ve benzer delillerle inkar ettim. Ama şuna dikkat: Gören de ancak bir yönden ve bir mekandan görebilir. Halbuki Allah yönde ve mekanda bulunmaktan münezzehtir. O bakımdan Allah görmez, duymaz.


*** Soru: Allah nerede? “Her yerde” diyen kafir olur. “Bir yerde” diyen de kafir olur.
Cevap: Allah hiçbir yerde değildir. İspatı: “Her yerde” diyenlere soruyorum: O halde lağamda da mı Allah var? “Bir yerde” diyenlere gelince; onlar mesela odada oturuyorlar ya, diyorlar ki: “Allah burada” ama Japonya da oturan da aynı mantıkla kaldırıp “hayır Allah burada” demez mi? O halde şunu düşünelim; Allah parçalara bölünür mü? Bölünmez; demek ki iki yanıtta yanlış. Dediğim gibi Allah mekanda değildir, yani hiçbir yerde değildir. (yer=mekan) Çoğu insan Allah’tan bahsederken yukarı bakıyor ya da yukarıyı işaret ediyor. Onlara dense ki: “Niçin yukarıya baktın ya da yukarıyı işaret ettin?” Genelde derler ki: “Allah yukarıda da ondan.” Dünya yuvarlak ya; kuzey kutbu, güney kutbu var; sağı, solu var. Dünyanın bir ucu ve tam karşısını düşünün; bunlar zıt yerlerde değil mi? İki yerde de insan var diyelim. Her biri kendi aklınca “Allah yukarıda” diye düşününce ne oldu? Birinin yukarıyı gösterdiği yön, diğerinin aşağıyı gösterdiği yer oluyor. Demek ki "Allah yukarıda" diyenlerin hali bu. Sonra şu: "Allah her yerde" diyenlere başka bir delil getireyim: Bu yerler yani mekanlar kendi kendine mi meydana geldi? Yani kendi kendinin sebebi mi yoksa bu yerleri Allah mı yarattı? "Allah yarattı" derlerse; düşünelim, yaratma ifadesi zikredildiğinde zaten bir başlangıç lazım, yani yaratılan için düşündüğümüzde öncesinde bir yokluk söz konusudur. Yaratılanın mevcut olmadığı bir hal var demektir. “Mekanları, yerleri Allah yarattı” derseniz, demek ki; bu mekanların olmadığı bir durumda söz konusudur. O halde soruyorum: “Allah bu yerleri, mekanları yaratmadan önce neredeydi?” Demekki Allah mekandan münezzehtir, yani mekanda değildir. O zaman şu sonuç çıkıyor ki: Allah hiç bir yerde değildir.

*** Bahsettiğin (Enam 148 ) ayetin izahı şudur: Onların bu söyledileri esasen başka ayetle uyuşuyor. Zira bakın (Enam 7): "Allah dileseydi, ortak koşmazlardı." O halde Allah onları niçin kınadı? Şundan: Onlar bu sözlerle "madem herşeyi Allah bize zorla yaptırıyor, o halde biz nasıl sorumlu olacağız?" şeklinde sorumluluğu inkar edici bir anlayışla bu ifadeyi söyledikleri için Allah onları kınıyor. Enbiya 23. ayetteki düşünceyi inkar etmiş oldular, bu fikilleriyle. Enbiya 23: "O yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumludur."


*** Eş’ari mezhebinin yüzyıllardır bir adı var; insanlar içinde Ehli Sünnet diye anılagelen bir ekoldür. Yüzyıllardan beri süre gelen bu ekole direkt olarak saldıramıyorlar; cebr düşüncesine karşı çıkanlar dikkat edersen, cebriyye adı altında hertürlü hakareti yapıyorlar, dalga geçiyorlar; fakat iş Eş’ari mezhebinden kader konusunda bilgi vermeye geldiğinde, bu konuyu kısa kesip, “aslında cebriyye bir kayış var bu görüşte” diyorlar ama bak cebriyyeye yaptıkları aşağılamaları ona hemen hemen hiç yapmıyorlar. Bu nokta önemli sonra “darbı mesel” adı altında bir ifade uydurup "Eş’arinin kesp anlatımı gibi" diyorlar. Böylece okuyucuların aklına gelen “Eş’arilikte yoksa cebirci mi?” anlayışını sindiriyorlar ve yüzyıllardır gelen iki hak mezhep anlayışını yani “Eş’arilik ve Maturidilik” korumaya çalışıyorlar. Dersen ki: “Bunu niçin böyle yapıyorlar?” Önceklikle taklitçilik; sonra bu husus aklına geldiğinde, “bu kadar alim bu işi anlayamadı da bu işleri ben mi anlayacağım? Bu kadar zamanın alimleri geldi geçti; onlar bu iki mezhebi övdüler, demek ki benim anlamadığım bir nokta var. O bakımdan ben bu düşüncelere dalıyorum; hiç Said Nursi’nin, Elmalılı Hamdi Yazır’ın anlayamadığı bir şeyi ben anlayabilir miyim? Aman sakın bunu hiç kimseye söylemeyeyim de bana gülmesinler. Zira bu düşünceye ben bile inanamıyorum ( Eş’ariliğin cebirci olup, Maturidi mezhebinin tersi bir düşünceyi savunması hususu) ve gülecek gibi oluyorum. Ah ah eskilere tabi olmak lazım, terbiyeli olmak lazım, haddini bilmek lazım..

*** Ebu Hanife’den bahsediyorsun. Eğer piyasada dolaşan “Fıkhı Ekber” i, o yazdıysa içinde kabul etmediğim görüşler var. Şöyle anlatılıyor: Mesela levhi mahfuza yazılanlar detaylı olarak yazılmış olmadığı ve Allah’ın eli, yüzü gibi geçen ayetleri te’vil etmenin yanlış olduğunu söylediği rivayet ediliyor. Ben diyorum ki, Allah’ın eli ve yüzü vardır diyen kafir olur. Zira bu Allah’a cisim demek olur; dolayısıyla bu ve benzeri ifadelerin te’vil edilmesi şarttır. Yine Ebu Hanife’ye nispet edilen bu “Fıkhı Ekber” adlı kitapta çelişkiler mevcuttur. Zira hem cebr şeklinde ifadeler var, mesela herşeyin Allahın iradesiyle olduğu söyleniyor. Hem de “teklifi mala yutak (kullara kaldıramayacağı yükü yüklemek) yoktur” deniyor. Bunlar çelişkidir, fakat bu kitabın şerhlerine gelince kitabı hepten tanınmaz hale sokmuşlardır. Zira şerhedenler; okuduklarımda gördüğüm kadarıyla cebre karşılar. Dolayısıyla kitabın bazı bölümlerinde kitabın aslıyla, şerhi zıtlık oluşturuyor. Razi, Gazali ve Eş’ari’den bahsediyorsun. Ben zaten bu üç şahsı ruyet meselesinden dolayı tekfir ettim. Fakat kader hususunda bunlar cebri savunurlar. Zaten bunlardan ben çok şey öğrendim; sen Eş’ari mezhebini birçok kelam kitabından incele. “Cebri Mutavassıt” (orta cebr) diyorlar. Ama bunlar laftır, neden biliyor musun? Çünkü: Soruyorum sana, cebrin ortası olur mu? Cebr cebrdir bitti. Bu işler böyle, Eş’ari mezhebinin yüzyıllardan beri edindiği yer itibariyle ona fazla yüklenemiyorlar; ona “cebri mutavassıt” deyip, sanki cebr görüşünden ayrı bir itikadı savunuyormuş gibi bir imaj verip, cebriyye adı altında hem cehmiyye’ye ve tüm cebr görüşünü savunanlara yükleniyorlar. Nasıl olsa insanların tamamına yakını Eş’ari mezhebinin gerçek görüşünü tam bilmiyor. İşte ispatı: Kitaplarda Şafilerin itikadi mezhepleri Eş’arilik diye söyleniyor. Ben iddia ediyorum ki: Çevrenizdeki en bilgili Şafi mezhebinde olanlara deyin ki: “Sizin itikadi mezhebiniz nedir?” Eğer “Eş’arilik” derse, kader hususunda benim sorduğum birkaç soruyu onlar sorun. Mesela: “Hayır ve şer Allahtan mı? Zina yapmak şer mi? Zina yapmak Allah’tan mı? Hani hayır ve şer Allah’tandı ya...” İddia ediyorum ki, kendini Eş’ari olarak tanıtan bu insanların tamamına yakını, savunduğunu söylediği mezhebin cebirci olduğunu bilmez ve size "kulların özgür iradeleri vardır" derler. Deneyin görün; yani şunu demek istiyorum Eş’ari mezhebi kitaplarda kalmış bir mezhep olup günlük hayata pek yansımamıştır. Bence bu Gazali ve Razi’nin döneminde de böyleydi. Yani kitaplarda yazdığı gibi Eş’arilik, hiçbir zaman söylendiği gibi halk üzerinde etkili olamamıştır. Bu görüşler kitaplarda, satırlarda kalmıştır. Tecrübelerim bunu gösteriyor. Mustafa Sabri’nin deyimiyle gerçek şudur: “Mutezile, Maturidilik ismi altında günümüze kadar yaşamıştır.” Bana daha evvel Mustafa Sabri’nin, Said Nursi’nin kitaplarının okunmasını desteklediğini söylemiştin değil mi? Cevap: Mustafa Sabri önceleri Maturidi idi, sonra Eş’ari olmuştur. Kendini Eş’ari görenlerin bilgilileri bile bu mezhebin savunduğunun tam tersi itikadı savunurlar. Bir de sana yaptıkları gibi laf oyunlarıyla; üstünü sisle örtüp “bu tam da Eş’ari’nin cüzi iradesini, kesbi anlattığı gibi” deyip bunun bir de darbı mesel haline geldiğini kitaplara yazıyorlar. Ne oldu? Hoooop, işte şu oldu: Millet zaten ekseriyetle Maturidi görüşünde; diyorlar ki: “Bak Eş’arilik kardeş mezheptir, bazıları ona cebirci diyorlar ama onlar bu işi hakkıyla bilmiyorlar. Onlar sığ görüşlüdür, tabi ki Eş’ari ile Cebriyye çooook ayrıdır. Hiç öyle olur mu? Zaten öyle olsaydı, bu iş bu kadar gizli kalır mıydı? Karşılıklı tekfirleşmek gerekirdi değil mi? Hem Eş’arilik, hem Maturidilik birbirlerini tekfir ederlerdi. Böyle şey olmadığına göre, siz o “Kürşat Otçu” nun söylediklerine bakmayın. Kulak bile asmayın, o kim oluyor da 7-8 sene araştırmakla bu 1000 yıldır gelen şeyi çözdüğünü söylüyor. Bu kadar Eş’ari alimi Maturidiyi anlamadı da, o mu anlamış! Bu iki kardeş mezhep yüzyıllardan beri bi’dad mezheplerine karşı kolkola mücadele etmişlerdir. Bunların arasını Kürşat açmaya çalışıyor; onu gale bile almamak lazım. Hiç bunlar düşünmeye değer mi? Akıl bunu kabul eder mi? Arapça bile bilmiyor; sonra da kalkıp “ayetlerin te’vilini yapıyorum” diyor. Buna sadece gülünür, karşılık bile verilmez...”


*** Tebbet suresinde "seyasla naran zate lehep", "leheb’i ateşe yaslayacağız" deniyor. Kuran’ın tamamına inanmak farzdır. Bu ayet mekkidir yani 114 sure içinde iniş sırası olarak 4. sırada veya o sıralarda inmiş bir suredir ve bu sure indiğinde Ebu Lehep hayattaydı ve 7-8 yıl daha yaşamış olduğunu kitaplardan öğrendim. Bu hususta ittifak vardır. Soruyorum: Ebu Lehep kendi ile ilgili bu ayet geldiğinde ve geldikten sonra da Kuran’a iman etmekle mükellef miydi? ( Araf 158-Bakara 21) “Evet mükellefti” derseniz, yine soruyorum: Peki ama Tebbet suresi de Kuran’dan bir suredir, dolayısıyla Ebu Lehep kendisinin ateşe atılacağı ile ilgili bu ayete de inanmak ile mükellefti öyle mi? Evet öyle. Şimdi bakalım, bu adam zaten inanmadan öldü. Ancak düşünelim, bu adam hakkında ayet indi ve Kuran yalana dönemez. Dolayısıyla bu adam Kuran’a inanmakla mükellef olduğundan, kendisi cehenneme gideceğine inanmakla mükellef olmuş olmuyor mu? Evet oluyor. Şimdi bu adam için düşünelim, Kuran’ı inkar etse (zaten etti) kafir olmak var, fakat Kuran’a inansa bu sefer cehenneme gideceğine inanma durumunda kalacak. Şimdi bu adamın kurtulma durumu var mı? “İnsanın özgür iradesi var” diyenler bu soruya ne diyecekler? Şimdi onlar başlarlar "bildiği için" diye, bunu tahmin ediyorum. Fakat onların bu cevaplarına da hazırlıklıyım ve onların “bildiği için” şeklindeki sözlerine bir karşı cevap kitapta vardır.
*** İman mahluk mudur, yaratılmış mıdır? “Hayır” derseniz, cevap: İman etmek zaten tasdik etmektir. Tasdik etmek ise öncesinde bir tasdik olunanı gerektirir. Buradan anlaşıldı ki iman, bir şeyden zaman olarak sonra vücut bulur. Bir şeyden sonra vücut bulan ise hadistir (sonradan olan). Her hadisin, bir muhdisi vardır. Yani onu meydana getireni vardır. Zira bu hadis kendi kendisinin sebebi olamaz. Zira bunu kabul etmek, bir şeyin kendi kendisinden önce gelmesini kabul etmeyi gerektirir. O halde sonuç olarak iman yaratılmış olmalıdır. Peki bu imanı kim yarattı? Eğer “Allah yarattı” derseniz, o zaman küfrü de Allah’ın yarattığını kabul etmeniz gerekir ve ne zaman ki siz imanın ve küfrün mahluk olduğunu kabul ederseniz cebri kabul ettiniz demektir. Zaten hem Mutezile, hem Maturidi mezhebi imanın ve küfrün mahluk olmadığını savunurlar. Oysa Eş’ari mezhebi bunların mahluk olduklarını savunur, yani insanın özgür iradesini savunanlar “imanı Allah yaratmaz” diyorlar. işte örnek: Fetevayi Hindiyye 4. cilt, küfür lafızları bahsinde "imanın yaratılmış olduğunu söyleyen kafirdir" şeklinde fetva vardır. Siz bu soruma ne diyorsunuz. Soru: İman mahluk mudur?

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Soru: Düşünmek istemediğiniz halde düşündüğünüz bir düşünce oldu mu? “Evet” derseniz soruyorum: Madem siz istediğiniz düşünceyi hür olarak düşünebiliyordunuz nasıl oluyor da düşünmekten rahatsızlık bir düşünceyi düşünüyorsunuz? Demek ki bu düşüncenin kaynağı siz değilsiniz; eğer siz değilseniz kim? Cevap: Allahtır, tek yaratıcı odur. Eğer şeytan derseniz, evet o vesvese verir ancak o da yaratıcı değildir; Allah onda hangi fiil ve düşünceleri varederse şeytan ancak onu yapabilir. Kendimden bir örnek vereyim; bazen içimde, Allah’a sövmek düşüncesini hissediyorum. Fakat böyle bir düşünceyi düşününce çok bunalıyorum ve böyle düşünmek istemiyorum; böyle bir düşünceyi tasdik etmenin kafirlik olduğunu da biliyorum. Bu düşünceyi düşünmek istemediğimi kendime telkin ettiğim halde bazen ısrarla aklıma geliyor. Ben çok uğraşıyorum bunu düşünmemek için, o benim aklıma geliyor. Bakın ben düşünmek istemiyorum, rahatsız oluyorum, o halde niçin düşünüyorum? Demek ki bu düşünce benden değil. Allah’tandır. Bu düşünceyi Allah yaratıyor. Ben de Allah’ın ben de yaratmış olduğu düşünceyi, tıpış tıpış düşünüyorum. Zira Allah’ın ben de yarattığı düşünceyi, düşünmemeye kadir olamamam. (Çünkü Allah’ın yarattığı düşüncenin meydana gelmesini engelleyemem) Yine Allah ben de düşünceyi yaratmazsa, ben bu sefer düşünmeye kadir olamam. Aslında ateistlere bu delil söylendiğinde çok sıkışır ve diyecek bir şey de bulamazlar. Zira onlar şeytana da inanmazlar ki bu düşünce şeytandan desinler. “Bu düşünceler şeytanın vesvesesidir” diyenlere cevap: Evet böyle de denebilir ama unutmayın ki şeytan da hareketlerini, fiillerini ve düşüncelerini kendi yaratamaz. Onun da fiillerini, düşüncelerini Allah yaratıyor. O da tıpış tıpış Allah’ın kendinde yarattığı fiilleri yapıyor ve Allah’ın kendinde yarattığı düşünceleri düşünüyor yani o da hür değildir.
*** Bu aralar aklımda şöyle bir durum var: Allahın ilmi bahsi. Şöyle ki mesela güneş tutulma olayını ele alalım: Güneş tutulmadan önce Allah güneşin tutulacağını biliyorsa, yani böyle denirse sonra güneş tutulur ve bir kaç dakika sonra güneş tutulması biter. Şimdi soruyorum, bu durumda da Allah yine güneşin tutulacağını biliyor denebilir mi? Çünkü güneş tutulmuştur. Güneş tutulması bittiğinde de, yine “güneş tutulacak diye Allah bilir” denirse, bu bilgi yanlış olmuyor mu? Çünkü bu anda güneşin tutulması bitmiştir. Yani lafın kısası Allah’ın ilmi ezeli denirse ki öyledir, o halde değişen durumlarla ilgili ilmi nasıl oluyor? Halbuki Allah’ın ilmi değişmez. (Çünkü ezeli olanda değişme olmaz)
*** Dedi: “Allah sana iki seçenek vermiştir; ya iyi olursun yada kötü. Bu senin özgür iradendir.”
Cevap: Peki senin neyi seçeceğini yine önceden bilmiyor mu? “Biliyor” dersen; işte sen O'nun bildiğini yapmak zorundasın, eğer O'nun bildiğinin aksini de yapabilirim dersen “Allah’ın ilmi cahilliğe döndü” demiş olursun.

*** Düşünüyorum; “Allah’ın zatı var ve alemi yarattı” diyoruz. Yani alem yokken varoldu. “Allah’ın zatı ile sonradan oldu dediğimiz alem arasında bir zaman aralığı olması lazım gelmiyor mu?” “Bu arada, mesela bir saniye kadar da olsa bir an geçmedi mi?” diye düşündüm. Ama Allah ezelidir yani başlangıcı yoktur; eğer arada bir saniye oldu dersek şöyle oluyor: Ezeli +1 saniye; ama şu var ki ezeli zaten ezelidir (başlangıcı olmayan). Yani ona bir şey zaman olarak eklenmez ki; ne kadar zaman ekleseniz de o yine ezelidir. Bu ezeli varlığa 1 saniye diye zaman geçmesini düşündüğünüzde Allah’ın ezeli olmadığını söylemeniz gerekir. Çünkü sizin 1 saniyeden bahsetmeniz için, Allah’ın zatının bir başlangıcı olması gerekir. Zira ezelilik ile bareber, bu 1 saniyeyi ölçemezsiniz ve anlamı olmaz. Dolayısıyla Allah ezeli olduğundan böyle şey söylenemez. Buradan şu sonuç çıktı ki, Allah ile alem arasında zaman kavramından bahsedemeyiz. O zaman benim bu hususta kararım bu aralar şu ki: Bence zaman mahluk (yaratılmış) değil. Yani zaman aslında yoktur. Lakin insanların algı düzeyinde zaman kavramı vardır ki, bu kavram yani zaman düşüncesi mahluktur. Yani saniye, saat; insan böyle düşünüyor. Ama sorarsan ki, Kuran’da zamandan bahsediliyor, bu nedir o halde? Derim ki: Bu da yine insanların algı düzeyiyle ilgili bir ifadedir.


*** Allah’ın görmesi ve duymasıyla ilgili bu aralar çok önemli bilgiler elde ettim. Bunlardan biri şu ki, Mutezile mezhebi de Allah’ın görmesini ve duymasını inkar ediyorlarmış ve bu konudaki ayetlerin, duyulan ve görülenleri bilmek anlamında olduğunu söylüyorlarmış. Bu arada şöyle bir delil de öğrendim, işte soru: Allah’ın görmesi var mıdır? “Vardır” dersen, soruyorum: Peki bu görme de ezeli mi? “Evet” dersen (zira kitaplarda ekseriyetle ezeli diye geçiyor) soruyorum: O halde ezelde alem yoktu; yani dünya, kainat gibi (alem demek Allah’tan başka herşey demektir). O halde soruyorum: Bu pozisyonda, yani ezelde Allah neyi görüyordu? Eğer “alemi bu durumda görmüyordu, yarattığı zaman gördü” derseniz; yine çelişkiye düşüyorsunuz. Çünkü ezeli olan şey de değişme olmaz. Halbuki demenize göre dünyayı önce görmüyor, sonra görüyor. Bu ise değişme manasına gelir ki ezeli olan zaten değişme kabul etmez.
Bakın kitapların ekserisinde diyor ki: “Allah’ın görmesi ve duyması vardır ve bu sıfatları ezelidir” derler. Bu kitaplar hem aleme yani Allah’tan başka herşeye hadis (sonradan olan) diyorlar. O halde alemin olmadığı bir durum var demektir. Bu durumda Allah alemi görmüyor muydu? Eğer “görüyordu” dersen, sorarım: Daha meydanda olmayan şey nasıl görülür? Devam ediyorum: Derseniz ki, “dünya yokken Allah görmüyordu ama onu yaratınca gördü” bak ne oldu o halde: Bu Allah’ta değişmeyi savunmak olur. Çünkü dünyayı önce görmüyor, sonra görüyor olur. Bu ise bir değişmedir ve Allah’ın zatına bir eklenmedir. Halbuki mantıkla belli ki, ezeli olan şey de değişme bozulma olmaz. Değişme, eklenme olmaz; çünkü o ezeli ve başlangıcı yok, dolaysıyla onu etkileyecek bir şey yok. Yani etkilemek için etkileyen etkilenenden önce gelmelidir. Ezeli ise öncesiz demektir ve öncesizin öncesi olmaz ki onu etkileyen, değiştiren bulunsun. (Zira her değişim bir değiştiren ve etkilenen de bir etkileyen gerektirir) O halde “bir şey ezeli kabul edildiğinde onda değişme olmaz” denmelidir. Bunlar ne demek durumunda kalıyorlar: "Önce görmez dünyayı sonra yaratığında görür." Bu ise açıkça bir değişmedir. Aynı delil duyma içinde söz konusu.


