Geceyarısı Güneşi / Stephenie Meyer

Kitap tanıtımlarımıza bu bölümümüzden ulaşabilirsiniz...
Kullanıcı avatarı
anamenia
Bölüm Yetkilisi
Bölüm Yetkilisi
Mesajlar: 1692
Kayıt: 21 May 2009 [ 11:06 ]

Geceyarısı Güneşi / Stephenie Meyer

Mesaj gönderen anamenia »

1.BÖLÜM-İLK BAKIŞ




Bu, günün uyuyabilmeyi dilediğim zamanıydı.
Lise.
Ya da araf doğru sözcük müydü? Eğer günahlarımı telafi etmenin bir yolu olsaydı, bu bir ölçütte çeteleye yazılmalıydı. Can sıkıntısı alışabildiğim bir şey değildi; her gün bir öncekinden inanılmaz derecede daha tekdüze geliyordu.
Sanırım benim uyuma biçimim buydu – eğer uyku aktif dönemler arasındaki hareketsiz durum olarak tanımlanırsa.
Kafeteryanın uzak köşesindeki alçıdan geçen çatlaklara, orada olmayan şekiller hayal ederek baktım. Bu, kafamın içinde fışkıran, bir nehir gibi çağıldayan sesleri bastırmanıntek yoluydu.
Bu seslerden birkaç yüz tanesini sıkıntı yüzünden duymazdan geliyordum.
Konu insan zihnine gelince, hepsini daha önceden duymuştum. Bugün bütün düşünceler, buradaki küçük öğrenci grubuna eklenen yeni kişiyle ilgili gülünç bir heyecanla doluydu. Hepsinde ilgi uyandırmak çok kısa zaman almıştı. Yeni yüzü her açıdan düşünce üstüne düşüncede görmüştüm. Sadece sıradan bir insan kızı. Gelişinden doğan coşku bıktırıcı şekilde tahmin edilebilirdi – bir çocuğa parlak bir cisim göstermek gibi. Koyuna benzeyen erkeklerin yarısı şimdiden kendilerini ona aşık olarak hayal ediyorlardı, sadece bakılacak yeni bir şey olduğu için. Onları bastırmak için daha çok uğraştım.
Sadece dört sesi tiksindiğim için değil, nezaketten engelliyordum: yanlarında olduğum zamanlardaki mahremiyet yoksunluğuna alışan ve bununla ilgili artık pek düşünmeyen ailem, iki kız ve iki erkek kardeşim. Onlara verebildiğim kadar gizlilik veriyordum. Eğer yapabilirsem dinlememeye çalışıyordum.
Denediğim halde, yine de… biliyordum.
Rosalie’nin aklında, her zamanki gibi, kendisi vardı. Birilerinin bardaklarında profilinin görüntüsünü yakalamıştı ve mükemmelliği üzerine düşünüyordu. Rosalie’nin zihni birkaç sürprizi olan sığ bir göletti.
Emmett dün gece Jasper’a karşı kaybettiği güreş maçı yüzünden köpürüyordu. Rövanş ayarlamak için okulun bitimini getirmek, sınırlı olan bütün sabrını alacaktı. Emmett’in düşüncelerini dinlerken kendimi hiçbir zaman davetsiz misafir gibi hissetmezdim, çünkü asla sesli söylemeyeceği ya da eyleme geçirmeyeceği bir şey düşünmezdi. Belki diğerlerinin aklını okumaktan suçluluk duyuyordum, çünkü orada benim bilmemi istemeyecekleri şeyler olduğunu biliyordum. Eğer Rosalie’nin zihni sığ bir göletse, Emmett’inki de cam berraklığında, karartısız bir göldü.
Ve Jasper… acı çekiyordu. Bir iç çekişi bastırdım.
Edward. Alice kafasının içinde ismimi söyledi ve dikkatimi anında çekti.
İsmimin sesli söylenmesiyle aynı şeydi. Adımın modasının son zamanlarda geçmiş olmasından memnundum – sinir bozucu oluyordu; herhangi bir zaman, herhangi biri, herhangi bir Edward’ı düşündüğünde, kafam istemsizce dönüyordu…
Şimdi kafam dönmemişti. Alice ve ben bu gizli konuşmalarda iyiydik. Birinin bizi çok ender yakalayabiliyordu. Gözlerimi alçının çizgilerinde tuttum.
Nasıl direniyor? diye sordu bana.
Somurttum, ağzımın sabit şeklinde sadece ufak bir değişiklik oldu. Diğerlerini uyaracak hiçbir şey yoktu. Sıkıntıdan somurtuyor olabilirdim.
Alice’in iç sesi şimdi panikteydi ve zihninde çevresel görüşüyle Jasper’ı izlediğini gördüm. Bir tehlike var mı? Yakın geleceği taradı, surat asmamın altındaki sebebi bulmak için tekdüze görüntüleri gözden geçirdi.
Başımı sanki duvarın tuğlalarına bakıyormuş gibi yavaşça sola çevirip iç çektim, sonra sağa, tavandaki çatlaklara bakmaya geri döndüm. Sadece Alice kafamı salladığımı biliyordu.