*** Allah’ın sıfatları bahsini uzun zamandır yazıyorum ve uzun zamandır bu konuyu itikadi mezheplerden ve filozofların kitaplarından inceliyorum ve durumun tahminlerimden de ince olduğunu gördüm. Evvelden söylediğim gibi Allah’ın görmesini, duymasını, iradesini, konuşmasını inkar etmiştim ve bu aralar Allah’ın ilmi ve kudretini düşünüyordum ve bugün aldığım bir kararla Allah’ın kudretini de inkar ettim. Bütün bu inkar ettiklerimi Allah’ın ilmine racidir ( dönücü) dedim. İlmine raci ettim. Zaten geçenlerde Hrıstiyanların da Allah’ın görme ve duymasını inkar edip, bunu bilme, mutlak bilme manasında kabul ettiklerini öğrendim. Ben böyle bu sıfatları ilme raci ettim yani ilmine döndürdüm ( bunu Farabi ve İbni Sina’da kabul etmişler). Çünkü şöyle bir problem vardır ve incedir; inceliklerini bu aralar öğrendim: "Allah’ın sıfatları zatının aynı mıdır, yoksa gayrımıdır?" gibi bir soru vardır. Eş’ariler ve Maturidiler derler ki: “Sıfatları Allah’ın ne aynıdır ne de gayrıdır” ve bu sıfatları Allah’ın zatı ile birlikte ayrıca ezeli olarak kabul ederler. Buraya kadar tamam mı? Fakat Mutezile mezhebinin “Tevhid” adı altında prensipleri vardır ve derler ki: “Ezeli olan bir tanedir; bir den fazla ezeli olmaz” dediler ve kudreti (aklımda kaldığı kadarıyla kudretine de ezeli diyorlardı, ama emin değilim) ve ilmi ezeli dediler. İradesi hadis (sonradandır) dediler. Bu ilim ve kudret sıfatları ezelidir dediler. Ama bu sıfatları Allah’ın zatının aynıdır dediler. Fakat bu da tam beni tatmin etmedi. Madem ezeli bir tane; halbuki ilim ve kudret ise iki tanedir. Sonra baktım ki Farabi ve İbni Sina ise bütün diğer sıfatları inkar edip ilmini kabul etmişler. Bugün düşündüm ve Allah’ın kudretini inkar ettim. Teaddüdü kudema (ezelilerin çoğalması) problemi vardır. Halbuki ezeli bir tanedir. Yani ben Allah’ın kudretini de inkar ettim ve dedim ki: “Allah ilmine göre yaratıyor; ilmi yeterlidir.” Pek anlatamadım ama şunu diyorum: Yani olacak olanlar zaten Allah’ın ezeli ilminde var. İşte Allah ilmine göre yaratıyor. Yaratması ise: İlmindekilerin meydana çıkmasıdır. Dolayısıyla kudret sıfatına gerek yok. Ben de "Allah’ın ilmi zatını aynıdır" görüşünü kabul ediyorum. Yani Allah’ın ilmi aynı zamanda Allah’tır.
Not: Allah’ın yaratmasıyla ilgili yazıyı da yazmıştım. Yaratmasını da şu manada alıyorum: İlmindekilerin varlık sahasına çıkması olarak.

*** Mesela en son ne dedim: “Allah’ın gücünü, kudretini inkar ediyorum” dedim, değil mi? Şimdi bakıldığında bu nasıl laf diyorlar; halbuki bu işin derinlerinde acayip detaylar mevcuttur. Mesela “kudret sıfatına ezelidir ve Allah’ın yaratması bu kudretiyle olur” denirse, bak ne oluyor: Mesela dünyanın yaratılışı, benim yaratılışımdan önce ya, bak ne oldu? Önce dünyayı yarattı, sonra beni yarattı. Neyle yarattı? “Kudret sıfatıyla yarattı” denirse ve “bu kudret sıfatı ezeli” denirse bakın probleme: “Önce beni, sonra dünyayı yarattı” dendiğinde; bu açıdan bakıldığında kudret sıfatında değişim oluyor. Yani önce farklı, sonra farklı şey yaratılıyor. Kudretin taalluku (ilintisi, bağlılığı) farklı şeylere oldu demektir. Ama ezeli olan şey de değişme olmaz ki; dolayısıyla bu kabul edilemez ve bu görüş Allah’ın zatında değişmeyi kabul etmek demektir. Halbuki Allah’ta değişme olmaz.


*** Son üç - dört yıldır düşünmekten bile kaçındığım düşünceler bunlar. Allah’ın iradesini inkar ediyorum.
İspatı: Allah’ın ilmi ezeli ise ki öyle olduğuna inanıyorum; o halde hadiseleri olmadan önce biliyor demektir. O halde iradesi ne manaya gelir? İrade demek seçmektir ve seçmek için düşünmek gerekir. Mesela benim erkek olarak yaratılmam hadisesini ele alalım. Benim kız mı yoksa erkek mi olarak yaratılacak olmamın tercihini ele alalım. Bakın bu tercihte ve seçmede düşünme ve tereddüt vardır. Düşünmek ve tereddüt demek ise zaman geçmesi manasına gelir; o halde siz neden iradeye ezeli dediniz. Allah’ın iradesi ezeli diyorlar. Soruyorum: Ezeli olarak sadece Allah var; o halde Allah neyi seçecek? Eğer denirse ki: “Allah ilminde olan mümkünlerden, yani olabilmesi muhtemel olanlardan birini seçer.” Cevap: Zaten neyin olacağı Allah’ın ezeli ilminde var; daha irade neyi tahsis edecek, neyi seçecek? Allah’ın ilmine ezeli denirse bakın ne oldu? “İlmi maluma (bilinene) tabi” diyorlar. Yani “Allah’ın ilmi, ilerde olacak olaylara etki etmez ve ne yapacağınızı bilmesi sizi zorlamaz” diyorlar. Bu basit düşünce, yüzyıllardır anlatılıyor. Halbuki zaman olarak önce olan, sonradan olacak olan şeye tabi olur mu olmaz mı? İyi düşünün. Tabi olan her zaman, sonra gelmelidir. Ezeli olan şey varken, sonradan olan ise var değil ki. Bu aralar bazı kitaplarda bu konuda yol gösterici bazı deliller gördüm. Yıllardır beklediğim buymuş, 3-4 yıldır bu konuyu biliyordum ama çok ince olduğundan ve altından kalkamayacağımı bildiğimden bu konu aklıma geldiğinde, düşünmekten korkuyordum ve geçiştiriyordum. Zaten kitapların ekserisi bu konuyu geçiştirirler.


*** Ben bu en son yazdığım delil ile yıllardır inandıklarımdan vazgeçtim. Yani Allah’ın iradesi olduğu inancını bıraktım ve artık temel olarak şunu savunmaktayım: Allah’ın iradesi ifadelerini Allahın ezeli ilmine göre yaratması manasında alıyorum. (Yaratma ile ilgili daha sonradan tekrar karar aldım ve onu yazdım. Yaratmayı da Allah’ın ilmindekilerin varlık sahasına çıkması olarak anlıyorum. Detaylı olarak yazdım bu konuyu) Bu görüşleri sadece ben savunmuyorum. Mutezile’den Kabi ve Nazzam'da bu görüşteymiş; yine İbn Sina’da öyle. Ben daha evvel "bence kaderin sırrı şu" diye başlayan delilde Allah’ın iradesinin ezeli olmasıyla, O'nun dilemesinin nedeni yok diyordum. Şimdi aynı delili Allah’ın ilmi için yapacağım ve Allah’ın ilminin nedeni yoktur diyorum. Ezeli olanın sebebi yoktur. Bunun izahını yapmıştım ve Allah’ın ilmi de ezeli olunca ilmindekilerin bu şekilde varlık sahasına çıkmasının nedeni yoktur. Çünkü "Allah’ın ilmine göre bu işler oluyor." İradesini ise, yine dediğim gibi, ilmindekilerin varlık sahasına çıkması, manasında yorumluyorum. Yani hakiki manada Allah’ın iradesi yoktur. Şunu unutmayın ki "kişi bilmediğinin düşmanıdır." İnsanların anlattıklarıma ilk etapta düşmanca tavır takınmalarını zaten tahmin etmekteyim.


*** Zira “Allah benim şu anda yazacağımı ezeli olarak biliyor” dersen, cebr olur. Çünkü benim şu an yazmam mı Allhın ezeli ilmine tabi yoksa Allah’ın ezeli ilmi mi benim şu an yazmama tabi? Dikkat et ki, önce olan, sonra olana tabi olmaz. Sonradan olan, öncekine tabi olur. O halde ben bu yazıyı mecburen yazıyorum.


*** Ben de biliyorum Kuran’daki irade ile ayetleri; ancak şu var ki bu ayetleri yani irade ile ilgili ayetleri Allah’ın ilmindekilerin, ilmine göre varlık sahasına çıkması manasına alıyoruz. (Yaratma ile ilgili değişik görüşlerimi anlattım) Bu işler kolay mı? Bak neden Allah’ın iradesini inkar ettim? “Ezeli iradesi var Allah’ın” diyorsunuz; ezeli irade, seçim nasıl olur, düşün bakalım? Ezelde ne varda, ne seçilecek? Ezeli olan ancak Allah’tır; misal ezeli seçme diyorsunuz ya, zaten Allah’ın ilminde neyin olacağı yok mu? Var; daha seçmeye ne hacet; zaten Allah’ın ilminde neyin gerçekleşeceği vardır. Ezbere konuşuyorsun, bu bahsettiğim inceliklere Gazali de, Razi de, Eş’ari de ve bir çokları da vakıf olamadılar.

*** “Allah’ın ezeli iradesi var” diyorsunuz; şimdi iyice düşünelim, bir seçimden bahsetmek için ortada seçilecek olanların bulunması icab eder, bu açıktır. Fakat siz diyorsunuz ki, “bu yaratılanlar sonradan meydana geldi.” Yani Allah’ın irade ettikleri. Şimdi bakalım: Demek ki bu lafla diyorsunuz ki: “seçilenler mevcut değilken, Allah onları seçti.” Ne dediğinizi görüyor musunuz? Derseniz ki: “Allah’ın ilminde olan mümkünlerden, yani olması da, olmaması da eşit olanlardan Allah irade etti,seçti.” Zaten neyin meydana geleceği Allah’ın ilminde mevcuttur. Bir de şu var; bir seçimden, iradeden bahsetmek gerekiyorsa, muhakkak bu seçme hadistir. Zira önce seçilecekler mevcut olmalı ki, seçim gerçekleşsin. Zaten bu aralar okuduğum kitaplarda, Allah’ın iradesini kabul edenlerin düştüğü çelişkileri daha net görüyorum.


*** Soru: Allah’ın bilgisi benim davranışıma göre değişir mi?
Soru: Bizim eylemlerimizin nedeni Allah’ın ezeli bilgisi mi yoksa Allah’ın bilgisinin nedeni bizim eylemlerimiz mi?


*** Allah’ın görüleceğine inananlara sorular: Cisim olmayan ve renksiz bir şeyi görebileceğinize inanırmısınız?
”Hayır” derseniz; Allah’ın görülebileceğini savunanlara soruyorum o halde: Allah ne renk?


*** Musa peygamberin kafir olması ve sonra tevbe etmesi:
7/142-“Musa tayin edilen sürede gelince ve Rabbi de onunla konuşunca: «Rabbim, bana göster, Seni göreyim» dedi. (Allah:) «Beni asla göremezsin. Ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin.» Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti, Musa bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: «Sen ne yücesin (Rabbim) . Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim» dedi.”
Rüyet, görmek demektir, yani Allahı görmek. Rüyeti kabul edenler yani Allah’ı görmeyi kabul edenler "Musa eğer görmek caiz (geçerli) olmasaydı böyle bir talepte bulunmazdı; demek ki caizdir" dediler. Mutezile buna şöyle cevap verdi: (Mutezile rüyeti inkar etmişti) "Hayır Musa Allah’ın görülemeyeceğini biliyordu, ancak bazıları "Allah’ı görmedikçe inanmayız" dediler (bu anlamda ayet var lakin bulamadım, numarasını hatırlayamadım). Ama Musa onların ısrarı neticesinde onlar adına böyle bir ifade dile getirdi. (Allah’ı görmek istediğini dile getirdi) Yani “bakın görün, işte söylüyorum ama görünmeyecek manasında hareket etti" diyorlar.
Musa bu sözü söyleyince ve bu düşlüncede olunca kafir olmuş oldu. Lakin ayetin sonunda tevbe ettiği bildiriliyor. Sorarsanız: Peki böyle düşünmek ve söylemekle neden kafir oldu? Cevap: Çünkü her görülen şey bir yönde olur ve yönde olan da bir mekanda yani bir yerde olur ve mekanda olan da cisim demeltir. Yani şekli şemali olan bir şey demektir. Halbuki piyasadaki kitapların da tamamına yakını "Allah cisimdir" şeklinde inanana kafir derler.


*** Arkadaşın biri uzun yıllardır dediklerimi kabul etmiştir. Ancak geçende geldi ve “seni takip ettim, dediklerine inandım ama nerelere gelmişim, tekfir konusunda artık buraya kadar. Allah’ın eli, yüzü var diyeni tekfir etmiyorum” dedi. Bana şu soruyu sordu: “Peki, son peygamberin bu rivayetlerini okuyan ve (insan biçimci rivayetlerini) resulullah’ın bu rivayetlerdeki gibi söylediğine inanan, yine de resulullah’ı tekfir (kafir kabul etmek) etmeyeni de tekfir eder misin?” “Evet” dedim. Sustu; sonra ona dedim ki: “seni de tekfir ettiğimi bil.” O da dedi ki: “Zaten biliyorum.”


*** “Ezeli irade” diyorsun, irade ne demek? Seçmek, istemek, tahsis etmek demek değil mi? Eğer ortada seçilecekler yoksa ne seçilecek? Bir kere seçmek için seçilenlerin var olması gerekir, bunu kabul ediyor musun? Ediyorsan, zaten bu alem ezelde yok, daha ezelde ne seçilecek? Eğer kabul etmiyorsan, yani “alem ezelde yok iken de Allah istediğini seçti” diyorsan; şunu demek durumunda kalırsın, yani piyasadaki kitapların % 99’u böyle der. Dersin ki: “Allah ilmine göre seçer.” Bunu da iki şekilde izah edersin: İzah 1: Dersin ki: “Allah ilmine göre seçer, ilmindekilere göre seçer.” Ben de şöyle cevap veririm: “Zaten Allah’ın ilminde nelerin mecvut bulacağı yani var olacakları yok mu?” Sen bu soruya “var” diyeceksin. Ben de diyeceğim ki: “Zaten Allah’ın ilminde bunların varolacakları belli, daha burada irade ne oluyor ve bu ifadenle ilim ile iradenin farkı ne oluyor?” Sen bu sefer izah 2’ yi söylersin ve dersin ki: “Allah ilmine göre seçiyor ama şöyle bir durum var: Allah’ın ezeli ilminde mümkünler (olması da olmaması da eşit olan) var ve bunlar sonsuz, yani sonsuz olarak Allah’ın ilminde alternatifler olarak bunlar var. Yani bu dünyanın şöyle yaratılma hali de var, böyle yaratılma hali de var, bunlar sonsuz alternatif halindedir ve Allah iradesiyle işte bu mümkünlerden yani sonsuz ihtimallerden birini tercih eder.“ Ben de: “Lakin sen sonsuz alternatif diyorsun ama sonuçta bunların hangisinin meydana geleceği yine Allah’ın ezeli ilminde belli değil mi?” diye sorarsam, sen bu sefer şaşıracaksın ve ben sana o zaman şunu söylerim: “İşte bu ikinci cevabı verenler var ve onlar şunu da savunuyorlar: Allah hadiseleri yani olayları oldukları anda bilir, ondan önce bilmez.”


*** Dedi: “O halde Allah irade etmeden mi yaratıyor? İrade etmeden bu işler olur mu hiç?”
Cevap: Ben Allah’ın ilmi ve zorunluluk başlığı altında Allah’ın ilminin maluma (sonradan olacak bilinenler) tabi olmadığını açıklamıştım. Allah’ın ilmi bizim ilmimiz gibi değildir. Bizim ilmimiz sonradandır; bir şey olur ve bizim onun ile ilgili ilmimiz olur. Bizim ilmimiz maluma (bilinene) tabidir. Mesela sen bir renk tuttuğunu söylersin; ancak sen ne zaman ki bana tuttuğun rengi söylersin, ben o zaman senin ne renk tuttuğunu bilirim. Yani sen söylersin ve ben artık bilirim. Bizim ilmimiz maluma tabidir. Yani önce bilinen varlık olacak ve biz onu bileceğiz. Fakat Allah’ın ezeli ilmi farkllıdır. O ezeli olduğu için maluma bilinenlere tabi değildir. Sonradan olacak bilinenler Allah’ın ilmine tabidir. Bu önemli bir farktır. Dolayısıyla Allah’ın ilmi etkin sebeptir, oysa bizim ilmimiz etkilenendir. Bu anlaşıldıktan sonra şunu söylüyorum: Allah’ın ilmi fiili bir bilgidir. Yani tesir eden bir bilgidir. Bilmesi alemin oluşmasına yeterlidir ve bugün öğrendiğim hayati bir meseleyi de burada söyleyeyim: "Allah’ın yaratması ise bilmesidir." Yani Allah’ın bilgisi etki eden fiili bir bilgidir. Dolayısıyla alemin oluşmasına yeterli sebeptir ve iradeye yer yoktur. Zaten bir iradeden söz etmek gerekirse bu iradenin hadis (sonradan olan) olması gerekir. Çünkü seçmek için düşünmek ve tereddüt etmek gerekir. Allah ise düşünmez ve tereddüt etmez. Biz düşünürüz ve biz tereddüt ederiz. Dolayısıyla irade sonradan olur. Bizim irademiz vardır; seçiyoruz, tereddüt ediyoruz.


*** Kafamda çok büyük bir sorun var; o da zaman. Zamanı Allah mı yarattı? “Evet” derseniz, soruyorum: Allah zamanı ne zaman yarattı? Eğer “zaman Allah’ın alemi yaratmasıyla mevcut oldu, ondan önce yoktu” derseniz; bu söz beni pek tatmin etmiyor. Çünkü “Allah alem yokken de vardı” diyor kitaplar. “Sonra alemi (Allah’tan başka herşey) yarattı” diyorlar. Demek ki bu anlatıma göre alem yokken de Allah var; yani alemin öncesinde Allah yine var. Alem sonradan deniyor ama her sonradan olanın öncesi olmaz mı ve zaman kavramı ne olacak ? Kitaplar da, “Allah alemden zaman olarak değil ama zat olarak öncedir” diyorlar. Çünkü şöyle sorular var: “Allah alemi bir dakika önce yaratabilir miydi?” Ne denecek bu soruya? “Evet” dersen, alemden önce zamanın varlığını bir nevi kabul etmek gibi oluyor. “Hayır yaratamazdı” dersen, bu sefer de Allah’ı, alemi bu anda yaratmaya zorlayan kim var ya da Allah böyle yapmaya mecbur muydu?” gibi sorular sorulur. Gazali’nin “Tehafütü-l felasife (felsefenin tutarsızlıkları) adlı kitabında bu soruyu gördüm: "Alemin varlığı varlığından önce mümkün müydü?”

*** Bu aralar aklımda şöyle bir durum var: Allahın ilmi bahsi. Şöyle ki mesela güneş tutulma olayını ele alalım. Güneş tutulmadan önce Allah güneşin tutulacağını biliyorsa, yani böyle denirse, sonra güneş tutulur ve bir kaç dakika sonra güneş tutulması biter. Şimdi soruyorum bu durumda da “Allah yine güneşin tutulacağını biliyor” denebilir mi? Çünkü güneş tutulmuştur. “Güneş tutulması bittiğinde de Allah, yine güneş tutulacak diye bilir” denirse, bu bilgi yanlış olmuyor mu? Çünkü bu anda güneşin tutulması bitmiştir. Lafın kısası Allah’ın ilmi ezeli denirse ki öyledir, o halde değişen durumlarla ilgili ilmi nasıl oluyor? Halbuki Allah’ın ilmi değişmez. Benim şu anki görüşüm şudur: Bence zaman yoktur. Zamanın olmadığı zaman olur mu? Devam ediyorum; “zaman yok” dedim ama “Kuranda zamandan bahis vardır, o halde nedir bu iş?” denirse cevap: Bu ifadeler bizim yaptığımız saniye, dakika gibi şeyler var ya; işte bizim kafa yapımızın anlayacağı gibi bu ayetler. Yani zaman bence yok ama, biz saniye, dakika gibi öçüleri kendimiz yaptık.


*** Sonralıktan bahsediyorsan bunun sonradan olması için bir şeyden sonra olması icab eder. Bu da öncesinde bir şey olduğu anlamına gelir. O bakımdan sonradan olanın, öncesi vardır dedim. “Ezeli olan değişmez” ifadesinin de izahı şudur: Bir kere değişme varsa, değiştiren de olmalıdır. Bu kaçınılmazdır; sonradan olan her hadisenin bir etki edeni olmalıdır. Çünkü hiçbir şey kendi kendinin sebebi olamaz. Neden? Çünkü sebep demek zaten öncelik kavramını akla getirir. Sebep sonuç ilişkisi deriz ya; önce sebep, sonra sonuç diyoruz. Bir şeyin kendi kendinin sebebi olmasını savunmak ise, o şeyin kendi varlığından önce var olmasını savunmak manasına gelir ki zaten bu imkansızdır. Hiç bir şey kendi kendinin sebebi olamazsa demek ki onun sebebi kendisinden başka bir şeydir. Ancak bu sebep, şeyin yani bahsettiğimiz eşyanın varlığından zaman olarak önce olmalıdır. Değişme için de etkeni lazım. O da başka, fakat zaman olarak önce gelen bir şey olmalıdır. Fakat ezeli dediğimiz zaman, kasdedilen şey, öncesi olmayan ve başlangıcı olmayandır. Dolayısıyla onun öncesinde, yani ezelinin öncesinde bir varlık olmaz ki onu yani ezeli varlığı etkilesin ve dolayısıyla değiştirsin. O halde ezeli olan şey değişmez, bu kesin bir kanıttır. Bir de Allah’ın varlığının şöyle bir delili vardır: Bu (alem) dünyada değişimler oluyor, (Yağmur yağıyor, peşine güneş açıyor) her değişen sonradandır. Her sonradan olanın bir yapıcısı lazım gelir. O halde Allah vardır.


*** İnsanın özgür iradesini savunanların en çok kullandıkları laf "Allah bildiği için yazdı" ifadesidir. Bununla şunu kasdederler: Mesela ben şimdi klavyede yazı yazıyorum ya, diyorlar ki: Allah ezeli ilmiyle senin bu saatte, bu vakitte bu yazıyı yazacağını bildiği için, levhi mahfuza böyle yapmanı yazdı. Yoksa O, böyle yazdığı için, sen böyle yapıyor değilsin. Sonra şunu diyorlar: "İlim maluma (bilinen) tabidir" yani Allah’ın ezeli ilmi sonradan olacak olan bilinen fiillere, hareketlere tabidir derler. “Allah’ın ilmi, bilmesi sonradan olacaklara tesirli değildir” düşüncesini savunurlar. işte bu düşünceyi anlatmak isterler. Yani “Allah’ın evvelden hadiseleri bilmesi bizi cebr altında bırakmaz, biz yine hürüz. Allah’ın ezeli ilmi, sonradan olacak olaylara tabidir” derler. Şimdi çok dikkat ediniz: Tabi olan, tabi olunandan zaman bakımından önce mi gelir, beraber midirler, yoksa zaman bakımından sonra mı gelir? İyi düşünün. Cevap şu: Tabi olan, tabi olunandan zaman bakımından sonra gelir. Şimdi duruma bakalım; bunlar ne demişti? "Allah’ın ezeli ilmi, sonradan olacak şeylere tabidir." Soruyorum: “Ezeli olan şey, hiç sonradan olan şeye tabi olur mu?” Olmaz. Bu ne o zaman? Ne olacak; kandırma, üç kağıt yüzyıllardır süren pek çok üçkağıttan biri. Ezeli olan şey başka şeyden sonra olamaz. Başka şeyden sonra olsa zaten ona ezeli (öncesiz, başlangıcı olmayan) denilmezdi. Demek ki onların "ilim maluma tabidir" lafları yalan, dolandır. Dolayısıyla insanın özgür iradesini savunan biri “Allah’ın ilmi ezelidir” dediğinde ne dediğini bilmiyor demektir. Binaenaleyh şunu şiddetle bildiriyorum ki: “insanın özgür iradesi vardır” diyen, “Allah hadiseleri olmadan önce bilmiyordu, hadiseler olurken bildi” demek durumunda kalır ve bunu dediğinde de Kuran’daki "kıyamet vaktinin sadece Allah’ın bildiğini ifade eden" ayeti de inkar etmiş olur. Mesela benim son zamanlarda okuduğum, Metin Özdemir adında üniversite hocasının, İz yayıncılıktan çıkan, Allah’ın ilmi ile ilgili kitabı var. Orada ezeli ilim kabul edilirse ve Allah hadiseleri önceden bilir denirse, kulun özgürlüğünün kalmadığını yazar anlıyor ve kendince çözüm arıyor; halden hale geçiyor.


*** Soru: Allah’ın ezeli ilmi mi bizim hareketlerimize tabi, yoksa bizim değişen hareketlerimiz mi Allah’ın ezeli ilmine tabidir? Tabi olmak şu demektir: Mesela çocuk dedesine dedi ki: Sen cimbomlu ol dede. Dede dedi ki: Ben takım tutmam, milli takımı tutarım. Çocuk diyor ki: Olsun sen yine de cimbomu tut. Dede de diyor ki: Tamam cimbomu tutacağım. İşte bu misalde dede çocuğa tabi olmuş oluyor. Aslında tabi olmak etkilenmektir. Tabi olmak sonradan olan şeydir. Ama ezeli olan sonradan değildir, dolayısıyla ezeli için “tabidir” denemez.


*** Allah, ilmidir ve ilmi aynı zaman da Allahtır. Allah’ın ilmi yeterlidir. Çünkü Allah’ın ilmi fiili bir ilimdir; yani etkin bir ilimdir. Allah bir hadisenin olmasını olmadan önce bilir ve Allah’ın ilmi cahilliğe dönemez. O halde bildiği hadise meydana gelecektir. Ayrıca kudrete ihtiyaç yoktur. Zaten kudret kabul edildiğinde oluşan problemleri anlatmıştım. Yaratması ise yine bilmesidir. Yani ilmi etkin sebeptir ve bildiği gibi hadiseler olur. Nedir bu “yaratmak?” Eğer bu yaratmak sonradan ise, onu ne yarattı? Yok eğer dersen ki "yaratmak" ezelidir. Halbuki bugün oluşan yani bu zamanlarda oluşan şeyler var: Ağaçlar gibi. Bunları Allah yarattığına göre ve siz Allah’ın yaratmasına ezeli derseniz o halde yaratılanlarında ezeli olması gerek. Halbuki bu imkansızdir. Çünkü ben yaratıldım ama ben ezeli değilim. Yani "yaratmak" ifadesini de, bir çoğu kullanıyor ama neyi kasdettiğini bilmiyor. "Yaratması da bilmesidir" dersen; ki farabi de bu görüşte imiş, problem çözülüyor. Allah’ın ilmi ezelidir ve ezeli ilim sonradan olan ilime benzemez. Bizim ilmimiz etkilenendir oysa ezeli ilim etkileyendir ve nedensizdir. Zira ezeli olanın nedeni yoktur.


*** Allah kendini yok edemez. Çünkü Allah ezelidir ve ezeli olan şey etki kabul etmez. Yok edilmekte, etkiyi kabul etmek olduğundan Allah kendini yok edemez.

*** Bu sözlerin beni düşündürdü. Zaten ben de son iki yıldır şöyle bir karakter gelişti: Anlattıklarımın insanlar üzerindeki etkilerini anlamayı unuttum; eskiden onları anlıyordum fakat zamanla aldığım tepkiler makine gibi birbirine benzeyince ben de duygulanma hadisesi azaldı. İnsanların iç dünyalarında, anlattıklarımdan ne derecede etkilendiklerini hakikaten unuttum. Fakat ne yapayım? Söylüyorum, son anlattıklarım zaten yıllardan beri benim de zayıflık hissettiğim alanlar ve ben bunları yeni anladım ve çok heyecanlandım. Neden? çünkü yüzyılllardır bunlar bilinmiyor ( ilim maluma tabidir meselelerinin iç yüzü). Bana kader hususunda anlattığım “kulların özgür iradesi olmadığı” noktasında, “sana nasıl güveneyim?” diyorsun. Yemin olsun ki bu iş çok açık benim nezdimde. Bana güvenmen için ne yapayım? yüzlerce itiraf, çelişki gördüm kitaplarda ve en ufak bir zayıflık yoktur bu görüşte. Ama insanlar sen de bilirsin ki, kolay anladığını sandığı şeylere güvenir ve inanır çoğunlukla. Onlara basitçe anlatıldığında; yani “eğer imtihan varsa özgür irade olmalı, özgürlük yoksa o halde Allah zalim olur” gibi ve benzeri yüzlerce söz söylendiğinde inanıyorlar. Mesela takvim örneği; bak ne diyorum, ben onları kelime kelime ezberledim, bunlar kolay. Ben başka konularla daha çok ilgileniyorum bu aralar. Gazali’yi övüyorlar, kitabımda Gazali’den yaptığım alıntı da zaten kendi anlatıyor insanın özgür iradesi olmadığını. Bu millet fazla bilmez bu işleri; bana bu kader husunda güven; fakat sözlerinin beni çok etkilediğini söylemeliyim. yeminle söylüyorum ki ben bazen başka forumlarda ben şöyleyim ben böyleyim böyle bilgiliyim falan ve benzeri ifadeler kullandım. Bana inanmayanların, inandıkları görüşü savunmak istemelerini anlıyorum. Ama onlar benim yıllardır bu işleri kelime kelime tetkik ettiğimi bilmiyorlar.


*** Dedi: "Allah’ın bizim neyi seçeceğimizi bilmesi ,bizim irade sahibi oluşumuzu ve irademizin neticesine göre özgürce hareket etmemize mani olmuyor. Allah biliyor, ama Allah’ın bilmesi, hareketlerimizi hiç bir şekilde engellemiyor. Neye nasıl karar vereceğimizi ve nasıl hareket edeceğimizi biz kendimiz belirliyoruz, Allah sadece biliyor. Bu bakımdan bütün davranışlarımızdan biz kendimiz sorumluyuz. Sen bu yazdığın yazıyı, verdiğin karar sonucunda yazıyorsun öyle değil mi? Yani yazmaya da bilirdin isteseydin. Allah sana her iki seçeneği de sundu az önce ve aynı zamanda hangi seçeneği tercih edeceğini de biliyordu. O’nun bilmesi senin bu yazıyı yazma isteğini değiştirdi mi? Neticede karar verip yazdın."
Cevap: Senin bu dediklerini inan ki yıllarca okudum ve en sonun da onun büyük bir aldatmaca olduğunu anladım; yani bir ay oluyor bunu anlayalı. Evet ben seçiyorum ama benim bu seçmem sonradan oluyor, yani yüz yıl evvel değil, şimdi seçtim tamam mı? Benim “buraya yazı yazmayı düşünmek” düşüncesi meydanda yokken de Allah’ın ilminde benim yazı yazmayı isteyeceğim vardır. Dolayısıyla yokluk, varlığa tesir edemez. Tesir eden varlıktır ve bu çok önemlidir. Firavun örneğini ele alalım (bu aralar elimde Metin Özdemir diye birinin Allah’ın ezeli ilmi ile ilgili kitap var, orada konu detaylarıyla anlatılıyor; iz yayıncılık ) firavun yaratılmadan evvel onun yapacakları, Allah’ın ezeli ilminde vardı ve bu ilmine göre olur olanlar. O halde sen her ne kadar: "Allah onun hür iradesiyle ne yapacağın ezeli ilmiyle bilir" desen de, bu bir laf oyunudur. Zira bu lafta ilmin maluma yani bilinene (sonradan olacak) tabi olduğu anlatılıyor. Evvelden söylediğim gibi önce varlığı olan şey, sonra varlığa gelecek şeye tabi olmaz. Tabi oluş zaten sonradan gelmeye bağlıdır. Senin dediğinin olması için firavunun varlıktaki halinin, Allah’ın ilminin öncesinde olması icap etmektedir. Halbuki ezeli demek, zaten öncesinin olmaması demektir. Dolayısıyla firavun sadece, kendisinin yokluğunda da var olan Allah’ın ezeli ilmindeki neyse onu yapacaktır. Firavunun maddi hali, tabi durumundadır. Yeminle söylüyorum bu gerçektir. Ben de çok aldandım bu konuda. İbn Rüşd Allah’ın ilminin maluma tabi olmadığını belirtiyor; bir çok kimse bu ayrımı farkedemedi.


*** Soru: İnsan iradesinin kararları ezelden beri ( Allah’ın ilminde) var olan bir şey midir?



*** Sizin ekseriyetle "La ilahe illallah" ifadesine inanmadığınızı iddia ediyorum. İşte ispatı: La ilahe illah: Allah’tan başka ilah yoktur demektir. Bu da şu demektir, Allah’tan başka yaratan yok. Halbuki sizin kader hususundaki mezhebiniz olan Maturidilik “hem imanı, hem de cüzi iradeyi Allah yaratmaz” diyor. Siz de bu görüşün taraftarlarısınız. Ama “La ilahe illallah” ifadesiyle, aslında inanmadığınız halde bunu söylüyorsunuz. Çünkü “herşeyi Allah yaratıyor” dersen; bu lafın gerisine de inanmak gerekir ki o da şudur: İnsanın hareketlerini de ve düşüncelerini de Allah yaratır. O zaman kulun özgür iradesi kalmaz. Çünkü bu düşünce kabul edildiğinde “Allah ben de hangi düşünceleri yaratırsa, ben ancak o düşünceleri düşünebilirim” manası çıkar. Mesela, Allah’ın ben de "yatmak" düşüncesini yarattığını varsayalım, bu anda ben “kalkmak” düşüncesini düşünebilir miyim? düşünemem değil mi? zira ben Allah’ın yarattığı bir düşüncenin vuku bulmasını engelleyemem değil mi? O zaman Allah ben de yatmak düşüncesini yarattığında ben tıpış tıpış bu düşünceyi düşünürüm, hani o zaman özgür iradem? Bunu kabul etmeyen, zaten düşüncemizi Allah’ın yarattığını da inkar etmiş olur; sonra da inanmadığı halde “herşeyi Allah yaratır” der. Tekrar söylüyorum, ben kader hususunda sizin de hak mezhep dediğiniz Eş’ari mezhebi gibi cebri, yani kulların özgür iradesi olmadığını savunuyorum.


*** Kitap: Allah’ın bilgisinin ezeliliği ve insan hürriyeti Yazar: Metin Özdemir (İz yayıncılık)
Not:”Bu kitapta Allah’ın ezeli ilmi kabul edildiğinde, kulların özgür iradesi fikrinin savunulamayacağı anlatılıyor. Üstelik yazarı da özgür iradeyi savunuyor ve zor durumlara düşüyor. “Allah hadiseleri olmadan önce bilmez” görüşünü savunmak durumunda kalıyor. Ancak bunu açık açık değil de, dolaylı yollardan yapıyor ve başka türlü olursa, yani Allah kulların fiillerini önceden bilirse kesinlikle kulların özgür iradesinin olmayacağını itiraf ediyor. Bu kitapta daha bir çok laf oyununun gerçek yüzü ortaya konuyor. “İlim maluma tabidir” lafının derinlemesine incelendiği ve kulların hür iradesini savunanların tutunacak dallarının olmadığını gösteren itiraf niteliğinde bir kitaptır.”

"Ockhamlı William der ki: İlahi iradenin yaratıklarının iradesinden önce gerçekleşmiş olması, eğer onların (kulların) iradesini zorunlu kılmıyorsa, bu onların ilahi iradenin kararının aksine bir karar verme kudretine sahip oldukları anlamına gelir ki bu durumda ilahi iradenin kararı yetersiz ve eksik kalmış olur."
Metin Özdemir’in yorumu: “Bu itiraz karşısında her zaman ilahi iradenin insanların hür seçimlerini önceden bilen ilahi ilme bağlı olduğu savunması yapılabilir. Fakat bu tür bir savunma, iradeyi belirleyen ilmin ezeli olduğu kabul edildiği sürece geçersiz kalacaktır. Zira nesnesinden önce bulunan ezeli bilginin, sonradan olan (hadis) nesnesine tabi olması hiçbir açıdan mümkün olmadığı için onun nesnesi ( yani hadis olup bilinenler) zorunlu olur bu açıktır.”


*** Dedi ki: “Dünyaya neden geldik?”
Cevap: Yanımda palto var, ben üşüdüm ve patoyu giydim. Baktığımızda önce üşüdüm, sonra paltoyu giydim. Demek ki paltoyu giymemin nedeni üşümekti. O halde şu anlaşılmış olur ki, sebep neticeden zaman olarak önce geliyor. Bunu kabul ediyorsanız devam ediyorum. Düşünelim, Allah’ın ilmi ezeli mi? ezeli demek öncesiz demektir ve başlangıcı olmayan demektir. Şmdi soruyorum: Öncesiz olanın öncesi olur mu? olmaz değil mi? Evet, devam ediyorum; ama demin verdiğim örnekte anladık ki, bir şeyin sebebinin olması için zaman olarak önceliğinin olması gerekir. Ancak öncesizin öncesi olmadığına göre demek ki sebebi de yok. Siz Allah’ın ilmine ezeli dediniz ya; o zaman ne oldu? Allah’ın ilmi de ezeli olunca, demek ki onun da yani Allah’ın ilminin de nedeni yoktur. Bu sonuç çıktı. O halde düşünelim; Allah ilmine göre yaratacağına göre ve Allah’ın ilminin de sebebi olmadığına göre demek ki Allah’ın yaratmasının, yani yaptıklarının da bir nedeni olmaz.. Yani Allah’ın yaptıklarının nedeni yoktur. Evvelden Allah’ın iradesini inkar etmediğim zamanlarda aşağıdaki delilli yapmıştım ve Allah’ın yaptıklarının nedeni olmadığını anlatmıştım. Ancak artık Allah’ın iradesini inkar ettim. Aşağıdaki örnekte ezeli olanın nedeni olamayacağı anlatılıyor.
“Bence kaderin sırrı şudur: Allah’ın dilemesinin nedeni yoktur. Yani cenneti, cehennemi, dünyayı, insanı yaratmasının aslında hiçbir nedeni yoktur. İşte ispatı: “Ezeli (öncesiz, başlangıcı olmayan) olan bir şeyin sebebi yoktur.” Şu demektir: Mesela biri üşür, palto giyer. Kişi palto giymeden önce üşümüştür. O halde görünüşte baktığımız zaman, palto giymenin sebebi üşümektir. Lakin üşüme olayı, paltonun giyilmesinden zaman olarak öncedir. Dolayısıyla bir şeyin sebebi, her zaman sebepliden, neticesinden önce gelir. Bu kabul edildiğinde devam edelim. “Öncesiz (ezeli) olan bir şeyin sebebi yoktur” dedik. Soruyorum: “Öncesiz olan bir şeyin, öncesi olur mu?”, “Olmaz” denecektir. Zira eğer onun da öncesi olsaydı, ona öncesiz denmezdi. Görüldügü gibi öncesiz olanın öncesi olmuyor. Lakin yukarıda ispat ettiğimiz üzere, bir şeyin sebebinin olmasi için muhakkak zaman olarak önceliğinin olması ve önceden olması gerekiyordu. Dolayısıyla öncesizliğin öncesi yoksa, o halde sebebi de olmaz. Sebebinin olmasi için daha öncesinin olması gerekir. Hal böyle olunca ”Ezeli olan bir şeyin sebebi yoktur” önermesinin doğrulugu sabit olur. Soruyorum: “Allah bu dünyayı yarattı ama, isteyerek mi yarattı, istemeyerek mi yarattı?”, “İsteyerek yarattı” denecek. Yani yaratmasi hadis ise de, ezeli iradesiyle oluyor. Soru: “Allah ezeli olarak mı irade sahibiydi, yoksa sonradan mı irade sahibi oldu?”, “Ezeli olarak irade sahibiydi” derler. Lakin sizin de gördüğünüz gibi ”Ezeli olan bir şeyin sebebi yoktur” önermesine göre, Allah’ın iradesi de ezeli olduğu için, onun da sebebi yoktur. Allah’ın yaptıkları ise, O’nun iradesiyle olunca; “O’nun yaptıklarının nedeni yoktur” demek durumundayız. İşte, kaderin sırrı budur diyorum. Yani nedensizlik, illetsizlik. Bununla beraber Kur’an’da ve hadislerde Allah’ın sanki amacı olduğu ya da yaptıklarının bir sebebi varmış gibi olduğunu ilk bakışta akla getiren ifadeler görüyoruz. İşte bu ifadeleri te’vil etmek, yani akla gelen ilk anlamı bırakıp, başka bir mana vermek lazımdır. Bu dünya imtihan dünyası da değildir. Mesela Hz. Adem’i yaratmadan önce de, onun yasak ağaçtan yiyeceğini biliyordu. Zaten rızık da Allah’tan. Ona zoraki yedirdi. Böyle imtihan olur mu? Olmaz elbette. Böyle ayet ve hadisleri uygun bir şekilde yorumlamak lazım geliyor.



*** Siz şunu kabul ediyor musunuz? Bizim hareketlerimizi yaparken kullandığımız gücü (istitaa), sonra hareketlerimizi ve düşüncelerimizi yani cüzi irademizi Allah’ın yarattığına inandığınızı söylemiyor musunuz? bunları iyi düşünün bak (güç, hareket ve düşünce) bu üçünü Allah mı yaratıyor? ben diyorum ki: “bu üçünü de Allah yaratır.” Bak eğer bu üçünü Allah yaratıyorsa daha benim hür iradem nerede kalır ki? İyice düşünün. Daha bana şunu demeyin: “Sen hangi düşünceyi düşünmek istersen, Allah da o düşünceyi yaratır.” Çünkü şunu soruyorum: “Ben oturuyorum ya; evet, şimdi kalkmayı istedim ve kalktım. İşte bu örnekteki (ayağa kalkma) isteğini Allah mı yarattı? “evet” dersen, Allah ben de bu düşünceyi yani kalkmak düşüncesini yarattığı (anda) ben bu düşünceyi düşünmemeye ya da başka bir düşünceyi düşünmeye kadir olabilir miyim? olamam değil mi? Ya bak iyi düşünün. Çünkü Allah’ın yarattığına hiç kimse engel olamaz; yani Allah’ın yarattığı her neyse meydana gelir. Bu düşünce olsun ya da hareket olsun farketmez. Daha nerede hür iradem?

*** Ben Allah’ın görmesi ve duymasını inkar etmiştim ya; kitapların ekserisinde diyor ki: “Allah’ın görmesi ve duyması vardır ve bu sıfatları ezelidir.” Bu kitaplar aleme ( Allah’tan başka herşey dünya, uzay gibi) hadis diyor yani sonradan olan. O halde alemin olmadığı bir durum var demektir. Bu durumda Allah alemi görmüyor muydu? Yani dünyayı görmüyor muydu? eğer “görüyordu” dersen, sorarım: Daha meydanda olmayan şey nasıl görülür? devam ediyorum, derseniz ki: “Dünya yokken Allah görmüyordu ama onu yaratınca gördü” bak ne oldu o halde; bu Allah da değişmeyi savunmak olur. Çünkü dünyayı önce görmüyor, sonra görüyor olur ki değişmedir ve Allah’ın zatına bir eklenmedir. Ezeli olan şey de değişme, eklenme, bozulma olmaz. Çünkü o ezeli ve başlangıcı yok dolayısıyla O’nu etkileyecek bir şey yok. Yani etkilemek için etkileyen, etkilenenden önce gelmelidir. Ezeli ise öncesiz demektir ve öncesizin öncesi olmaz ki onu etkileyen, değiştiren bulunsun. (Zira her değişim bir değiştiren ve etkilenme de bir etkileyen gerektirir) O halde “ezeli varlıkta değişme olmaz” denmelidir. Bunlar ne demek durumunda kalıyorlar: "Önce görmez dünyayı, sonra yaratığında görür." Bu ise açıkça bir değişmedir; bu ne şimdi, çelişki değil mi? Aynı delil duyma içinde söz konusudur.