Rahatladı. Eğer kötüye giderse bana haber ver.
Sadece gözlerimi hareket ettirdim, önce tavana sonra tekrar aşağıya.
Bunu yaptığın için teşekkürler.
Sesli cevap veremediğim için hoşnuttum. Ne söylerdim ki? ‘Benim için bir zevk?’ Hiç değildi. Jasper’ın mücadelelerini dinlemekten keyif almıyordum. Böyle denemek gerçekten gerekli miydi? Onun belki de sussuzlukla hiçbir zaman kalanımız gibi mücadele edemeyeceğini itiraf etmek, sınırları zorlamamak daha güvenli olmaz mıydı? Niye tehlikeyle flört etmeliydi?
Son avlanma seyahatimizin üzerinden iki hafta geçmişti. Bu kalanımız için çok uzun bir zaman değildi. Bazen biraz rahatsız – eğer bir insan çok yakından yürürse, eğer rüzgar yanlış yönden eserse… ama insanlar bize çok ender yakın yürüyorlardı. İçgüdüleri onlara bilinçlerinin asla anlayamadığı şeyi söylüyordu: biz tehlikeliydik.
Jasper şu anda çok tehlikeliydi.
O anda, küçük bir kız bir arkadaşıyla konuşmak bizimkine en yakın masanın sonunda durdu. Sarımsı kızıl, kısa saçlarını, parmaklarını içinden geçirerek salladı. Isıtıcı, kokusunu bizim yönümüze doğru üfledi. Bu kokunun bana hissettirdiklerine alışıktım – boğazımda susatıcı bir ağrı, midemdeki boş arzu, kaslarımın istemsizce kasılması, ağzımdaki zehrin aşırı akışı…
Bunların hepsi oldukça normaldi, genellikle görmezden gelinmesi kolaydı. Sadece şimdi daha zordu, Jasper’ın tepkisini izlerken hisler daha güçlü, iki misliydi. Sadece benimki yerine çifte susuzluk.
Jasper hayal gücünün kendisinden kurtulmasına izin verdi. Kafasında resmediyordu – kendini Alice’in yanındaki yerinden kalkıp küçük kızın yanına giderken canlandırıyordu. Kulağına fısıldıyormuş gibi eğilip dudaklarını kızın boğazına değdirmeyi düşünüyordu. İnce teninin altındaki nabzının sıcak atışının ağzının altında nasıl hissedeceğini düşlüyordu…
Sandalyesini tekmeledim.
Bir dakikalığına bakışımla buluştu ve sonra aşağı baktı. Kafasının içindeki utanç ve isyan savaşını duyabiliyordum.
“Özür dilerim.” diye mırıldandı.
Omuzlarımı silktim.
“Hiçbir şey yapmayacaktın.” dedi Alice üzüntüsünü yatıştırmak için. “Bunu görebiliyordum.”
Yalanını ele vermemek için suratımı ekşitmemeye uğraştım. Birbirimize destek olmalıydık, Alice ve ben. Sesler duymak ya da gelecekten görüntüler görmek kolay değildi. Zaten ucube olanların arasında ikimiz de ucubeydik. Birbirimizin sırlarını korurduk.
“Eğer onları insan olarak düşünürsen biraz yardımcı oluyor.” diye önerdi Alice, yüksek, müzikal sesi eğer yeterince yakında olan varsa, insanların duyması için çok hızlıydı. “Adı Whitney. Delice sevdiği bir kardeşi var. Annesi Esme’yi o bahçe partisine davet etmişti, hatırladın mı?”
“Onun kim olduğunu biliyorum.” dedi Jasper tersçe. Uzun odanın etrafındaki saçakların altında yer alan pencerelerin birinden bakmak için döndü.
Bu gece avlanmak zorunda kalacaktı. Böyle riskler alarak, gücünü test etmeye, direncini artırmaya çalışmak saçmaydı. Jasper sınırlarını kabul etmeli ve onlara göre davranmalıydı. Eski alışkanlıkları, seçilmiş yaşam şeklimize yardımcı olmuyordu; kendini böyle zorlamamalıydı.
Alice sessizce iç çekti ve yemek tepisini alıp, kalkarak onu yalnız bıraktı. Jasper’ın ne zaman yeterli desteği aldığını bilirdi. Rosalie ve Emmett ilişkileriyle daha göze batsalar da, birbirlerinin ruh hallerini kendilerininki kadar iyi bilenler Alice ve Jasper’dı. Sanki onlar da akıl okuyabiliyorlarmış gibi – sadece birbirlerininkini.
Edward Cullen.
Refleks olarak, adımın çağrıldığı sese doğru döndüm; ama seslenilmemişti sadece bir düşünceydi.