*** Bakın ben Allah’ın konuşma işini de inkar ediyorum. Yani Allah konuşmaz. Bana sorarsanız: “Kuran da Allah’ın kelamından bahsediyor ve dahası ayette "Allah, Musa ile konuştu" deniyor, sen ne diyorsun?” Cevap: Olan şudur: Musa’nın duyacağı sesi Allah yarattı. Yani Allah’ın sesi yoktur. Musa’nın duyacağı ses yaratıldı ve bu ses mahluktur (yaratılmıştır) sonradandır, ezeli değildir tamam mı? Mecazen ayette Allah’ın konuştuğundan bahsediyor. Ben “Kuran ezeli değildir” diyorum. Eş’ari ve Maturidiler ise “Kuran mahluk değil, ezelidir” diyorlar. Bunlar ayakta rüya görüyor neden mi? Bak şimdi "elhamdülillahi rabbil alemin" bu ayettir. Harflerden meydana geliyor ve bu ise sonradan olmaktır. Harfler birbirini takip ediyor. Hiç böyle ezeli olur mu? Dersen ki: “Onlar kelamı nefsi olan manaya ezeli diyorlar.” Cevap: Bunlar uydurma laflardır; zaten Allah’ın ilminde Kuran vardır. Daha kelamı nefsi ne oluyor?


*** “Allah’ın ezeli iradesi var” diyorsunuz; şimdi iyice düşünelim, bir seçimden bahsetmek için ortada seçilecek olanların bulunması icab eder bu açıktır. Fakat siz diyorsunuz ki: Bu yaratılanlar sonradan meydana geldi. Yani Allah’ın irade ettikleri. Şimdi bakalım: Demek ki bu lafla diyorsunuz ki, “seçilenler mevcut değilken Allah onları seçti.” Ne dediğinizi görüyor musunuz? Derseniz ki: “Allah’ın ilminde olan mümkünlerden yani olması da olmaması da eşit olanlardan Allah irade etti yani seçti.” Neyin meydana geleceği Allah’ın ilminde zaten mevcuttur. Bir de şu var: Bir seçimden, iradeden bahsetmek gerekiyorsa muhakkak bu seçme hadistir yani sonradandır. Zira önce seçilecekler mevcut olmalı ki seçim gerçekleşsin.


*** Ben Allah’ın ilmine ezeli dedim yaratmasına değil. Allah’ın yaratması hadistir yani sonradandır ve evet bizim duygularımız var olduğu müddetçe yaratılma halindedir. Tekrarlıyorum düşüncelerimizi, seçimlerimizi, hareketlerimizi Allah yaratır. Mesela bir renk seç, seçtin mi? ben diyorum ki: şu an kafandaki renk bir düşüncedir. İşte bu düşünceyi sen de Allah yarattı; olay bu ve bu düşünce varolduğu müddetçe yaratılması devam eder.

*** Yeni aldığım kararlardan biri de şu ki; mümkün meselesini de inkar ediyorum. Mümkün, olması da olmaması da eşit olan demektir. Allah’ın ilminde varolacağı bilinenlerin, meydana gelmesi vaciptir diyorum yani zorunludur. Ama Allah’ın ilminde varlığa gelmeleri şeklinde bir durum olmayanların, meydana gelmesi muhaldir (imkansızdır) diyorum. O bakımdan olanlar böyle olmak zorundaydı ve "Allah ilminin zıttına bir şey yapmaya kadir değildir" ( yani ilminde hadiselerin nasıl olacak olmaları var ise, hadiseler öylece cereyan eder. Eğer böyle olmazsa O'nun ilmi cahilliğe dönmüş olur ki bu kabul edilemez) diyorum. Allah’ın ilmindekiler nasılsa, meydana gelecek olan olaylar da Allah’ın ilmine göre cereyan eder. O bakımdan bir şey ya vaciptir yani zorunludur ya da muhaldir yani imkansızdır. Allah’ın ilmi ezeli olup nedeni yoktur ve Allah ilmine göre yaratır.

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Dedi: "Madem insanın özgür iradesi yok. Ööyleyse ne diye sesleniyor Allah Kur'an-ı Kerimde. "Bakmaz mısınız...Görmez misiniz.. Düşünmez misiniz." NEYİ DÜŞÜNECEĞİZ O ZAMAN. DÜŞÜNCELERİMİZİ ve HAREKETLERİMİZİ ALLAH YARATMIYOR MU? ALLAH KENDİSİNE Mİ SESLENİYOR?"
Cevap: Allah’ın sesi yok ki seslensin. Bu zaten başka bir konu. Bu ayetler ve bu hitaplar yaratılmıştır yani vahiyle geldi ya vahiy zaten mahluk, işte böyle. Bu hitaplar evet bizedir, fakat bunlar uyarı niteliğinde olup düşünmeyenleri kınama manasını içerir. Fakat böyle ifadeler Kuran’da var diye bizim hür olduğumuz anlamı çıkmaz. Zira bu konuyu kitapta önemine binaen isnad prebsibi adı altında çokça açıklamıştım. Orada derin izahları mevcuttur. Kısaca şöyle; mesela Maide 38. ayette hırsızlık yapanların elinin kesilmesi emrediliyor. Ancak bu hırsızlık yapanların fiillerini de Allah yaratıyor. Kişi bu fiili yapmaya mecbur oluyor. Bununla beraber böyle ifadeler Kuranda var. Yani hem hırsızlığı yaptırıyor, hırsızlık fiilini o kişide yaratıyor, hem de ayette "hırsızlık yapanlar"dan bahsediliyor. Burada fiili kişiye Allah isnad, nispet ediyor. “O yaptı” manasında. Bu fiili “Allah yarattı” denebileceği gibi, “kişi de yaptı” denebilir. İki yönlü bir ilişkidir. Bu mesele çok derin olup zaten bir çok kişi bu meseleyi bilmediğinden kaderi inkar eder.

*** Ben Allah’ın görülmesini inkar ediyorum. Fakat piyasadaki kitapların % 99’u ahirette Allah’ı görmeye inandıklarını söylüyorlar. Bu kafadaki insanlara soruyorum: Allah dokunulabilecek bir varlık mıdır? “hayır” derseniz, yine soruyorum: dokunamadığın ve dokunamayacağın bir şeyi nasıl görürsün?"

*** Allah’ın ilmi ezeli olunca nedeni yok demektir. Daha evvel ezeli olanın nedeninin olmadığının izahını yapmıştım. Allah da ilmine göre yaratır. O halde sonuç şudur: Allah’ın yaptıklarının nedeni yoktur. Zaten Eş’ariler ( ki bu mezheb de cebircidir) Allah’ın yaptıklarının nedeni olmadığını savunurlar. Yine Eş’ariler Allah’ın amacının olmadığını da söylerler. Bir de şu ayet: "Allah bir şeyin olmasını irade ederse "ol" der oluverir" hakkında diyeceklerim çok ince: Düşünelim, bu hitap yani "ol" hitabı eğer varlıktakine yapılıyorsa o zaten varlıktadır. Yani varlıktakine tekrar "ol" denmez. Eğer bu "ol" hitabı var olmayana, yani yokluğa yapılıyorsa yokluğa "ol" demenin manası yoktur. Zira ne var da, o, hitabı anlamlandıracak? Dolayısıyla aslında böyle bir hitap yoktur. O halde bu ayeti şöyle yorumluyorum: ( zira ben Allah’ın iradesini de inkar ettiğim için şöyle yorumluyorum) Bir şeyin olması Allah’ın ilminde varsa onu yaratır, o da oluverir." Yani ben buradaki irade etmeyi ilminde olması, "ol, der” ifadesini de yaratır manasına alıyorum.
Not: Artık yaratmasını da ilmindekilerin varlık sahasına çıkması olarak alıyorum; yani bilmesi, ilmindekilerin varolmasına yeterlidir.

*** Bugün anlatacaklarım hakikaten çok ince mevzudur. yüzyıllardır bu da pek bilinmemektedir. Ancak bu da benden kaçmadı. Konu Allahın yaratması olayı; bak düşünün Allah yaratıyor deniyor. Düşünün, Allah nasıl yaratıyor? Yani mesela ağaçtan bahsedersek, ağaç nasıl yaratılıyor? Bakın bu milletin ekserisi bu olayı şöyle düşünür; mesela ağacın yaratılması olayı: Bu ağacın yaratılması olayında, Allahı ayrıca bir etki yapıyor diye düşünürler, yani ne yaratılırsa Allah ayrıca ona bir etkide bulunur diye inanırlar. Fakat burada anlatmak istediğim şu yani: Burada, “Allah evvelden yapmadığı bir şeyi yapar” diye inanırlar. Yani kısacası “Tekvin” diye bir ifadeden bahsediyorlar tamam mı? Bu yaratmak manasına gelir. Bakın şimdi; Maturidilere göre yani özgür iradeyi savunanlara göre tekvin, ezelidir; yani Allahın yaratma sıfatı ezelidir derler. Bu saçmadır; işte cevabı: Yaratma ezeli olsaydı; mesela ben oldum ya, halbuki benim varlığa gelişim dünyanın varlığa gelişinden sonradır. Halbuki bu işleme, yani varolma hadisesine Allahın ezeli yaratmasıyla oldu derseniz, önce bir şey yaratıldı, sonra başka bir şey yaratıldı olur ve bu ezeli kabul edilen şey de değişiklik olduğunu akla getirir. Halbuki ezeli olan şey de değişme olmaz. Diğer şıkka bakalım: Eşariler ne dedi? şunu dedi: Allahın ezeli bir kudreti vardır dediler ve tekvine yani yaratmaya şunu dediler: Kudret sıfatının hadis olan yani sonradan olan ikinci taalluku. (ilgisi, bağlantısı) Yani bu sonradan olan tekvin ile Allah yaratıyor dediler tamam mı? Halbuki burada da acayip bir yanlış var. O da şudur: Bu tekvin denilen şey, eğer sonradan ise yine problem var, bu sonradan dediğiniz tekvin nereden geldi?( ya da onu ne yarattı diye de sorulabilir, yani o yaratma vasfını (tekvini) ne yarattı şeklinde) Çünkü her sonradan olanın sebebi olmalıdır. O halde bu tekvinin yani yaratma ile ilgili Allaha atfettikleri bu ifadenin, bu özelliğin sebebi nedir? Yani onu ne meydana getirdi? Derlerse ki: Onu da başka bir tekvin meydana getirdi. Derim ki: Peki onu ne meydana getirdi? bu böyle gidemez. O halde sonradan olan yaratma vasfından da bahsedilemez. Demek ki ezeli olarak yaratma sıfatından bahsedilemediği gibi sonradan olan yaratma sıfatından da bahsedemiyoruz. o halde ne olacak? Şu olacak: Kuranda geçen bu yaratma ile ilgili ayetlerde mecazidir demek lazım. Bu yaratma ifadelerini Allahın bilmesi, ilmindekilerin ilmine göre varlık sahasına çıkması olarak kabul edeceğiz. Örnek: Şimdi ben bu yazıları yazıyorum ya; manası şu: “Allah’ın ezeli ilminde benim yazı yazacağım bilindiğinden, işte Allah’ın ilmine göre meydana gelen, bu benim yazı yazma fiilime mecazen “yaratıldı” denmiştir” diyorum. İşte mecazen yaratma ifadesi de Allah için kullanıldı diyorum. Allah’ın ilmindekilerin varlık sahasına, ilmine göre çıkması mecazen yaratma olarak nitelenmiştir diyorum. Ne dersiniz? Fakat bu yazılarımdan Allahın amacı olduğunu savunduğum zannedilmesin.

*** Yanılmalarımızın nedeni Allah mıdır? “Evet” derseniz, Allah’ın aldatıcılığını kabul ettiniz demektir. Çünkü bir çok yanlış fikirde insan var ki kendi fikirlerini hak ve doğru olarak kabul eder; onları bu düşünceye sevkeden ise Allah’tır. Öyleyse onları aldatmıştır.
*** Allah yanlışlarımızın varedicisi midir?
*** Kitap: Felsefenin İlkeleri Yazar: Descartes
_(Sayfayı almamışım) : Tanrı’ya bunlar da yükletilemez. Tanrı bize, her şeyi bilen bir anlayış vermemiş olsa da, bunun yanısıra, O’nun yanlışlarımızın yaratıcısı olduğuna inanmamalıyız. Çünkü insan anlayışı sınırlıdır ve her şeyi bilmemek sınırlı düşüncenin özünde vardır
_ Yorum: Descartes’in “Allah aldatıcı değildir” düşüncesinin vardığı yer budur. Yani düşüncelerimizi Allah’ın yarattığını inkar etmek durumunda kalıyor; “Allah aldatıcı değildir” diyen, düşüncelerimizi de Allahın yarattığını inkar etmek durumunda kalır.

*** Soru: Seçimlerimiz nedenli mi yoksa nedensiz mi? “Nedeni yok” derseniz; soruyorum: O halde ahirette ceza ve mükafat görecek olmanız da bu nedensizlikle ilgili demektir. Bu ise “A şahsı nedensiz olarak öyle yaptığı için cezalandırılıyor, B şahsı da nedensiz olarak öyle yaptığı için mükafatlandırılıyor” manasına gelir. Bunu mu savunuyorsunuz? Eğer “nedenlidir” derseniz, demek ki sizden önce de mevcut olan, başka bir nedeni var demektir; madem öyle sizin özgür iradeniz nerede?
*** Soru: Elektrik cisim midir? Bu soruya onu göremediğiniz halde “evet” derseniz; bu fikrinizle baş gözünüzle göreceğinizi iddia ettiğiniz Allah’ı cisim kabul etmiş olmuyor musunuz?
*** “Bilmeye cüret et. Kendi aklını kullanmaya cesaret et” sözü aydınlanmanın şiarıdır.” (Kant)
*** Bir ingilizce söz vardır: “He is looking for a black cat in a dark room, which is not there.” (Karanlık bir odada, orada olmayan kara kediyi aramak)
*** Kitap: Makasıdu’l Felasife (Filozofların Maksatları) Yazar: Gazali
_ Sayfa 149: Amacı olan her şey eksiktir. Çünkü bu amacın gerçekleşmesi, gerçekleşmemesinden hayırlıdır. Öyleyse, nesnede henüz elde edilmemiş hayırlar vardır ve bu eylemin gerçekleşmesi, kayıp hayırların meydana gelmesini sağlar. Bu amacın gerçekleşmesi ile nesne tamamlanır. Bu amaç gerçekleşmeden nesne, tamamlanmış olmaz. “Eylemde bulunan kişi, kendisine değil, başkasına faydası dokunan bir eylemde bulunmaktadır” diyen, yanılmaktadır. Böyle diyen kişiye; başkası için bu faydanın temin edilmesi, yapan açısından, eylemin yapılmasından daha mı iyidir? diye sorulabilir. Söz konusu eylemin yerine getirilmesi, yapan açısından daha uygun ve öncelikli ise, başkasını faydalandırmakla kendisi de faydalanmış olur. Öyleyse fail başkası için hayırlı olan bu eylemi gerçekleştirmeden, bu hayırdan mahrumdur ve eksiktir. Bu eylemi gerçekleştirmek, yapan için bir fayda sağlamasaydı; niçin bu eylemi gerçekleştirdi? sorusuna dönüş yapmak gerekir ve bu sorudan kaçış yoktur. Öyleyse her failin bir amacı vardır. Amaç, faili tamamlar, amacın gerçekleşmesiyle failde var olan kusurlar ortadan kalkar ve fail olgunlaşır. (58)
Başkalarının varlığı kendisinden taştığı için, zatı gereği nedenlileri gerektiren bir zatın varlığı mümkün olsaydı, zorunlu olarak amaçsız olurdu. Bu tür bir etkin olma biçimi bir amaç ve seçimle meydana gelen etkinlikten üstün ve daha uygundur. Etkin olmayıp sonradan etkin olan her şey yeni bir şart, yapı, irade, amaç, kudret, durum veya bunların yerine koyabileceğin yeni bir şey meydana gelmeden fail olmuş değildir. (59)
_Dip not 58: Filozoflar bu şekilde problemden kurtulmuşlardır: Yukarıdaki ifadeden açıkça anlaşıldığı gibi fiilin bir gaye için olması eksiklik olduğuna ve fiil, ihtiyara eşlik eden bir gaye (garaz) için olduğuna göre felsefeciler, gaye ve ihtiyarın ikisinden birden kurtulmaktadırlar. Bundan dolayı filozoflar Allah’tan gaye ve ihtiyarı nefyediyorlar. Allah’tan ihtiyarı nefyetmeleri dolayısıyla hasımları kendilerine saldırmıştır. Zira ihtiyarı olmayan bir fail, zorunlu faildir, zorunluluk ise bir eksikliktir. Kelamcılar da Allah’tan gayeyi nefyetmişlerdir. Bu konuda felsefeciler ile aynı görüştedirler. Fakat Allah için ihtiyarı tespit etmişlerdir. Gayeyi nefyettikten sonra ihtiyarı tespit etmek nasıl mümkün olmaktadır? sorusu ise ortada kalmaktadır. Bu poblemi çözmede takip ettikleri metodun bir sonucu olarak her grup problemin farklı bir yönü ile yüzleşmiştir. Yukarıda zikredilenler alemin kıdemi konusunda başlı başına bir delil olarak değerlendirilebilirler. Çünkü gayenin nefyedilmesi, ihtiyarın nefyedilmesini gerektirir. Failden ihtiyarın nefyedilmesi ise, failin zatını - iradesini değil - fiildeki illet konumuna getirmektedir. Zat, illet olduğuna göre, zat var olduğu sürece fiil de O’nunla birlikte varolacaktır. Zat kadim olduğuna göre, fiil de kadimdir.
_Dip not 59: Bu, alemin kıdemine dair başka bir delildir. Fakat bu delil, hulfi bir delildir. Gazali bunu “Tehafütü’l - Felasife” adlı eserinde açıklamıştır.
_Sayfa 168: Zorunlu Varlığın değişmesi imkansızdır. Çünkü değişim, daha önce Zorunlu Varlıkta bulunmayan bir sıfatın meydana gelmesidir. Sonradan meydana gelen her şey bir sebebe ihtiyaç duyar. Zorunlu Varlığa başkasının neden olması ise yukarda geçtiği gibi, imkansızdır. Bu niteliğin Zorunlu Varlığın zatından meydana gelmesi de imkansızdır. Çünkü zata gerekli olan her sıfat, zatla beraber bulunur ve ondan ayrılamaz. Biz, yapanın, kabul eden olmadığını ve kesinlikle Zorunlu Varlığın zatında bir şey yapmadığını yukarda zikretmiştik.
_sayfa 187: İlk Varlığın kendisi için değil, diğer varlıklara hayrı akıtmak için bizim gibi bilgi ile birlikte bir kastının olması neden olmasın? Örneğin boğulmakta olanı kurarmayı amaçlarız, bununla boğulmakta olanı kurtarmaktan başka bir amaç da gütmeyiz denilirse;
Denilir ki: Kast eden açısından kastedilen şeyin, terkedilen şeyden öncelikli olması, kasdın gereklerindendir. Bunun farkına da amaç ile varılır. Amaç ise eksikliğe delalet eder. Bir sevap veya övgü almak, hayır işleyerek erdem ahlakını kazanmak gibi bir istek olmaksızın biz, herhangi bir şeyi kastetmeyi tasavvur etmeyiz. Bizim için eylemin olması ile olmaması aynı konumda olsaydı, bizim onun için bir kasdımızın ve yönelimimizin olması imkansız olurdu.

_ Sayfa 82 veya 182: "Fakat biz kendi özünde mümkün olan her şeyin sebebiyle zorunlu olduğunu yukarıda açıkladık. Nesnenin var olmasının sebebi bilinirse varlığı mümkün değil, zorunlu olmuş olur."

Yorum: Madem Alem mümkün değildir. O halde mümkün değilse, varlığı zorunlu demektir. Dolayısıyla varlığı zorunlu olanın, kadim olması yani ezeli (öncesiz, başlangıcı olmayan) olması gerekmez mi? Yüzyıllardır kelam kitaplarında şöyle denir: “Ezeli olan Allahtır, Alem ise (yani Allah’tan başka her şey, genelde uzay kasdedilir) sonradandır.” Şu bilgi de eklenir: Alem mümkündür; yani (mümkün demek şu demektir: Olması da olmaması da eşit olan. Yani “bu Alemin böyle olmasını Allah istedi. O isteseydi bu Alemi yaratmayabilirdi ya da başka türlü de yaratabilirdi” diyorlar. Burada unutulan ve atlanan çok önemli nokta şudur: Bunlar da Allah’ın ezeli ilmini kabul ediyorlar. Ancak bunun ne manaya geldiğini göremediler. Çünkü mana şudur: Madem Allah’ın ezeli ilmi var; olacak her şeyi ezelde biliyor denirse, şu sonuç çıkar: O halde olacak her şey Allah’ın ilmine göre olacak demektir. Çünkü böyle olmazsa, başka türlü olsa o halde Allah’ın ilmi yanlışa dönmüş olur ki bu ise kabul edilemez. O bakımdan Alem böyle olmak zorundaydı. Olan olaylar böyle olmak zorundaydı. Ancak bu dendiğinde şu sonuç çıkıyor: Demek ki Alem "mümkün" değildir. Varlığı zorunludur (vacip). Buraya kadarını evvelden ben bulmuştum. Ancak bugün bulduğum şu: Bir şey "mümkün" değilse varlığı zorunludur dedik ve Allah için varlığı böyle olmak zorundaydı dedik. (Vacibul Vücud) Yani varlığı zorunlu demektir. Ama şu problem ortada; o halde varlığı zorunlu olan şey kadim (öncesiz, başlangıcı olamayan) olmaz mı? Çünkü bize yüzyılarca böyle anlatıldı. İki türlü varlık var dendi; "Mümkün ve Vacip." Vacip olan Allah’tır ve O ezelidir dendi. Alem ise hadistir, yani sonradandır ve mümkündür dendi. Öyleyse Alem mümkün olmadığına göre, geriye tek seçenek kalıyor. Kadim olması. Şimdi şunu mu diyeceğiz: Alem kadim mi?

*** Konu: Allah’a dua etme olayı. Zaten bu konu meşhurdur, kitaplarda yüzlerce kez gördüm. Ben şunu diyorum, dua etmek doğru değildir. Neden mi? bakın şimdi: Mesela bir kişi otobüse bindi ve şöyle dua etti diyelim: “Allah’ım kazasız belasız ,sağ sağlim İstanbul’a gitmemi nasip et.” Şimdi düşünelim, bu dua da bir kere Allah’a irade ispat etme var. Çünkü Allah’tan istiyor, sonrasında dikkat edilirse şu incelik vardır. Burada Allah’a hadis bir irade ispatı da var. Bu dua da mana şu; “Allah’ım sen bunu benim için dilememişsen, şimdi dile Ya Rabbi.” Yani “benim kazasız belasız olarak İstanbul’a gitmemi dile Ya Rabbi” gibi bir mana var. Bakın burada sonradan olma bir iradeden bahis vardır. Halbuki kitapların ekserisi Allah’ın iradesinin ezeli olduğunu söyler. Peki ama ezeli bir irade kabul edildiğinde bu duanın ne manası kalır ki? Çünkü zaten ezeli olarak, ne meydana gelecekse onun irade edilmiş olduğuna inanılıyor. Ezeli olan şey ise değişmez; demek ki, duayı edenlerin çoğu farkına varmadan Allah’a hadis bir irade ispat ediyorlar. Eğer bu dualar için şöyle bir yorum yapılacak olursa: “Ben böyle dua ediyorum ama Allah’ın ilminin değişmeyeceğini de biliyorum; ancak ben şunu kasdediyorum, yani ben bu duayı etmekle bu işin böyle gerçekleşmesini temenni ediyorum.” Buna şöyle cevap verilir: Ancak zorunlu olarak meydana gelecek olaylar için temenni sözkonusu değildir. Zaten olacak olan olacaktır, temenni burada kulanılamaz. Zira ezeli ilimde belli olan şeyden başkası varolamaz.. Dua etmenin bir mahzuru da şudur ki; zaten meşhurdur. Allah’ın ilminde bir değişmenin olabileceğini ihsas ettiriyor. Zaten Allah’ın ilminde değişme olmaz, o halde bu duanın bir manası yoktur. Dua etmemek gerekir. Ama sorulursa Kuran da ayet var, “Dua edin ki size icabet edeyim” buna ne dersin? Cevap: Yukarıda da izah ettiğim gibi bu Allah’ın kullarını aldatmasına bir örnektir. Çünkü dua edildiğinde ortaya çıkan mahzurları anlattım; buna karşılık böyle bir ayet var. İşte burada kullarını aldatıyor Allah. Evet peygamberlerin de dua ettikleri Kuran’da vardır. O halde onlar da bu inceliklerin farkına varamamışlardır demek gerekir. Denirse ki, o halde bu ayetin manası nedir? şöyle diyorum: Yukarıda nedensizlik prensibini anlatmıştım. Yani Kuran ayetleri de Allah’ın ezeli ilminde vardır ve bu yönüyle nedensizdir, dolayısıyla manasızdır demek gerekir. Ancak Kuran okurken bu gibi dua ile ilgili ayetleri de elbette okuyacağız. Ancak ayet oldukları için ve bir mana kasdetmeyeceğiz, manası yok, nedensiz diyeceğiz. Yani Allah’ın ezeli ilminde bilinmesi hasebiyle nedensiz diyeceğiz yoksa elbette ki bu ayetlerin nedeni Allah’ın ilmidir yani Allah’tır.
*** Allah’ın iradesini reddetmiştim ve bu konuda bir kısım deliller getirmiştim. İşte bu da başka bir delil: Allah’ın ilmi ezeli olduğuna göre ve ilmindekiler de varlık sahasına ilmine göre çıkacağına göre, sonradan olacak olan olayların meydana gelmesi zorunlu demektir. O halde soru şu: Allah zorunlu olarak varlığa gelecek şeyleri mi istedi? Bu soruya “evet” demenin bir manası yoktur. Zorunlu olarak meydana gelecek olan şeyleri istemenin anlamı yoktur. Bu soru Allah’ın iradesini, istemesini reddedici bir ilzamdır.
*** ”Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir” şeklinde bir çok ayet var. Bunların tevili şudur: Allah’ın ezeli ilminde sapacağı olan kişi sapar, hidayete ereceği bilinen şahısda hidayete erer, manasındadır.
*** Allah’ın yalan söylemesi hususu: Bize sorulursa madem öyle dua meselesinde dediğiniz gibi Allah aldatıcı dediniz, bu söz Allah yalan söyledi manasına gelmez mi? Denirse,
Cevap: Biz Allah’ın konuşmasını nefyettiğimizden yalan söyledi denemez. Ancak aldatıcıdır dendiğinde, Kuran bir haber verme olduğundan bazı ayetlerde kullarını aldatma olayı caridir. O bakımdan yalan söyledi denemez. Zaten yalan söylemek için konuştuğumuzda bu durumda sanki doğruyu da söyleyebileceği halde yalan söylemeyi tercih etti, durumu olur. Ancak Allah’ın iradesi olmadığından “yalan söylemek” Allah için kullanılamaz.

*** Allah çabalar mı? Hayır derseniz; ama demenize göre alem hadis ise yani önce yoktu da sonra alemi meydana getirmek için çabalamış olmadı mı?
*** Kitap: Farabi felsefesi ve ortaçağ düşüncesine etkisi Yazar: Robert Hammond
_Sayfa 51: İnsanlar Tanrı’nın dünyayı yarattığını söylediklerinde basitçe Tanrı’nın dünyayı maddeden, belli bir formla kuşatarak meydana getirdiğinidemek isterler. Dünya gerçekten Tanrı’nın eseridir ve her ne kadar dünya O’ndan (Tanrı’dan) sonra bir dünya formu olarak gelse de, gene de zamanda ona eşittir yahut ebedidir, çünkü Tanrı onu meydana getirmeye zaman içinde başlayamazdı. Bunun sebebi, bir sebep etkisine kesinlikle ne ise, Tanrının da dünyaya öyle olmasıdır. Bu durumda sebep etkiden ayrılamayacağından, Tanrı’nın belli bir anda onu yapmaya başlayamayacağı sonucu çıkar. Çünkü yapabilseydi, bu O’nun hesabına, mükemmellikten yoksunluk olurdu; zira gayesine ulaşmaya çabalamış olurdu. Bu şüphesiz, Tanrı’nın mutlak mükemmelliği ile uyuşmaz.
*** “Daima var olan bir başlangıç” bu ifadeyi alemin kıdemi bahsinde detaylı düşünmeliyim.
*** Allah’tan yardım istiyor musun? “Evet” derse, de ki: bu ifadelerin cebr anlayışı değil mi?
*** Allah’a tevekkül etmenin manası; hadiselerin sebebinin Allah olduğunu kabul etme manasındadır.
*** Allah’ın zatı muhtaç olur mu? “hayır” derse, sıfatlarına muhtaç mı? “hayır” derse, Allah’ın zatı kemalde eksik mi? “hayır” derse, o halde sıfatı var demek, O’na sahip olmadığı bir kemali mi kazandırıyor ki sıfatı var diyorsunuz.
*** Allah’ın bir şeyin vukuundan önceki bilgisi ile sonraki bilgisi birbirinden farklı mıdır?
*** Zaman ne zaman yoktu? Zaman ne zaman başladı?
*** Zaman, zamansızlığın ölçütü mü? Hani “Allah zamanı yarattı” diyorlar ya, demelerine göre zamandan önce zamansızlık kavramı sözkonusuydu. Ve zaman yaratılınca zamansızlık kavramı bitti. Bu zamansızlık ne kadar zaman sürdü?
*** Kuran’ın esasen manası yoktur; bu anlamı biz kendimizce vermeye çalışıyoruz, gerçekte Allah, Kuran ile hiç bir mana kasdetmemiştir. Hiç bir amacı yoktur ve Kuran’ın böyle olmasının da gerçekte illeti, nedeni yoktur. Dolayısıyla bazı ayetlerin zahiri akli delillere zıt gibi durumlar olduğunda, ille de bu ayeti tevil etmek şart değildir. Şöyle denir: Bu ayetin İndallah (Allah katında) manası yoktur. Allah aldatıcıdır ve Kuran ayetleriyle aldatır.
Soru: “Allah, Kuran ile hiçbir şey kasdetmedi ve İndallah manası yoktur; Allah aldatıcıdır” dedin, peki o halde Kuran’la Allah insanları aldatmayı mı kasdetti? Zira teşbihi, tecsimi zahiren belirten ayetler var?
Cevap: Allah, Kuran ile kullarını aldatmayı da kasdetmemiştir. Biz çevremize bakarsak akli delille Allah’ın aldatıcı olduğunu anlıyoruz ve biz Kuran’dan kendimizce manalar çıkarmaya çalışıyoruz. Zira Kuran’a inandığını söyleyenlerin tamamına yakını, bu ayetlerle bir mananın kasdedilmiş olduğunu düşünür. O bakımdan bu gibi ayetleri yorumlamaya kalkar ve durumlar ortadadır. Kuran’daki antropomorfist “insan biçimci” ve Allah’ın duygusunun olduğunu akla getiren ifadeler vardır. Merhamet, intikam, sevmek gibi, işte bu ayetlerin zahirine inanan kafir olur. O bakımdan Allah’ın aldatıcı olduğu hükmünü çıkardım. Ama tekrarlıyorum: Allah aldatıcı olmayı irade etmemiştir. Allah aldatıcı olmayı irade etmemişken, aldatıcıdır. İradesi olmadığından aldatmayı da isteyemez.
Allah’ın hükmetmesi (karar vermek) yoktur. İradesi olmayan nasıl hükmeder, karar verir? (hükmetmeyi, karar verme anlamında kullanarak bu sonuca vardım) Hükmetme ile ilgili nassları “bilme” anlamında alırız. Madem, Kuran’ın İndallah hakiki olarak manası yok, anlamı yok; ancak Kuran muhdestir (sonradan varedilmiştir) ve sebebi Allah’tır, ilmidir. Ama diğer insanların yazdıkları kitaplar, yine insanların konuşmaları, fiilleri, düşünceleri de bu kapsamdadır. Yani bunlar da muhdestir ve ezeli ilim - Allah bunların sebebidir. Bu açıdan bakarsak, o halde bunlar da manasız, anlamsız demek gerekir.
Cevap: Evet, hakiki anlamda onlarda manasız, anlamsızdır. Yani alem anlamsız, manasızdır. Ancak bizler bunlara anlam yüklüyoruz; Tabii ki bu da Allah’ın varetmesiyle oluyor. Yani İndallah bizim anlam yüklememiz de, anlamlandırmamız da bu yönüyle anlamsızdır. (Not: bu delili yazdım ama, bu delili yazdıktan sonra Allah’ın aldatıcı olamayacağına sonradan karar verdim. Onu da ekleyeceğim.)




*** Allah zalim değildir ama Allah adaletsizdir diyorum. Bu gelişim şöyle oldu: Yakın zaman önce yani iki ay önce Kuran’da Allah’ın adaletli olduğunun geçmediğini öğrendim. Bu gelişmenin ardından Allah’ın adaletli olması hususunun, bize hadislerden nakledilmiş olduğunu anladım ve zaten benim hadislere karşı bakış açım çok değişmişti ve hem de son peygamberin imanı meselesinden sonra artık hadislere yaklaşımım çok şüpheci hal almıştı. Durum buydu; bir zaman sonra biriyle konuşuyordum, kendisi cami görevlisiydi. Allah’ın adaletini konuşuyorduk. Kendisi açık açık “ben Dünya’da Allah’ın adaletine inanmıyorum, benim anam, babam ben bir yaşındayken öldü, benim ne suçum var” dedi. Açık açık “bu Dünya’da Allah’ın adaletine inanmıyorum” dedi. Bu beni etkileyen bir konuşma oldu. Zaten ben dört ay önce Allah’ın iradesini inkar etmiştim, sonra şunu düşündüm: Adalet
Birinci vecih: Adalet şudur: Ona şunu vermek, buna şunu vermek. O zaman ben baktım ki adaletten bahsedildiği yerde iradeden de bahsedilmesi gerekiyor; ben ise evvelden Allah’ın iradesini inkar etmiştim. O zaman nasıl bir adaleti savunacaktım?
İkinci vecih: Adalet dendiği zaman akla şu geliyor: Özellikle Allah’ın adaleti dendiği zaman; sanki Allah’ın uyması gereken bir kurallar bütünü var da O bunlara uyarsa adaletli, uymazsa adaletsiz şeklinde bir tehditle karşı karşıya gibi bir mana var. Ancak Allah ezelidir ve ezeli varlığı başka bir varlık etkileyemez, Allah’ı hiç bir varlık zorlayamaz, baskı altına alamaz. Hal böyleyken daha nasıl ben “Allah adaletli” deyip O’nu kayıtlarla kayıtlamaya uğraşayım. O hiç bir kurala bağlı değildir, hiç bir şey O’nu etkileyemez ve O değişmez. “Allah adaletlidir” demek şu demektir: Adalet bir kurallar bütünü olup ona uyulduğunda adaletli olunur; aksi halde adaletsiz olunur gibi tehdit var. Soruyorum: Allah’ı ne tehdit edebilir?
Üçüncü vecih: Dolayısıyla “Allah adaletlidir” diyenler bu laflarının ne manaya geldiğini göremiyorlar. Çünkü Allah’ın uyması zorunlu olan bir kurallar bütünü ortaya çıkarıyor bunlar. Mesela “Allah bu kurallar bütününün dışına çıkabilir mi?” gibi soru soralım bunlara, acaba ne derler? Ben söyleyeyim; şunu derler: “Allah böyle şey yapmaz, yapsa O’na ilah denmez.” Yani kafalarında bir şablon var. İlah ancak bunu yaparsa bizim gözümüzde ilahtır, aksi halde O’nu ilah olarak kabul etmeyiz gibi bir manayı açıkça savunuyorlar. Bunu da ambalajlayarak “Allah adaletlidir” diyorlar. Bu ifade aslında insan biçimci ilah düşüncesinin bir sonucudur. İnsanlar ilah anlayışlarını ekseriyetle kendi yaşayışlarına kıyas ediyorlar ve bu kıyas bir zaman sonra artık onlara bütünüyle gerçek gibi görünüyor ve bu inançlar yüzyıllardır süregeliyor. Artık kırılması çok zor bir zincir haline geliyor. Bu öyle bir zincir oluyor ki onu bırakın kırmayı, kırmayı aklından geçirmek bile insanların kendilerini lanetlenmiş hissetmelerine neden oluyor.
Neden Allah’a adaletsiz dedim? Ben düşündüm, Allah’ın iradesini inkar ettiğimde rahatlıkla Allah’a iradesiz demiştim, yine kudretini inkar ettiğimde O’na kudretsiz, dolayısıyla güçsüz demiştim. O halde dedim ki kendi kendime: Neden O’nun adaletle vasıflanamayacağını söylediğim halde O’na “adaletsiz” ifadesi kullanmayayım? Nasıl ki, adalet ile vasıflanmak noksan sıfattır; zira açılımını yukarda yaptım, o halde bu noksan sıfatın O’nda mevcut olmadığını söylemenin nesi yanlış ki? Dolayısıyla adalet Allah’ın vasıflanamayacağı bir sıfat olduğuna göre “Allah adaletsizdir” demem gerekir. Bunu idrak ettim.
Mesela sevgi kavramı; bir kere sevgi olayı düşüncedir. Allah ise düşünmez; zira düşünmek değişmektir. Hal böyleyken “Allah sevgisizdir” neden denmesin ki? Hatta “düşüncesiz” ifadesi Allah için niye kullanılmasın? Düşünmek eksikliktir, ihtiyaç içindir; yani amaç edinmek içindir. İhtiyaçtandır ya da kararsızlıktandır. Karar işine gelince; zaten Allah’ın ezeli ilminde sonradan olacak olaylar bellidir, daha Allah neyin kararını alacak? O halde Allah’a düşüncesiz de denebilir. Ve bu denmelidir ki insanların kafalarındaki antropomorfist (insan biçimci ilah tasavvuru) düşünce yani Allah’ı böyle düşündüklerini onlara göstereyim. Zira böyle laflar kullanınca içlerine dönüp rahatsız oluyorlar; neden? Çünkü “düşüncesiz” ifadesi insanlar arasında aşağılama ifadesidir. Peki bu kişiler ekseriyetle ben böyle ifade kullanınca neden rahatsız oluyor? Çünkü onlar bunu açıkça söylemeseler de onların iç dünyalarında insan biçimci ilah düşüncesi yatıyor da ondan. Genelde Allah’ı kendilerine kıyas ediyorlar. Bu onların kıt anlayışlarındandır.
Allah adaletli olmak zorunda mıdır? “Evet” derseniz, O’nu buna zorlayan nedir? Ya da O adaletli olmazsa O’nu yine ilah olarak kabul eder misiniz? Yeryüzünde adalet yoktur. Madem her şeyin sebebi Allah’tır, o halde Allah adaletsizdir. Allah’ın aklı var mıdır? “Yoktur” derseniz aklı olmayan düşünür mü? “Hayır” derseniz, düşünmeyen, irade edebilir mi? “Hayır” derseniz, demek ki Allah irade edemez. Konuşalım Allah’ın aklı neden yoktur? Bunun cevabını arayalım. Bir şahıs bazı problemler karşısında düşünüp doğruyu bulduğunda ona akıllı deriz. Ama Allah ezelidir, problem çıkarsa ifadesi de önemli. Bu problemler ezeli mi yoksa hadis mi? Eğer “hadis” derseniz, Allah zaten ezelidir, önce problem yoktu sonra Allah için problem oldu manasına gelir bu laf. Bu ise, yani problem üzerinde düşünmek ise bir değişmedir. Allah ise değişmez, bir problemi çözmeye uğraşmaz. Bu gibi düşünceler antropomorfist düşüncelerdir; yani insan gibi bir ilah fikrinin getirileridir. Zahiren konuşursak, o halde Allah için akıllı ifadesi kullanılamaz. Merhamet meselesi de benzer bir konudur. Çünkü merhamet de bir duygudur, duygulanmak ise değişmektir. O halde Allah için hakiki manada merhametli ifadesi de kullanılamaz. Benim bu aralar temelde aklımda olan husus şudur: Allah sonradan bir şey yapar mı? Bu beni çok düşündürüyor. Çünkü “sonradan bir şey yaptı” denirse O’nda bir değişiklik olmuş olmuyor mu? Çünkü O cisim değil ki değişiklikle kastedilen O’nun fiziki durumu olsun. Madem O’nda değişme olmaz; o halde sonradan bir şey yapmaması düşüncesi aklıma gelmektedir. Alemin hudusunu nasıl açıklayacağım o vakit? Allah’ın ilmindekilerin, ilmine göre varlık sahasına çıkması dedim ama, çok karışık durumlar bunlar. Zaten Allah’ın ilmi de çok derin bir konu. Evvelden bahsetmiştim. Mesela benim burada yazacağımı ben yazmadan evvel biliyordu denirse; ben yazmayı bitirdim, artık yazmaz oldum. Peki soru şu: (Yazmış olduğum yazı ile ilgili konuşursak) Bu pozisyonda da yine yazacak olduğumu mu biliyor yoksa yazmış olduğumu mu? Güneş tutulması örneği veriliyor çoğunlukla bu konu için. Güneş tutulmadan önce tutulacağını biliyor denirse, “peki tutulurken de yine tutulacağını mı biliyor?” denir. Halbuki tutulacak şeklindeki bu andaki bilgi yanlış olmuyor mu? (Bahsettiğimiz andaki tutulma için konuşuyoruz) Zira o anda zaten tutulma oluyor. Devam edelim; tutulma sona erdiğinde tutuluyor diye mi biliyor yoksa tutuldu diye mi biliyor? Eğer “tutuluyor diye bilir” denirse bu sefer bu bilgi yanlış değil mi? Oysa biz O’nun ilmine ezeli dedik ve ezeli olan şey değişme kabul etmez. Bu problemi nasıl çözeceğim?
Allah’ın aldatıcılığı: Tanrı aldatır mı?
Bazen asfalt yola bakarız ve ilerde su gibi bir şey görürüz; ancak oraya vardığımızda oranın ıslak olmadığını görürüz. Yine suya batırılmış bir düz sopayı kırık olarak görürüz. Oysa sopa düzdür ve bize bu düz sopayı kırık olarak gösteren Allah’tır. Yine bazı yanlış inanıştaki kişiler vardır; ancak onlar kendilerinin doğru yolda olduklarına inanırlar. Onları bu inanca sevkeden de yine Allah’tır. Dolayısıyla Dünya işlerinde Allah’ın aldatıcı olduğu kesinliğe kavuşmuş demektir. Şimdi bu konuyla ilgili daha derin bir konuyu ele alacağım. Madem Dünya işlerinde Allah’ın aldatıcılığını kabul ettik, aldatıcılık aldatıcılıktır. O halde dini husularda niçin bu aldatıcılık cari olmasın? Mesela bana sorulsa “sen son peygamber ile ilgili bu görüşlerine göre o eğer bu sözleri söylemişse ( söylemese bile onun bu konuları yani Allah’ın cisim olmaması, hareket etmemesi gibi konuları doğru olarak bildiğinden nasıl emin olcağız? ) ve bu sözleri söyledikten sonra ( o bu inancını sürdürürken) ayetler ona vahyolur mu?” Ya da şöyle sorulabilir: Kafire ayet vahyolur mu?
Cevap: Musa Allah’ı görmek isteyince ona cevap niteliğinde ifade var: “Beni göremezsin.” Musa’nıın bu soruyu sorması küfrü gerektirir. Çünkü Allah’ı görmeyi caiz kabul etmek O’nun cisim olabileceğine inanmak demektir ki bu açıdan küfür olur. Peşine bu “Beni göremezsin” şeklindeki ifade, Musa küfür halindeyken cereyan etti. Bu hadise caiz olunca; küfür halinde ayetlerin vahyedilmesi haydi haydi caiz olur. Sonuçta bu konuda ve son peygamberin bu halinde de ona ayetlerin vahyolması ise hem onu yani son peygamberi hem de çevresindeki insanların çoğunluğunu Resulullah’ın mümin olduğu tarzında bir genel kabule götürmek suretiyle Allah’ın aldattığı sonucu çıkmaktadır ki bu sonucun yukarıda izah ettiğim gibi Musa olayı da göz önüne alındığında imkansız bir olay olmadığı ortaya çıkar.
Allah’a şükretme meselesi
İradesi olmayana Allah’a şükredilir mi? Allah’ın ezeli ilmine göre bu işler oluyor. Yani Allah ona imanı, ona küfrü tercih ederek vermiyor. Hal böyle iken biz Allah’a nasıl şükredeceğiz? Zaten nedensiz bir ilme göre bu işler oluyor. Yani iradesi olmayana şükredilir mi? “Edilmez” denirse, Kuran’da geçen ayeti nasıl yorumlamak gerekir? Kuran’da Allah’ın iradesinden bahsediliyor. Ancak O’nun iradesi yoksa; aynı şekilde O’na şükürden bahsediliyor buna binaen “esasen Allah’a hakiki manada şükredilmez” ifadesi kullanılamaz mı? Madem hakiki manada Allah’a şükredilemiyor; o halde Kuran’daki bu ayetleri nasıl yorumlamak gerekir? Şöyle bir tevil aklıma geldi: “Allah’ın ilminin bu şekilde olmasına razı olun manasında bir emirdir.” Nasip etmek irade ile olur, madem ki Allah’ın iradesi yok, o halde “Allah hakiki manada nasip eder” denemez. Allah’ın iradesini inkar etmek, bu sonucu da beraberinde getiriyor.

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Şimdi söyleyeceklerim çok derin olup temel çözüm yolu olarak sunuyorum: Olay şu, Kuran’daki ayetlerinin zahiriyle, bazen yaptığım akli delilerin zıtlığı mevzu bahis olunca, ben evvelden hep bu ayetleri nasıl akli delile göre tevil ederim diye düşünürüm. Ancak her zaman gerekli izahı yapamazdım. Sonra düşündüm; madem ki Kuran hadistir ve bunun da sebebi Allah’ın ezeli ilmidir ve Allah’ın ilmi ezeli olduğundan nedeni yoktur. Madem ki ilminin nedeni yok, o halde bu ilmin sebep olduğu şeylerin de sebebi yoktur. Dolayısıyla mantık olarak şu kural çıkıyor: Kuran’daki ayetlerin de böyle olmasının nedeni yoktur. Durum bu olunca ille de benim, akli delile karşı zahiri zıt düşen bu ayetleri tevil etmem lazım gelmez. Çünkü zaten bu ayetlerin böyle olmasının nedeni yoktur. Bu açıdan bakarsanız şu sonuç çıkar: Kuran’daki namaz kılma ve zekat verme emrinin de nedeni yoktur. Zaten Allah’ın amacı olmaması hususu bilinen bir şeydir ve izahı bu kitapta vardır. Sonuç olarak yaptığımız akli istidlallere zahiren zıtlık teşkil eden ayetlerin olması hususunu genel olarak böyle değerlendirmek gerekir. Aksi halde her bulunan akli delil için, ayetlere yapacağımız teviller bir çok insan tarafından komik bulunur ve onlar bu işin ciddiyetinin farkına varamazlar.

*** Görmek etkilenmektir. Allah ise etkilenmez. O halde Allah görmez. (sonradan görür dedim)

*** Kitap: Din, Bilim ve Felsefe Yazar: Howard Selsam
_Sayfa 55: Occam’ın ilkesinin dayandığı nokta, bir şeyin varolduğu ya da başka bir şeyin nedeni olduğu varsayımının eğer böyle bir varsayım yapmadan işimizi görebiliyorsak istenilir ve mantıksal olmadığıdır. Örneğin, bir doğum ya da ölüm, bir buluş ya da bir deprem olayını, varolduğunu gerçekten bildiğimiz şeylerle açıklayabiliyorsak bunları bir Tanrı’nın oluşturduğunu niçin varsayalım? İnsanların dünyaya gelmelerini ve belirli dinsel düşünüler kazanmalarını gerçek yoluyla açıklayabilirsek, niçin bu olguları dünyayı denetleyen bilinmeyen bir güçten kaynaklanmış olarak açılayalım?
Sayfa 70: Değişiklik söz konusu olunca Tanrı ya daha iyi, ya da daha kötü yönde değişmek zorunda kalacağı için Tanrı’nın değişemeyeceği kabul edilir. Tanrı mükemmel olduğu için daha iyi olamaz ve aynı nedenle daha kötü yönde değişemez.

*** Kitap: Felsefe Aracılığıyla Düşünme Yazar:Chrıs Horner – Emrys Westacott
_Sayfa 3: Belirlenimciliğe göre meydana gelen her şey, daha önce gelen nedenler tarafından belirlenmiştir. Burada “belirlenmiştir” kelimesi iki olay veya şeylerin iki durumu arasındaki bir ilişkiye işaret etmektedir. A nın, B yi belirlediğini söylemek hem A nın, B nin nedeni olduğunu hem de A nın, B yi zorunlu kıldığını (yani A bize verildiğinde B nin onu takip etmesinin zorunlu olduğunu) söylemek demektir. Böylece belirlenimcilik her olayın, bu olayı doğuran nedenler zincirinin, sonsuza kadar geçmişe geri giden bir zincirin zorunlu bir sonucu olduğunu savunur. Daha genel bir biçimde ortaya koyarsak, bu görüşe göre, evrenin herhangi bir andaki durumu bu andan doğrudan doğruya önce gelen andaki durumu göz önüne alınırsa, başka türlü olamazdı. Bu görüşün bir sonucu, evrenin herhangi bir andaki durumundan ancak tek bir mümkün geleceğin çıkabileceğidir. Bir başka sonuç evrenin gelecekteki bütün durumlarının - hiç olmazsa ilke olarak - bütünüyle önceden tahmin edilebileceğidir.
_Sayfa 4: Şimdi S nin içinde bulunduğumuz anda tüm evrenin durumu olduğunu farz edelim. Yeter sebep ilkesine göre bunun da tam bir açıklaması vardır. Bu açıklama evrenin daha önceki bütün zamanlarda hangi durumda olduğu yanında zamanla evrenin değişme tarzını idare eden doğa yasalarının tasviri olacaktır. Ancak eğer bu gerçekten tam bir açıklamaysa, o zaman evrenin şimdi içinde bulunduğu durum daha önce içinde bulunduğu durumlarla doğa yasalarının zorunlu sonucudur. Onun başka türlü olması mümkün değildi. Onun başka türlü olmasının mümkün olduğunu söylemek şu andaki durumda evrenin bazı özelliklerinin açıklanamaz olduğunu söylemek demektir. Onların herhangi bir neden olmaksızın sadece öylece ortaya çıkmaları demektir. Bu imkan ise işte tam da yeter sebep ilkesinin reddettiği şeydir.
_Sayfa 13: Belirlenimcilikle bağdaşmaz olduğunu düşünseler bile özgür iradenin varlığını savunan herkesin karşı karşıya bulunduğu ana problem basit olarak şöyle ifade edilebilir: Özgür irade nasıl mümkündür? Bu soruyu cevaplamanın bir yolu, özgürlüğü nedensel belirlenim yokluğuna özdeş kılmaktır. Bu bazen belirlenimsizcilik diye adlandırılan görüştür. Bu görüşe göre (filozofların bir “istem” diye adlandırdıkları) bir irade fiili, basit olarak nedeni olmadığı için özgürdür. Bu görüşün yol açtığı özgür eylem modeli aşağı yukarı şöyle bir şeydir: Ben sürekli olarak gerek fiziksel gerekse psikolojik her tür nedensel etkiye tabiyim. Bunlar benim birçok özelliğimi, tercihlerim, arzularım ve eylemlerimi belirlemektedir. Ancak hiç olmazsa bazen herhangi bir şeyin eseri olmayan bir istemi harekete geçirmekteyim. O sadece öylece, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bir nedeni olmamasına rağmen bu istemin kendisi bir neden olabilir. O beni belli bir şekilde fiilde bulunmaya iter. Örneğin çay ile kahve arasında bir seçim yapmakla karşı karşıya kaldığımda bu istem kendisiyle çayı veya kahveyi seçtiğim zihin fiilidir. Bu durumda bu isteme uygun olarak davranırım ve eylemim belirlenmemiş olan bir istemin sonucunda ortaya çıktığı için onu özgür diye adlandırırız. Bu tür bir belirlenimsizcilikte apaçık bir problem vardır. Eğer söz konusu istek benim harekete geçirdiğim bir şeyse, o zaman sadece öylece, kendiliğinden ortaya çıkmamaktadır. Benim onu “harekete geçirme” eylemimin sonucudur. Öte yandan eğer o gerçekten öylece nedensiz bir şekilde ortaya çıkıyorsa o zaman benim başıma öylece gelen bir şeyden fazla bir şey değildir. Ancak bu durumda o bilinçli bir eylemden çok kendiliğinden birdenbire ortaya çıkan bir kas seğirmesine benzer. Bu durumda da o özgür, sorumlu bir seçim diye düşündüğümüz şeyin temeli olamaz. Sonra istemim, onu harekete geçiren eylemimin eseri olmasına karşılık, harekete geçirme eylemimin kendisinin belirsiz olduğunu farz etmek, belirlenmemiş olayın durumunu değiştirmez. O sadece güçlüğü bir adım geriye itmeye yarar. Şimdi aynı itiraz bu istemi harekete geçirme veya meydana getirme yönündeki belirlenmemiş eyleme yöneltilebilir. Eğer bir nedeni yoksa, o, seçtiğimiz veya meydana getirdiğimiz bir şey değildir, benim başıma gelen bir şeydir. Dolayısıyla kendisinden sorumlu tutulabileceğim bir şey değildir.

*** Bu yazı bir forumda vardı. 2005 de yazmışım, çok komik, değiştirmeden buraya alıyorum.
-biri dedi ki: dedi ki: "ışık hızı fotonların iki nokta arasındaki hareketlerini ne kadar sürede bitirdiklerini ölçüp buradan birim zamandaki foton hareketinin bulunmasıyla ölçülür
bi şeyi soruyorsan bütün araştırmaları yapıp gerçekten cevap bulamazsan sor
ya da inkar et"
cevap: böyle sallamayla olmaz ben bunu da esasen bi yerlerde okumuştum şöyle ki: adam diyo ki ya ışık hızı nası ölçülsün ki diyo bikaç öneri getiriyo yok kardeş bu olmaz ya diyo, , foton muş ne fotonu? açıkla bakalım o fotonu bakalım ışığın hızını ölçebilir mi, iddia ediyom ya yalan bu, ışık hızı ölçülmez ya : iki nokta arasını ne kadar sürede katettiğini ölçüyorlarmış, yuh be nası ölçecen, hem o iki nokta arası kaç kilometreymiş hadi diyelim buradan amerika arası diyelim bu arası ne kadarda ışık hızının bitirdiğini nası ölçeceniz bak şimdi basitçe şöyle olur, aha bu , mesela istenbuldan dev bi fener yaparsın ışık yayan cinsinden olacak okey mi cep telefonuyla haberleşecen vaşiktondaki birine dicenki ben saat 1 de ( ama gece 1 de ki boşa gündüz beklemesin, ışık gece daha iyi görülüyo ya ondan gece yapmalı deneyi) feneri çalıştırıyom sen de bak bu ışığa ne zaman görecen artık 1 saniyemi 5 saniyemi çıkan sonucu bana bildir ve ona göre ışığın hızını saptayalım dersin , okey mi yani böyle ölçülür bu , ama gelgelelim kazın ayağı öyle değil : çünkü o fenerin ışığını amerikadaki nası görecek , bak örnek veriyim 1945 deki hroşimaya atom bombası düştü ya, ha orada ne oldu ışık oldu patladı ya eeeeee o ışığı türkiyeden kim gördü ama fotoğraf televizyon demiyom yani patladığı anda bu ışığı kim gördü yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa gören yok olsa söyler yani, demek ki uzaktan görünmüyo böyle ufak ışıklar yani, yani bizim yaptığımız ışık uzaktan görünmüyo, güneş gibi olunca bak görüyoz demek ki biz ışık hızını ölçemeyiz,
derseniz ki: güneşin ışığını ölçelin cevep: ya siz gittinizde güneşin dünyadan uzaklığını mı ölçtünüz ya, kitaplarda yazıyo şu kadar güneş uzakta, yalan ya kim gitmiş de ölçmüş, yanında mezura mı var ?

biri bana şöyle cevap yazmış abi ya rezil etti beni:

-Abi sen iyi misin
Bu kadar yazı içinde bu kadar hata yapılamaz ki?

Karışık gideyim; İstanbuldan gece fener yaksanda Washingtonda adam güneş ışığından göremez çünkü orada saat farkından dolayı gündüzdür, güneşlidir hava
Hadi diyelimki saat farkı falan yok iki taraftada gece.. Dünya tepsi şeklinde değil ki.. Hani sizin kitapta falan öyle anlatılabilir ama bilimsel olarak dünyanın bir nevi küre şeklinde olduğu ispatlandı. Hatta ilkokul kitaplarında var bak, önce geminin bacasını görürsün, sonra gövdesini vs...
Bunuda geçtik, birşeyin hızını ölçebilmen için illa görebilmen mi gerekir. Sen bir odada ışığın hızını göremezsin tabi, saniyede 300.000 km hızla giden bir ferrariyi görebilir misin? Ama illa görmem gerekir diyorsan önce bana tanrının var olduğunu ispatla
Güneşe uzaklığı ölçmek için mezura gerektiğini söylemende epey eğlendirdi. Abi, sizin zaman geçti artık çok teknolojik olduk. Başka gezegenlerin yapısını bile çözebiliyoruz gitmeden artık. Bak ölçülebildiğine inanırsan eğer, güneş ışınlarının dünyaya sekiz dakikada geldiğinide öğrenirsin. Demek ki neymiş, ışık bir anda gelemezmiş..
Geçenlerde bir yazı okumuştum, eğer ışıklar anında geliyor olsaydı, dünya evrendeki yıldızların ışıkları yüzünden ışıl ışıl olurdu diye.
yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa öyle işte

*** Soru: Allah’ın bilgisi benim davranışıma göre değişir mi?
*** Soru: Bizim eylemlerimizin nedeni Allah’ın ezeli bilgisi mi yoksa Allah’ın bilgisinin nedeni bizim eylemlerimiz mi ?
***Allahın görüleceğine inananlara sorular:
Cisim olmayan ve renksiz bir şeyi görebileceğinize inanır mısınız ya da
şöyle sorayım: Renksiz bir şey ve cisim de olmayan şey görülür mü? “hayır” derseniz, Allah’ın görülebileceğini savunanlara soruyorum: O halde Allah ne renk?
*** Musa peygamberin kafir olması ve sonra tevbe etmesi:
Rüyet (görmek demektir, yani Allah’ı görmek)
Rüyeti kabul edenler yani Allah’ı görmeyi kabul edenler "Musa eğer görmek caiz (yani geçerli demektir) olmasaydı böyle bir talepte bulunmazdı, demek ki caiz" dediler. Mutezile buna şöyle cevap verdi: (Mutezile rüyeti inkar etmişti) "Hayır Musa Allah’ın görülemeyeceğini biliyordu, ancak bazıları "Allahı görmedikçe inanmayız"dediler. Ama Musa onların ısrarı neticesinde onlar adına böyle bir düşünceyi dile getirdi. (Allah’ı görmek istediğini dile getirdi) Yani, “bakın görün işte, söylüyorum ama görünmeyecek” manasında hareket etti" diyorlar.

Cevap: Halbuki bu tevilin ardında acayip çıkmazlar vardır. Şöyle ki, zaten bu kimseler inanmayı Allah’ı görme şartına bağladılar. Hal böyle iken düşünelim: O adamların bakış açısıyla bakalım: Musa burada Mutezile’nin dediği gibi "Allah’ın görülemeyeceğini bile bile bu istekte bulundu" denirse, durum şu hali alır: O kişiler şöyle düşünürler: "Bak peygamber olduğunu iddia eden şahıs bir şey istiyor, talep ediyor Allah’tan. Ancak istediği gerçekleşmiyor demek ki yalan söylüyor" inancı olur onlarda. O bakımdan Mutezile bu tevili kabul edilemez. Demek ki Musa bu sözü söylerken Allah’ın görülebileceğinin caiz olabileceğine inanarak söylemiş demektir ve Musa bu sözü söyleyince ve bu düşlüncede olunca kafir olmuş oldu. Lakin ayetin (Araf 143) sonunda tevbe ettiği bildiriliyor..
Peki böyle düşünmek ve söylemekle neden kafir oldu? Derseniz, cevap: Çünkü her görülen şey bir yönde olur ve her yönde olan da bir mekanda yani bir yerde olur ve mekanda olan da cisim demektir. Yani şekli şemali olan bir şey demektir. halbuki piyasadaki kitapların da tamamına yakını "Allah cisimdir" şeklinde inanana kafir derler. (Sonradan ben de Allah’a cisim dedim.)





*** Ben nasıl var oldum? Cevap: Allah’ın ezeli ilminde benim var olmam var idi. Dolayısıyla ben Allah’ın ilmine göre, yani benim ne vakitte var olacağımı biliyor idiyse, işte o vakit ben var oldum. Benim var olma sebebim Allah’ın ezeli ilmidir. Çünkü Allah’ın ilmi yanlış olamaz. Benim var olacağımı önceden biliyordu ve ben O'nun ilmine göre var oldum. Allah’ın, ilminden ayrı olarak yaratma sıfatı yoktur. Allah yaratıyor deniyor. Düşünün Allah nasıl yaratıyor? Mesela ağaçtan bahsedersek, ağaç nasıl yaratılıyor? Milletin ekserisi bu olayı şöyle düşünür: Ağacın yaratılması olayında, Allah’ı ayrıca bir etki yapıyor diye düşünürler. Yani ne yaratılırsa Allah ayrıca ona bir etkide bulunur ve evvelden yapmadığı bir şeyi yapar diye inanırlar. Tekvin diye bir ifadeden bahsediyorlar. Yaratmak manasına gelir. Maturidilere göre tekvin sıfatı ezelidir. Yani Allah’ın yaratma sıfatı ezelidir derler. Bu saçmadır; yaratma ezeli olsaydı, mesela ben varoldum, halbuki benim varlığa gelişim Dünya’nın varlığa gelişinden sonradır. Dolayısıyla bu işleme, yani yaratılma hadisesine Allah’ın ezeli yaratmasıyla oldu derseniz; önce bir şey yaratıldı, sonra başka bir şey yaratıldı olur ve bu ezeli kabul edilen şey de değişiklik olduğunu akla getirir. Halbuki ezeli olan şey de değişme olmaz. Diğer şıkka bakalım: Eşariler ne dedi? Allah’ın ezeli bir kudreti vardır ve tekvin, kudret sıfatının hadis olan yani sonradan olan ikinci taalluku (ilgisi , bağlantısı) dediler. Yani bu sonradan olan tekvin ile Allah yaratıyor dediler. Halbuki burada da acayip bir yanlış var. O da şudur: Tekvin denilen şey, eğer sonradan ise yine problem var. Sonradan dediğiniz tekvin nereden geldi ya da onu ne yarattı diye de sorulabilir. Yani o yaratma vasfını (tekvin’i) ne yarattı, şeklinde. Çünkü her sonradan olanın sebebi olmalıdır. O halde tekvinin yani yaratma ile ilgili Allah’a atfettikleri bu ifadenin, bu özelliğin sebebi nedir? Onu ne meydana getirdi? Derlerse ki: Onu da başka bir tekvin meydana getirdi. Derim ki: Peki onu ne meydana getirdi? ve bu böyle gidemez. O halde sonradan olan yaratma vasfından da bahsedilemez. Demek ki ezeli olarak yaratma sıfatından bahsedilemediği gibi sonradan olan yaratma sıfatından da bahsedemiyoruz. O halde ne olacak? Kuran’da geçen yaratma ile ilgili ayetler de mecazidir demek lazım. Bu yaratma ifadelerini Allah’ın bilmesi manasına alacağız. Örneğin şimdi ben bu yazıları yazıyorum; bunu manası şudur: Allah’ın ezeli ilminde benim yazı yazacağım bilindiğinden, Allah’ın ilmine göe meydana gelen bu benim yazı yazma fiilime, mecazen yaratma denmiştir. Allah’ın ilmindekilerin varlık sahasına ilmine göre çıkması mecazen yaratma olarak nitelenmiştir diyorum.


*** Şu aralar elimde bir kitap var. İbn Teymiyye’nin, yazdığı kitapta Allah’ın sıfatlarından bahsediyor ve “Allah’ın iki eli vardır;.iki gözü vardır, Allah yukarıdadır, Allah’ın yüzü vardır ve bunlar gerçek manasıyladır” diyor. Açıkça Allah’ı cisim gibi anlatıyor ve böyle kabul etmeyene sapık diyor. Gördün mü durumları ve genelde hadisleri delil gösteriyorlar bunlar. Yani sen her ne kadar son peygamber bunları dedi ama mecazi mana kasdetti desen de, insanlar içinden bu lafların zahirini yani dış anlamını alanlar var ve kendileri gibi düşünmeyenlere sapık diyorlar. Dolayısıyla son peygamber bu ifadelerini yani insan biçimci ilah anlatışını velev ki zahirini kasdetmeden söylese bile bak insanlardan bir grup bu lafları kendi görüşlerine delil aldılar ve Allah’a cisim demeye vardılar. Halbuki son peygamberin ne yapması gerekiyordu biliyor musun? Şunu yapması gerekiyordu: Kuran’daki bu gibi ayetlerin (el, yüz, göz gibi) zahirinin alınamayacağını, bu ayetlerin tevil edilmesi gerektiğini anlatmalıydı. (Bu şekilde bir rivayete rastlamadım)


*** Allah’ın varlığını kanıtlayacağım. Sıra sıra dizilmiş sandalyaler düşünün. Ancak bu sandalyeler iki ayaklı, bunlar yüz tane bile olsalar düşerler mi? Evet düşerler. Fakat biz bu sandalyelerin başını göremeyecek kadar olduklarını yani çok sayıda olduklarını, fakat buna karşın yine de hepsinin ayakta olduğunu görürsek ne düşünürüz? Şunu düşünmemiz lazım: En başta, başka bir sandeyeye dayanmadan duran bir sandalye olması gerekir. Yani bu silsile sonsuza gidemez, bir noktada durmalıdır. Evet burada, başka bir konuya geçiyorum: Evvelden çok anlatmıştım. Konu şu: "Hiç bir şey kendi kendinin sebebi olamaz.” Sebep ve sebepli dersek, sebep her zaman sebepliden önce gelmelidir. Bu açık bir şeydir. O halde bir şeyin kendi kendinin sebebi olması için kendi varlığından önce var olması gerekir. Ancak bu imkansızdır. O halde hiç bir şey kendi kendinin sebebi olamaz. Dolayısıyla sonradan olan şeyin sebebi kendisinden başka, ancak zaman olarak önce olan bir şey olmalıdır. Mesela "soba" örneğini alalım. Soba neyden oluyor? Demirden. Demir neyden? Dağdan çıkıyor. Dağ nerden? Dünyadan. Dünya nerden?......... demek ki burada Dünya’nın varlığının sebebi Allah’tır. Yani bu silsile bir noktada durmalıdır ve bu nokta ise sebepsiz sebep olan Allah’tır. Evvelden söylediğim sandalye silsilesinin örneğine dönersek, bu sandalyeler ayakta ise hani o bir öncekine dayanarak ayakta duruyor, o da yine bir öncekine dayanıyor ama en başta başka bir sandalyeye dayanmadan ayakta duran bir sandalye vardır. İşte bu örneğe benzeterek şu sonuca varıyorum: Madem ki Dünya da ayakta, yani bir düzen içinde devam ediyor. Yaz, kış, yağmur yağıyor, yani düzen var. Demek ki bu silsileyi başa doğru çevirirsek (başa doğra gidersek ) sonuçta sebepsiz sebebin olduğunu anlarız. Bu zorunlu varlığın sebebi yoktur. Çünkü O'nun öncesinde O'na sebep teşkil edecek bir şey yoktur. Bu delil Allah’ın varlığını kanıtlamada kullanılan en meşhur delildir. (Sonraları Aleme ezeli dedim.)

*** Ben sorumluluğu Allah’a atmadım. İnsanların ve cinlerin yaptılarından mesul olduklarını ifade ediyorum. Enbiya 23. ayette bu konuda izah vardır. (O yaptıklarından mesul değildir. Onlar ise sorumludurlar.) Allah’ın ezeli ilmi ise sonradan olan ilim gibi değildir. Bu ezeli ilim zorlayıcıdır. Yani etkin bir ilimdir. Allah’ın ilmi mi bizim fiillerimizin sebebi yoksa bizim fiillerimiz mi Allah’ın ezeli ilminin sebebidir? Siz "ilim maluma tabidir." Yani Allah’ın ezeli ilmi sonradan olacak hadiselere tabidir, demekle kendinizi aldatıyorsunuz. Çünkü sonradan var olan, önce olana tabi olur. Önceden olan sonradan olana tabi olmaz. Bu açık bir mantık kuralıdır. Tekrar ve ısrarla soruyorum: Allah’ın ilmi mi bizim fiillerimize yani yaptıklarımıza tabidir, yoksa bizim fiillerimiz mi Allah’ın ezeli ilmine tabidir? Eğer “bizim fiillerimiz Allah’ın ilmine tabidir” derseniz, "özgür irademiz yoktur" demiş olursunuz.

*** Allah’ın bağışlamasını inkar ediyorum. Bağışlama zahiren yani dış anlamında alınırsa Allah da değişme kabul edilmiş olur. Evvelden böyle durum yoktu sonradan oldu gibi olur. İnsan biçimci bir durumdur. Demek ki bağışlama ifadesi de mecazidir. Zaten bağışlama irade ile olur. Allah’ın ise iradesi yoktur. Zaten ezeli ilminde kimin ne yapacağı ve hangi çeşit muamele göreceği; yani cennet, cehennem bellidir. Daha sonra "şu bağışlansın, şu bağışlanmasın" düşüncesi ne ki? Kulun yaptığı isyanlara karşılık, cezalandırılmaması mecazen bağışlama olarak nitelendirilmiştir, diyorum.

*** Allah düşünür mü?
Cevap: Düşünmez. Çünkü düşünür derseniz, Allah’ın değiştiğini savunmuş olursunuz ve düşünmek ise kararsızlıktan, ihtiyaçtan olur. "Onu mu bağışlasam yoksa bunu mu bağışlasam" olayı ise görüldüğü gibi düşüncedir.

*** Allah’ın razı olması ve gazaplanması, kinlenmesi, kızması gibi kavramlar için şunu diyorum: Bu kavramlar da Allah için hakiki manasında kullanılamaz. Razı olma: Mükafatlandırma anlamında, gazaplanmak, kızmak ise cezalandırmak manasında kabul edilir. Kulun yaptığı isyanlara karşılık cezalandırılmaması mecazen bağışlama olarak nitelendirilmiştir, diyorum.

**** Madem Allah sonradan bir şey yapmadı demeye getiriyorum. O halde Alem (Allah’tan başka herşey) nasıl sonradandır diyeceğim. Bu laf Alem ezelidir manasına gelmiyor mu? Bu işi bir anlasam var ya.. Benim temel amaçlarımdan birisi şudur: Alem’in ezeli ya da sonradan oluşu konusunda çok bilgili olup bu hususta sorulan her soruya cevap verecek kadar bu konuya hakim olmak istiyorum. ( Sonradan bu konuda çok üst seviyede bilgi sahibi olup Alem’e ezeli dedim.) Elimde bu konuda yazılmış derin yazılar, kitaplar var. Ancak kendime güvenemiyorum; bu yazıları anlayacak olduğumu pek düşünmüyorum. Kendimi bu yazıları okumaya hazırlıyorum. Yani bu tip yazıları okumaya kendimi hazırlıyorum. Daha kolay konuları okuyorum. Samimiyetle söylüyorum: Bu konuyu anlamak için her türlü fedakarlığa hazırım. Bu da benim son zamanlardaki tutkum. Gördüğünüz gibi kimseye başvuramıyorum, kimseden yardım isteyemiyorum. Bu konuları pek kimselerle konuşamıyorum. Bakalım bu işi anlayacak mıyım? Yani Alem’in nasıl olduğu; ezeli mi, sonradan mı? Ezeliyse nasıl oluyor? Sonradansa nasıl oluyor? Gerçi benim şu anki fikrim Alem’in sonradan var olduğu şeklinde. Ancak detaylı incelemek gerekli. (Altı ay bu konuyu gece gündüz derin kitaplardan, Tehafüt kitaplarından inceledim sonradan.)


*** Dedi: "Kürşat sana göre Allah hiçbir şey yapmıyor. Ne düşünüyor, ne iradesi var, ne affedebiliyor. O zaman Allah'ın varlığına neden inanıyorsun onu anlamadım. Hiç bir şey yapmıyorsa olması ile olmaması farketmiyor senin için. Allah'ın varlığına neden inanıyorsun çok merak ettim."
Cevap: Benim bu dediklerimin çoğunu sadece ben söylüyor değilim. Çoğunu zaten kitaplardan bulup size aktarıyorum. Kitaplarda bulamadıklarım ise mantık kuralları çerçevesinde benim diğer konulara benzeterek yaptığım çıkarımlardır. Ben şuna inanırım: Mantığı, aklı atamam. Ona da güvenemezsem ne yapacağım? Mantık kuralları çerçevesinde gidebildiğim yere kadar gitmek istiyorum. İcabında kimse benim dediklerimi dememiş olsa bile. Çünkü benim için temel ölçü akıldır. Şunu gördüm ve samimiyetle söylüyorum: Özellikle Ehli Sünnet diye bilinen Maturidilik ve Eşarilik mezhepleri insan biçimci düşünceye çok açık mezheplerdir. Bunu artık net olarak görüyorum ve şunu da söylemeliyim ki eskiden yaşayan insanlar içinde çok derin düşünüp ince konularda doğruyu bulanlar olmuş. Ama piyasadaki hakim görüş olan Eşarilik ve Maturidilik Allah’ın sıfatları konusunda, Kuran’ın yaratılması konusunda, Allah’ın görülmesi konusunda ve çok konuda hakikaten insan biçimci olarak Allah’ı tanımlamışlar. Basit düşünmüşler. Bunu her gün daha iyi anlıyorum. Size de tavsiyem diğer mezhepleri de inceleyin (itikadi) ve şunu kulağınıza küpe edinin ki mezhep taassubu ( yani körü körüne bağlanmak, hatasını görmemek) çok şiddetlidir. Diğer mezhepleri genelde yalan yanlış anlatırlar. Türlü iftiraları rahatlıkla atarlar. (Örnek: Mesela Cebriyye’den olan Cehmiyye’nin veya direkt Cebriyye’nin kulların sorumluluğunu inkar ettiklerini söylerler ki bu bir iftiradır ve bu iftira çok yaygındır, çok kitapta geçer) O bakımdan detaylı olarak inceleyin. Bugün bir söz öğrendim: “(Kendine) soru sormak, kendini rahat uykulara bırakmamaktır.”

*** Kitapların tamamına yakını "zamanı Allah yarattı" derler. Ancak hiçbirinin "zaman cisimdir, şekli vardır" dediğini görmedim. Yaratılan ( sonradan var olan) herşey cisimdir, bu genel kabuldür. Bu cisim yer kaplar, bir yönde olur ve sınırlı olur. “Zamanı Allah yaratmıştır” diyenlere soruyorum. O halde siz zamanın bir cisim olduğunu mu savunuyorsunuz? Buna ne diyeceksiniz? Ben ne demiştim: “Zaman yok” demiştim. Bizim yaptığımız saniye, dakika gibi şeylerdir ve itibari yani varsayılan bir şeydir diyorum. “Zamanı Allah yaratır” diyenler, bu zamanın cisim olduğunu pek düşünmediler. Ama söylüyorum bu laf buraya varır ve her cismin rengi olur, biz görmesek de. Mesela meleklerin rengi vardır. Onları biz göremiyoruz ama onlar cisimdir ve renksiz cisim olmaz.

*** Seçimlerimiz nedenli midir yoksa nedensiz midir? “Nedenlidir” derseniz, neden nedenliden önce geleceğine göre demek ki sizin seçimleriniz esasen sizin özgür seçiminizle olmuyor. Çünkü sizin seçimlerinizi sizden önce varolan başka bir şey etkiliyor demektir. Eğer "seçimlerimiz nedensiz" derseniz, o halde sizin ahirette cezalandırılmanız ve mükafatlandırılmanız da (zahiren konuşursak) sizin bu sebepsiz, nedensiz olarak yaptıklarınızla ilgili olduğuna göre, bu cezalandırma nedensiz olmuş olur. Yani söylediğinizin sonucu bu olur. Siz bu manayı savunuyor musunuz? (Ben de Allah’ın sebep olduğu şeyler nedensizdir diyorum. Ama ben bunların sebebinin ezeli olan Allah’ın ilmi olduğunu söylüyorum.)

*** Konu: Allah’a şükretme meselesi. Mesela insanlara sorsanız “Müslüman mısın?” diye çoğunlukla "Elhamdülillah müslümanım" derler. Yani “Allah’a şükrolsun müslümanım” der ve bu sözle şunu kasdeder: "Bana müslümanlığı nasip ettiği için O’na şükürler olsun.” Fakat ben Allah’ın iradesini inkar etmiştim. İrade olmadan nasip etme olur mu? O’na nasip etmek buna nasip etmemek için irade lazım değil mi? İrade olmayınca bu ayrım nasıl olur? Lafın özü, ben bugün Allah’a şükretme meselesini de inkar ettim. Fakat üzerinde düşününeceğim. Şükretme ile ilgili ayetleri de şöyle yorumladım: “Allah’ın ezeli ilminin böyle olmasına razı olun" manasında bir emirdir."

**** Allah’a hür denir mi? Bence denemez. Çünkü iradesi olmayana nasıl hür denilsin ki? Biz Allah’ın ilmine ezeli dedik ya, ezeli olunca bu ilmin nedeni yok demektir ve Allah’ın ilmine göre olaylar olacağına göre, esasen Allah’ı zorlayan olmamasına rağmen nedensiz olan ilmine göre olaylar olacağından, Allah’a hür de denemez diyorum.

*** Descartes’i okurken aklıma takıldı. Descartes “Tanrı aldatıcı değildir” demişti ve bir kaç örnek verdi. Ama ben şu görüşü görmeden edemedim: Mesela düz bir sopa düşünün, suya sokulunca biz onu kırık görüyoruz ve onu bize böyle gösteren Allah değil mi? Yine asfalt yola bakınca yolun uzak kısmında yeri ıslak görüyoruz. Ancak oraya vardığımız da ıslak olmadığını görüyoruz.

*** Artık kıldığım namazda bile değişiklik yapmaya başladım. Örneğin rükuya eğiliyoruz ya, kalkınca ne deniyor: “Semi Allahulimen hamideh” yani "Allah hamdedeni duydu" veya benzeri bir anlam. Ben ise Allah’ın duymasını inkar etmiştim. O bakımdan rükudan kalkarken bu ifadeyi söylemiyorum ve sessizce kalkıyorum ve son oturuşta salli, barik okumuyorum. Nedeni ise son peygamberden rivayet edilen insan biçimci Tanrı anlatımlarıdır. Ettehiyyat yerine Fatiha okuyorum. Vitirde kunut duası okumuyorum. Fatihayı da dua niyetiyle okumuyorum. Dua anlamı gütmeksizin, kıraat bakımından okuyorum.

*** “Zamanı Allah yarattı” diyenlere soruyorum: Allah zamanı ne zaman yarattı? Zamanın olmadığı zaman olur mu? Zamanı Allah yaratttı diyenlere soru: Bir saniye evvel yaratabilir miydi? Eğer “yaratamazdı” dersen, zamanı varolduğu vakitte yaratmaya Allah’ı zorlayan neydi?


*** Dedi: Mesela ses yoktur. Çünkü cisim değildir, yer kaplamaz. Işık da yoktur, cisim değildir. Isı da yoktur."
Cevap: Ses, ışık ve ısı bunların hepsi cisimdir. Her sonradan olan cisimdir; bu bilinen bir husustur.

*** Dün hayatımın kararını aldım: "Allah adaletsizdir." "Allah adaletlidir" demek, adalet adı verilen soyut kurallar bütünü var da Allah bunlara uyarsa adaletli olur, uymazsa adaletsiz olur gibi bir tehdit var gibi. Allah’ı hiç bir güç zorunlu kılamaz. O'nu belli kurallara uymaya zorlayamaz. Düşünmeden irade etmek olur mu? (hayır derseniz) Allah düşünür mü? (düşünmez derseniz) Nasıl "Allah irade etti" dersiniz?

*** Allah’a inanmayanların, aslında neye inandıklarını bilmediklerini size göstereceğim: Konu; determinizm yani insanların özgür iradelerinin olmadığı meselesi. Ateistlere sorarsanz nedir bu iş? Derler ki: “Bu Alem (Allah’tan başka herşey) ezelden beri vardı ve sonsuza kadar gidecektir. Alem’in sebebi Allah değildir.” Onlara soruyorum: Her olayın bir nedeni var mıdır? Mesela telefon çaldı ya, niye? Biri aradı da ondan. Niye aradı? Aramak istedi. Niye aramak istedi? Canı sıkıldı, gibi. Yani böyle sebep sonuç ilişkisine inanıyor musunuz? Genelde bu soruya "evet" derler. Madem ezelden (öncesiz, başlangıcı olmayan) beri böyle geldi böyle gidecekse ve her olayın bir nedeni varsa, o zaman bakın, mesela biz 2005’deyiz ya, 100 yıl önceki bir olay, bir sonrakinin, o da bir sonrakinin nedeni diye bakarsak sonuç olarak bu silsilede 100 yıl sonraki olayları etkileyen bir taraf var demektir. Mesela anne babanız nasıl birleştiler? Nerede tanıştılar? Örneğin düğünde tanıştılar. Demek ki tanışmaları için ikisinin de düğüne gitmesi gerekiyordu. Yani 100 yıl önceki olay, 100 yıl sonraki olayları belirliyor demektir. Tamam mı? Bunu kabul ediyor musunuz? Anlayanlar "evet" der zaten. Bu belirlenimciliktir yani determinizm. Ama sizin yaşadığınız tarihten 10 yıl sonrası da, bu bakış açısıyla belirlenmiştir. Sizin hareketleriniz de belirlenmiş demektir. Hani özgür iradeniz? Ateist de olsan inancın gereği yine özgür iradenin olmadığını bil.

*** Beni yanlış anlıyorsunuz. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih maksadıyla böyle ifadeler kullanıyorum. Allah’a karşı saygısızlık niyetim yoktur. Mesela ben Allah’ın sıfatlarını inkar ettim. Ancak bu sizin sandığınız gibi değildir. Çok derin meselelerden biri olan “Allah’ın sıfatları” bahsinde son dönemlerde elde ettiğim birtakım ince bilgilerin ışığında böyle davrandım. İnsanların çoğu Allah’ı insan biçimci olarak düşünür. Benim bu dediklerimin bir kısmını diyenler oldu. Farabi, İbni sina.. Allah’ın sıfatlarını inkar ettim ve ilmi var ve ilmi kendisidir dedim. Yani zatının ayrı değil, zatının aynıdır dedim. Piyasa kitaplarının ekserisinde anlatılanlar nedir biliyor musunuz? Bunlar müşriktir (ortak koşuyorlar) neden mi? Bu kitaplarda Allah’ın sıfatlarından bahsediliyor. Görmesi, duyması, iradesi, kudreti, kelamı gibi 7- 8 tane; ezeli sıfatları kabul ediyorlar. Ne oldu o zaman? Birden fazla ezeli oldu. Halbuki mantıken ancak bir tane ezeli olur. Bu problemden kurtulmak için ne dedim? (ve diyenler de oldu) Bir tane ezeli vardır. Soruyorum: Her ezeli ilah mıdır? “evet” derseniz, Eşariler ve Maturidiler 7- 8 tane daha Allah’ın zatından ayrı ezeli kabul ediyorlar. Ne oldu? Birden fazla yaratıcı kabul etmiş oldular.

*** Size bir misal vereyim. Bunu Hrıstiyanlar yapıyor. Bir hristiyan Kuran’a inandığını söyleyene soruyor: İsa Allah’ın kelimesi midir? O da “evet” diyor. Bu sefer Hristiyan: Kuran Allah’ın kelamı mıdır? Diyor. O “evet” diyor. Hristiyan diyor ki: “Kuran ezeli midir?” O “evet” diyor. Her ezeli olan ilah mıdır? diyor. O “evet” diyor. O zaman “İsa da ilahdır” diyor.

*** Allah’ın aldatıcı olduğuna karar verdim. Yeryüzünde adaletsizlik vardır. Madem ki herşeyin sebebi Allah’tır. O halde Allah adaletsizdir.

*** Yanılmalarımızı Allahmı varediyor? “Hayır” derseniz, kim varediyor?

*** Konu telefon: Bu cep telefonu ya da öbür telefondan konuşuluyor ya; soruyorum: Oraya giden bizim sesimiz mi? “evet” derseniz, araştırdım saniyede 150 metre sesin hızı. Ama Amerika uzak. Şimdi demek ki oraya ulaşan ses hızı değil, ışık hızı olduğunu zannetmiyorum. Ne hızı bu? Diyorum ki: O hızla olmuyor. Sen telefonla Amerika’yla konuşurken, diğer şahısın telefonun da senin sesinin benzeri varediliyor; bunu da Allah yapıyor. Olay bu; yani ses hızı olsa hızını söyledim. O ses Amerika’ya bu kısa sürede ulaşamaz. Demek ki başka bir şey var. Eğer radyo dalgası gidiyor falan derseniz. Aynı soruyu sorarım. Bu radyo dalgaları ışık hızıyla mı yoksa ses hızıyla mı yol alıyor? Derseniz ki, “bu ses uyduya gider oradan oraya gider.” Ben onu sormuyorum ki. Sonuçta bu ne hızıyla gider ses mi, ışık mı? Bunlar değilse ne o halde?

Dedi: kursatotcu, senin sesin elindeki telefona kadar ses hızında, telefondan karşı telefona kadar ışık hızında, karşı telefondan karşındaki kişinin kulağına gene ses hızında gider. Işık hızı saniyede dünya çevresini 7-8 kez dolaşabilecek hızdadır. Doğrudur oraya giden sesin değil sesinin bilgisidir. Uygun aygıtlarla sesin orada yeniden oluşturulur.
Cevap: Ses hiç ışık hızıyla gider mi? “Gider” dersen, madem öyle, ohalde ses ile ışık hızı niye ayrı? Bu saçma bir cevap. Ses nasıl olur da ışık hızıyla gider? Böyle şey olur mu?

Bunu biri yazmış forumda:
Şimdi telefonla konuşurken ses ışık hızına çevrilip gönderiliyor, anladım. Demek bu yüzden çok hızlı. Peki mesaj nasıl gidiyor? Mesaj daha yavaş geldiğine göre, o ışığa çevrilmiyor demek mi oluyor?

*** Bakın size bir anımı anlatayım. Ama anlamını söylemeyeceğim, bakalım bulabilecek misiniz. ( yani anlamını) Zira bu olayı millete komik diye başta söylüyorum. Millet komik bir şey bekliyor. Ben her anlatışımda gülmekten yerlere yatıyorum, ama aaaaa o ne, kimse gülmüyor. Niye anlamıyorlar ne kastettiğimi? İşte olay. Hadi bakalım anlayabilecek misiniz?
Bundan yedi sene evvel. Bir şahısla konuşuyorum. Onun cep telefonu masa üzerinde duruyor. Diyorum ki: Bu telefon senin mi? “evet” diyor. Diyorum ki: "eski model galiba." O ise "neden?" diye soruyor. Diyorum ki: "Numaraları yokta…" Bu kadar. Bakalım niye güldüğümü bulabilecek misiniz? Çok komik diyorum.
Biri dedi ki: “Kapaklı model miydi?”
Cevap: Evet
Not: Ben espri olsun diye değil. Ciddiyetle böyle demiştim.

Not: Msn’den Yazışmalarımı kaydettim ve düzeltip buraya yazdım.

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

***
kursat:
ama söyleyeyim
kursat:
mesela hapse giriyor ve bizi buraya rızkımız getirdi diyor
kursat:
rızık Allahtan olduğuna göre oraya girmek zorunda demektir ama o özgür iradeyi savunuyor
SERHAN:
bir hayrın vücuda gelmesi için binlerce sebep vardır. Cüzi irade o sebeplerden sadece birisidir
kursat:
peki onu Allah mı yaratır
SERHAN:
cüzi iradenin harici bir vücudu olmadığı için Allah yaratmaz
kursat:
peki cüzi irade ne demek
SERHAN:
insanın meyletmesi
kursat:
peki bu sence yok mu, var mı?
SERHAN:
aklen ve mantıken vardır
SERHAN:
fakat, harici bir vücudu yoktur
kursat:
var olan şeye nasıl yok dersin
SERHAN:
Allah Cehennemi yaratıyor. Cüzi irade olmasa neden insanları cehenneme atsın
kursat:
ben cüzi irade yoktur demedim ki
SERHAN:
mahiyetini tarif edemeyiz
kursat:
bak serhan sana şunu sorayım: sen maturidi mezhebindesin değil mi
SERHAN:
evet
kursat:
maturidi mezhebine göre cüzi iradeyi Allah yaratmaz, bunu biliyorsun değil mi
SERHAN:
evet
kursat:
sen maturidinin “kitabut tevhid” ini okudun mu
SERHAN:
hayır
kursat:
ben okudum ve ne gördüm dersin
SERHAN:
ne gördün
kursat:
böyle bir şey demiyor aksine her hadis mahluktur diyor
SERHAN:
cüzi irade mahluk değil
SERHAN:
itibari bir emirdir
kursat:
ama maturidi, sonradan olan her şey mahluktur diyor
kursat:
başka ne çelişkiler var bilsen şaşarsın
SERHAN:
maturidiye göre cüzi iradenin harici bir vücudu yok
kursat:
iman meselesini biliyor musun
SERHAN:
evet
kursat:
şimdi afallayacaksın
kursat:
maturidi mezhebinde iman mahluk mu?
SERHAN:
evet
kursat:
halbuki fetevayi hindiyyede 4. ciltte şu fetva var, küfür lafızları bahsinde: imanın mahluk olduğunu söyleyen kafirdir
SERHAN:
kimin kitabı o
kursat:
300 yılık meşhur fıkıh kitabıdır. maturidi akaidiyle yazılmıştır çok camide bulursun
SERHAN:
peki kalbimize iman nasıl geliyor
kursat:
yani lafın özü kelam kitaplarına bakarsan şunu görürsün maturidi mezhebine göre iman mahluk değildir derler
SERHAN:
peki kalbimizdeki iman nereden geliyor
kursat:
gördün mü
kursat:
cevap: bak benim inancıma göre bu imanı Allah var eder
kursat:
maturidinin “kitabut tevhidi” nde bir bölüm var orada şu deniyor: imanın mahluk olduğu diye bölüm açıyor ve bunu kabul etmeyenlerin sözü dinlenmez diyor
kursat:
yani sizin imamınızın dediğini bugünküler kabul etmiyor ve onun dediklerine kafirlik diyorlar bu seni düşündürmedi mi
SERHAN:
Kur'anda ''bize döndürüleceksiniz'' gibi ayetlerle uzaklık ifade ediliyor. Fakat diğer bir ayette ''biz size şah damarınızdan daha yakınız'' diyor. Yani yakınlık ifade ediliyor. Allah bize yakın mı, uzak mı?
kursat:
Allah hiç bir yerde yoktur. o bakımdan bu ayetler mecazdır
SERHAN:
peki bize döndürüleceksiniz ne demek
kursat:
yani hesaba çekileceksiniz demektir
kursat:
bak Allah görür mü
SERHAN:
seni görmemesi noksanlık olur. Fakat senin ve benim gibi değil
kursat:
yukardan mı görür, aşağıdan mı
SERHAN:
yani Allah yarattığı kainatı görmeyecek, bu imkansızdır
SERHAN:
sen Allah zaman ve mekanda değildir demedin mi
kursat:
evet
SERHAN:
Allah bizim sıfatlarımızı onu tanıyabilmek için vermiş. Yani bizde görme ve ilim ve irade gibi cüzi sıfatlar olmasaydı, Allahın bu sıfatlarını anlayamazdık ve Allahı tanıyamazdık
SERHAN:
fakat, Allahın sıfatları bizim sıfatlarımıza benzemez
kursat:
olmayan şey görülür mü
SERHAN:
nasıl yani
kursat:
sen cevap ver
SERHAN:
görülmez
kursat:
peki alem ezeli mi hadis mi
SERHAN:
hadis
kursat:
Allahın görmesi var diyorsan bu ezeli mi, hadis mi
SERHAN:
ezeli
kursat:
eeeeeeeeeeeee
kursat:
ne oldu şimdi
SERHAN:
sen ezeli tabirini sonsuz yıl olarak hayal ediyorsun, yani sen yine Allaha zaman isnad ediyorsun. Allah indinde kainattan önce ve sonra diye bir şey yoktur
kursat:
yani alem yokken Allah neyi görüyordu
SERHAN:
zaman kainat ile başladı, yani Allah senin düşündüğün gibi kainattan önce kainatın yaratılmasını beklemiyordu.
SERHAN:
yani sana göre Allah kainatı yaratmadan önce böyle bekliyordu, sonra kainatı yaratmaya karar verdi, bu yanlıştır
SERHAN:
yani ezeli demek sonsuz yıl demek değildir
kursat:
bak alemin olmadığı durum var mıydı
SERHAN:
elbette
kursat:
onu soruyorum o durumda iken Allah neyi görüyordu
SERHAN:
sen Allaha önce ve sonra diye manalar yüklüyorsun. Allaha göre kainatta önce ve sonra diye bir şey yoktur
SERHAN:
yani mesela Allah bekliyordu, sonra kainatı yarattı diye bir şey yoktur
kursat:
peki Allah bizi görüyor mu yoksa gördü mü
SERHAN:
Cenab-ı Hakka göre bütün zamanlar ve mekanlar bir anda nazarındadır
kursat:
yani gördü öyle mi
SERHAN:
görmesi ezelidir
SERHAN:
yani ezeli olan ebedidir
kursat:
o halde görülenlerinde ezeli olması gerekmez mi
SERHAN:
hayır
SERHAN:
görülenleri Allah yaratmıştır. Fakat, senin hayal ettiğin gibi ezeli tabirini sonsuz yıl olarak düşünüp, sonra o sonsuz yılın birinde Allah kainatı yarattı düşüncesi yanlıştır
kursat:
ama biraz önce olmayan şey görülmez demiştin
SERHAN:
evet
kursat:
eee
SERHAN:
fakat, iyi düşün sen Allaha zaman ve mekan yüklüyorsun. Yani, kainattan önce de bir zaman hayal ediyorsun
kursat:
bak Allahın görmesi ezeli dedin değil mi
SERHAN:
ezeli ne demek
kursat:
öncesiz, başlangıcı olmayan
SERHAN:
evet, fakat, bunu zaman olarak hayal etme
SERHAN:
yani aklın ve fikrin sonsuz yıl önceye gitmesin hata edersin
kursat:
o halde ezeli olan şey değişir mi
SERHAN:
değişmez
kursat:
demene göre Allah bizi ezeli olarak gördü öyle mi
SERHAN:
evet
kursat:
yani biz yokken öyle mi
SERHAN:
senin hatan, Allahın bu görme sıfatını kendine benzetmen
SERHAN:
biz yokken zaman da yoktu
SERHAN:
dediğim gibi iyi düşün. kainattan önce ve sonra Allah diye, Allaha zaman yükleme
kursat:
o halde ezeli olarak bizi gördü ise benim burada klavyede seninle yazışacağımı da gördü öyle mi
SERHAN:
evet
SERHAN:
bak Allah hakkında zaman düşünmezsen bu iş hallolur
kursat:
peki o halde nerde benim özgür iradem? çünkü ben buraya gelmeseydim eeeeeeeeee Allahın görmesinde değişme olmaz mı o zaman
SERHAN:
Kur'anda neden Allah görür ve duyar diyor
kursat:
mecaz
kursat:
yani görülebilecekleri bilir manasında
SERHAN:
yanılıyorsun, sen buraya gelmeseydin, senin buraya gelmeyeceğini görürdü
kursat:
o halde sen ezeli kabul ettiğin bir şeyde değişmenin olabileceğini savunuyorsun halbuki yukarıda ezeli olan değişmez demiştin
SERHAN:
Allah senin buraya geldiğini görüyor. Değişmiyor ki
kursat:
ama sen, buraya gelmeyebilirdin dedin biraz önce, o zaman beni başka yerde görecek demene göre
SERHAN:
ben senin yarın mesela sinamaya gideceğini görsem sen gitmeseydim diyebilir misin,
kursat:
sen nasıl göreceksin ki
SERHAN:
temsil de kusur yok, temsilde anlatılmak istenene bakılır
kursat:
konuşur mu Allah
SERHAN:
Vücub-u Vücuduna ve kudsiyyetine has bir konuşması vardır.
SERHAN:
yani yine senin hayal ettiğin gibi değil
kursat:
sesi var mı O nun
SERHAN:
hayır
kursat:
sessiz konuşma olur mu
SERHAN:
olur
SERHAN:
Allahın şefkat ve merhameti var mı
kursat:
yok
SERHAN:
neden sana doğduğun anda süt gönderiyor
kursat:
Allahta duygu olur mu
SERHAN:
olur, fakat yine mecaz anlamda
kursat:
gerçek anlamını sordum
SERHAN:
var, fakat bizim duygularımıza benzemez
kursat:
küfür lafzıdır bu
SERHAN:
neden
SERHAN:
bismillahirrahmanirrahim ne demek
kursat:
rahman ve rahim olan Allahın adıyla
SERHAN:
rahman ve rahim ne demek
kursat:
esirgeyen bağışlayan diye çeviriyorlar
kursat:
mecazdır
SERHAN:
işte ben de onu diyorum,
SERHAN:
peki sorun ne
SERHAN:
neden bu mecaz manaları inkar ediyorsun. Allah görür fakat görmesi bize benzemez demen lazım değil mi
kursat:
yani hakiki manada alamazsın
kursat:
bunlar kendini kandırmaktır
SERHAN:
önündeki bilgisayarın bu şekilde olması için kaç ihtimal vardır
kursat:
tek
SERHAN:
neden, bir metre boyunda da olabilir ve üç santimetre eninde de olabilir
SERHAN:
değil mi
kursat:
hayır
SERHAN:
neden
SERHAN:
bu bilgisayarı yapan öyle irade etmiş değil mi
kursat:
çünkü Allahın ilminde benim bu bilgisayarın başında olacağım vardı o bakından başka türlü olamaz aksi halde onun ilmi cehle döner ki bu olmaz
SERHAN:
ben onu demek istemiyorum. Bu bilgisayarın ustası, binlerce şekil içinden bu şekli seçmiş değil mi
SERHAN:
temsili anlamaya çalış
kursat:
mecbur yaptı çünkü Allahın ilminde bunun böyle olacağı vardı
SERHAN:
fakat, Allah onun cüzi iradesiyle bu şekli seçeceğini de biliyordu, öyle ise mecbur değil
kursat:
Allahın ilmindekilerin varlığa gelmesi zorunlu mu değil mi
SERHAN:
Allah senin cüzi iradeni nasıl kullanacağını biliyor ve ona göre bir kader çiziyor
SERHAN:
bak konumuz kader değil, Allahın sıfatları
kursat:
forumlarda Allahın ilmi ve zorunluluk yazımı okudun mu
SERHAN:
evet
kursat:
ne diyorsun
SERHAN:
bak sen Allaha noksan bir sıfat yüklüyorsun
SERHAN:
çünkü, Allah istemeden, zorunlu olarak kainat var oluyor diyorsun
kursat:
Allahın ilmi mi bizim fiillerimize tabi yoksa bizim fiillerimiz mi O nun ilmine tabidir
kursat:
bu konu çok derin
SERHAN:
derin fakat, halledilmiş
kursat:
ben Allah zorunlu değildir diyorum, ancak şunu da ekliyorum O hür de değildir
SERHAN:
peki delilin ne
kursat:
O nun ilmi ezelidir ve ezeli olan şey sebepsizdir bunun izahı ayrıdır. Neyse, sebepsizdir ve olaylar O nun bildiği gibi olmak zorundadır ve iradesini inkar ettim çünkü irade demek seçmek demektir halbuki ilminde neyin olacağı zaten bellidir dolayısıyla bunları seçmesinin manası yoktur. dolayısıyla O ezeli olduğu için Ondan önce varlıkta olan olmadığı için şunu bunu yap diye zorlayan olmaz ancak ilmindeki şeyler varlığa gelmek zorundadır ve O ilminin zıttına bir şey yapmaya kadir değildir bu bakımdan hür değildir zira iradesi yoktur bu karışık
SERHAN:
peki kainatı kim yaratmıştır
kursat:
yaratma işi de karışık



***



kursat:
Allahın iradesini inkar ettim onu konuşalım
kursat:
sence Allahın iradesi var mı
ALLAHIN NURU:
ne diyorsun sen ya
kursat:
Allahın iradesi var mı dedim
ALLAHIN NURU:
tabi var
ALLAHIN NURU:
bu ne biçim soru
kursat:
peki ezeli mi bu irade
ALLAHIN NURU:
evet
kursat:
peki irade seçmek demek değil mi
ALLAHIN NURU:
hayır
kursat:
ne o zaman
ALLAHIN NURU:
dilemek
kursat:
o da var
ALLAHIN NURU:
sadece bir anlam vermek yanlış
kursat:
devam ediyorum
kursat:
seçmek için seçilenlerin var olmaları gerekir mi, gerekmez mi
ALLAHIN NURU:
yaşadığımız alem için mi konuşuyorsun
kursat:
yok direkt soruyorum
ALLAHIN NURU:
Allahın katındaki seçimin veya dilemenin nasıl olduğunu Allah bilir
kursat:
biz akli delillerle konuşuyoruz, kesip atma hemen
ALLAHIN NURU:
dedim ya o deliller yaşadığımız dünyada geçerli
kursat:
bak net soruyorum seçmek için seçilenlerin mevcut olması şart mı, değil mi
ALLAHIN NURU:
hala aynı şeyi söylüyorsun
ALLAHIN NURU:
bizim için geçerli
kursat:
peki o zaman taktik değiştiriyorum, zaten herşey Allahın ilminde belli değil mi? daha Allah neyi irade edecek ki
ALLAHIN NURU:
sen Allahın iradesi ezeli değil diyorsun o halde
kursat:
ben direkt iradesini inkar ettim
ALLAHIN NURU:
irade seçmek demektir diyorsun sonra kendi yaptığın tanıma göre Allahın iradesi hakkında yorum yapıyorsun
kursat:
çünkü zaten herşey ilminde var ve bu işler ilmine göre olacak daha bunları irade etmenin ne anlamı ve manası var ki
ALLAHIN NURU:
Kuranda Allahın iradesiyle ilgili ayetlere ne diyelim o zaman
kursat:
onları ilim manasına alıyorum
ALLAHIN NURU:
iradeyle ilim aynı anda olamaz mı
kursat:
yok
kursat:
bak bunları sadece ben demiyorum İbn sina ve farabi de bunu dedi
kursat:
bak ezeli bir tane olur
ALLAHIN NURU:
şimdi ben Allahın iradesi ezelidir deyince Allahtan başka bir de "irade" diye bir ilahın olduğunu mu söylüyorum yani
ALLAHIN NURU:
bunu mu demek istiyorsun
kursat:
evet
ALLAHIN NURU:
peki sen de ilim diyorsun
ALLAHIN NURU:
ilim ezeli mi
kursat:
ama ben ilmi aynı zamanda kendisidir diyorum
kursat:
evet
ALLAHIN NURU:
yani hem ilmi var hem kendisi öyle mi
kursat:
bak ilmi zaten kendisidir diyorum ben, sen ise 7- 8 tane ezeli kabul ediyorsun, müşrik oluyorsun
ALLAHIN NURU:
senin mantığına göre Allahın tüm sıfatlarının, onun aynı olduğu da söylenebilir. neden sadece ilim sıfatını Onun zatıyla aynı görüyorsun...
kursat:
bak ezeli olan ilah mıdır
ALLAHIN NURU:
önce ben sordum
kursat:
ne sordun
ALLAHIN NURU:
senin mantığına göre Allahın tüm sıfatlarının, Onun aynı olduğu da söylenebilir neden sadece ilim sıfatını Onun zatıyla aynı görüyorsun...
ALLAHIN NURU:
bunu sordum
kursat:
cevap: bak ehli sünnet mezhebi diyor ki bu sıfatlar Allahın ne aynıdır, ne gayrıdır diyorlar
ALLAHIN NURU:
yahu sen ne diyorsun onu söyle
kursat:
şunu, ezeli olan bir tanedir birden fazla ezeli olmaz ama hepsi ezeli dersen ayrı ayrı ezeli kabul edersin ki Hrıstiyanların teslisi gibi olur
kursat:
zira konuşma, işitme, görme farklıdır bütün bunlar birdir, aynıdır denemez
ALLAHIN NURU:
ilim aynıdır diyorsun ama
kursat:
evet , ama sonuçta bir tane ezeli kabul ettim
kursat:
bak bu mesela ayrı
kursat:
biz iradeyi konuşuyoruz
ALLAHIN NURU:
niye ayrı olsun
ALLAHIN NURU:
ilim de Onun irade de
kursat:
bu meselenin adı şudur : teaddudu kudema yani ezelilerin çoğalması meselesi
ALLAHIN NURU:
bunu biliyoruz zaten niye söyledin ki şimdi
kursat:
bunu sen incele
ALLAHIN NURU:
bu konuda bir sıkıntım yok ki sen incele
kursat:
bak ben ne dedim: zaten olacak olanlar Allahın ilminde belidir o halde bunların irade edilmesi ne oluyor ki
ALLAHIN NURU:
yahu sorun şu: sen benim birden çok ezeli olduğuna inandığımı iddia ediyorsun ama kendin "Allahın ilmi" diyorsun ve ilim aynı zamanda Onun zatıdır diyorsun.
ALLAHIN NURU:
Allahın ilmi olduğuna göre, iradesinin de olması doğal değil mi
kursat:
mantık icabı ezeli irade olmaz çünkü seçmek düşünmeyi duraksamayı gerektirir dolayısıyla iradenin mutlaka hadis olması gerekir
ALLAHIN NURU:
iradeye neden sadece seçmek diyorsun? hem seçmek bile olsa Allahın seçmesi ile bizim seçmemiz aynı mıdır? ilim ezeli oluyorsa irade de ezeli olabilir. neden olmasın
kursat:
olamaz mantıklı ol
ALLAHIN NURU:
biz seçerken düşünmemiz duraksıyor ama Allah için böyle birşey söz konusu olabilir mi
kursat:
bak ben Allahın görmesini de inkar ettim bunu konuşalım
ALLAHIN NURU:
Allahın görmesini inkar ettim demek Allah görmüyor demektir bunu mu kasdediyorsun
kursat:
evet ispatlarım
ALLAHIN NURU:
”Allah yaptıklarınızı görür” ne demektir o zaman
ALLAHIN NURU:
bu bir ayet
kursat:
evet
kursat:
görülebilecekleri bilir manasına alıyoruz
kursat:
olmayan şey görülür mü
ALLAHIN NURU:
görmek olan şeylerle ilgili bir kavram olarak kullanıldığında, olmayan bir şey görülmez
kursat:
alem ezeli mi, hadis mi
ALLAHIN NURU:
hadis
kursat:
Allahın görmesi sence ezeli mi
ALLAHIN NURU:
ilmi ezeli olduğuna göre o neden olmasın
kursat:
alem yokken Allah neyi görüyordu
ALLAHIN NURU:
neyi biliyorduysa onu
kursat:
ama olayan şey görülmez demedin mi az önce
ALLAHIN NURU:
varlıkta olmayan şey bilinir mi
kursat:
evet
ALLAHIN NURU:
o zaman görülür de
kursat:
ikisi bir değil ki
ALLAHIN NURU:
bilinen şeyin görünen bir şekli de vardır her zaman
kursat:
Allah kendini bilir mi
ALLAHIN NURU:
yahu ben ne bileyim Allahın bileceği şeyleri bana niye soruyorsun? şimdi biz Allah kendini biliyor deyince bilecek bilmiyor deyince bilmeyecek mi?
kursat:
Allah herşeyi bildiğine göre kendini bilir demektir
kursat:
kabul mu
ALLAHIN NURU:
dedim ya Allah bilir
kursat:
evet de
ALLAHIN NURU:
eeee
kursat:
sen kendini biliyor musun
ALLAHIN NURU:
evet
kursat:
o halde Allah nasıl kendini bilmesin ki
ALLAHIN NURU:
ben bilmez dedim ki
kursat:
bilir de o zaman
ALLAHIN NURU:
Allah bilir dedim
ALLAHIN NURU:
ben bilmem Allah bilir
ALLAHIN NURU:
yetmiyor mu
kursat:
"bilinen şeyin görünen bir şekli de vardır her zaman" yukarıda bunu dedin
kursat:
Allahın şekli mi var
ALLAHIN NURU:
varsa da ben bunu bilmiyorum
kursat:
bu laf küfürdür
ALLAHIN NURU:
ben bilmiyorum demek mi
kursat:
Allah cisim olabilir demeye varır
ALLAHIN NURU:
ben öyle mi dedim
ALLAHIN NURU:
bilmiyorum dedim
kursat:
Allah görülür mü
ALLAHIN NURU:
bak durmadan küfürle itham edeceksen bırakalım konuşmayı bu iki oldu. benim imanıma sen karar verecek değilsin
kursat:
konuşuyoruz
ALLAHIN NURU:
küfürsüz konuş
kursat:
uyardım
ALLAHIN NURU:
bu nasıl uyarı
kursat:
böyle
ALLAHIN NURU:
senin demenle mi kafir olacak insanlar
kursat:
ben beş yıldır cuma namazı neden kılmıyorum sanıyorsun
ALLAHIN NURU:
ne alakası var şimdi
ALLAHIN NURU:
onu mu konuşuyoruz
kursat:
yani millet böyle ben bunları çok gördüm
ALLAHIN NURU:
neyi çok gördün
kursat:
yani küfür fiillerini
ALLAHIN NURU:
o yüzden mi cuma namazı kılmıyorsun
kursat:
evet
ALLAHIN NURU:
diğer namazları niye kılıyorsun o zaman
kursat:
mesela onlara sorsan; mesela sana sorayım: şöyle dua ediyor musun: Allahım beni yanlışa düşürme ve yolumu saptırma diye dua ediyor musun
ALLAHIN NURU:
evet
kursat:
demek ki yolumuzu saptıran ve yanlışa düşüren kimmiş
ALLAHIN NURU:
bizmişiz
kursat:
o halde neden böyle diyorsun
ALLAHIN NURU:
doğru yolu bulmamızda bize yardım etmesi için
kursat:
doğru yolu bulamayanlar var mı
ALLAHIN NURU:
yok mu
kursat:
var mı
ALLAHIN NURU:
bulunduğun yerde sana inanan kaç kişi var
kursat:
bir kaç
ALLAHIN NURU:
söylediklerinin hepsini kabul eden
kursat:
bir kişi var ancak o da son peygamberin imanı konusunda dediğimi kabul etmedi
ALLAHIN NURU:
sen kim oluyorsun da peygamberin imanı hakkında konuşuyorsun
kursat:
” doğru yolu bulmamızda bize yardım etmesi için” yukarda böyle dedin
soruyorum: doğru yolu bulamayanlara yardım etmedi mi
ALLAHIN NURU:
o yazını ben de okudum
kursat:
ne diyorsun
ALLAHIN NURU:
az önce dediğimi
ALLAHIN NURU:
yani sen kim oluyorsun da peygamberin imanı hakkında konuşuyorsun
kursat:
delilime ne diyorsun
ALLAHIN NURU:
sen kim oluyorsun da peygamberin imanı hakkında konuşuyorsun
kursat:
ezbere konuşmak olmaz
kursat:
oradaki delillerime ne diyorsun kimse bir şey diyemiyor öyle sallıyorlar ilmi konuşan yok
ALLAHIN NURU:
bana ne senin delilinden ben sana sen kim oluyorsun da peygamberin imanı hakkında konuşuyorsun diyorum
kursat:
peygamber korunmuş biri mi
ALLAHIN NURU:
evet
ALLAHIN NURU:
hata yaptığı zaman düzeltilmiştir
ALLAHIN NURU:
ona vahiy geliyordu

Cevapla