Gözlerim saniyenin küçük bir kısmında kalp şekilli soluk renkli bir yüzdeki bir çift büyük, çikolata renkli göze kilitlendi. Şimdiye kadar kendim görmüş olmasam da, yüzü tanıyordum. Bugün buradaki her insanın aklında en ön plandaydı. Yeni öğrenci, Isabella Swan. Buraya yeni bir gözetim durumuyla yaşamak için gelmiş, kasaba polis şefinin kızı. Bella. Tam ismini söyleyen herkesi düzeltmişti…
Sıkılıp başka yere baktım. Onun, ismimi düşünen kişi olmadığını anlamam bir saniye sürmüştü.
İlk düşüncenin Tabii ki, şimdiden Cullen’lara çarpılıyor, diye devam ettiğini duydum.
Şimdi ‘sesi’ tanımıştım. Jessica Stanley – iç gevezelikleriyle beni rahatsız edeli bir süre geçmişti. Yanlış kişiye olan hayranlığını sonunda atlatmış olması büyük rahatlıktı. Daimi, gülünç hayallerinden kaçmak neredeyse imkansız oluyordu. O zamanlar, eğer dudaklarım ve arkalarındaki dişlerim onun yakınlarına gelirse tam olarak ne olacağını ona açıklayabilmeyi dilemiştim. Bu, o rahatsız edici fantezilerini sustururdu. Tepkisinin düşüncesi beni neredeyse gülümsetti.
Gerçekten güzel bile değil, diye devam etti Jessica. . Niye Eric’in ona bu kadar çok baktığını bilmiyorum… ya da Mike’ın.
Son isimde irkildi. Yeni platoniği, popüler Mike Newton ona tamamen kayıtsızdı. Belli ki, yeni kıza o kadar kayıtsız değildi. Yine parlak cisimle çocuk gibi. Kıza ailemle ilgili bilgi verirken dışarıdan samimi görünüyordu. Yeni öğrenci mutlaka bizi sormuş olmalıydı.
Bugün herkes bana da bakıyor, diye düşündü Jessica kendini beğenmiş şekilde. Bella’nın benimle iki dersi olması büyük şans… Bahse girerim ki Mike bana-
Dar kafalılığı ve abesliği beni delirtmeden önce bu anlamsız gevezeliği kafamdan atmaya çalıştım.
“Jessica Stanley yeni Swan kızına Cullen klanının bütün kirli çamaşırlarını anlatıyor.” diye mırıldandım Emmett’a dikkatimi dağıtmak için.
Alçak sesle kıkırdadı. Umarım iyi anlatıyordur, diye düşündü.
“Hiç yaratıcı değil aslında. Sadece ufak skandal dokundurmaları, korku hikayesi değil. Biraz hayal kırıklığına uğradım.”
Ve yeni kız? O da dedikodudan hayal kırıklığına uğramış mı?
Yeni kızın, Bella’nın Jessica’nın hikayesi üzerine ne düşündüğünü duymak için dinledim. Herkesçe görmezden gelinen garip, kireç tenli aileye baktığında ne görmüştü.
Tepkisini bilmek benim bir nevi sorumluluğumdu. Ailem için bir gözcüydüm, bizi korumak için. Eğer birileri şüphelenmeye başlarsa, erken bir uyarı ve kolay geri çekilme şansı verebiliyordum. Bu sık sık oluyordu – aktif hayal gücüne sahip bazı insanlar bizi bir kitap ya da film karakteri olarak görüyorlardı. Genellikle yanlış sonuca varıyorlardı; ama riske girmektense başka bir yere taşınmak daha iyiydi. Çok çok ender, birileri doğru tahmin ediyordu. Onlara hipotezlerini test etme şansı vermiyorduk. Korkutucu bir anıdan başka bir şey olmamak için sadece kayboluyorduk…
Jessica’nın anlamsız iç monologunun devam ettiği yerin yakınını dinlememe rağmen hiçbir şey duymadım. Sanki orada kimse oturmuyor gibiydi. Ne tuhaf. Kız gitmiş miydi? Jessica ona hala gevezelik ettiğine göre, bu pek mümkün değildi. Dengesiz hissederek kontrol etmek için baktım. Ekstra ‘duyu’mun bana ne söyleyebileceğini kontrol etmek için – bu daha önce yapmak zorunda kaldığım bir şey değildi.
Bakışım yine aynı, büyük ve kahverengi gözlere kilitlendi. Daha önce oturduğu yerde oturuyor ve Jessica ona hala Cullen’larla ilgili yerel dedikoduları anlattığı için, doğal olarak, bize bakıyordu.
Bizi düşünmek de doğal olurdu.
Ama bir fısıltı bile duyamadım.
Bir yabancıya bakarken yakalanmanın utancından kaçmak için aşağıya bakarken, davet edici sıcak bir kırmızı, yanaklarını renklendirdi. Jasper’ın hala pencereden dışarı bakıyor olması iyiydi. Bu serbest kanın, onun kontrolüne ne yapacağını hayal etmek istemiyordum.
Duyguları yüzünde sanki alnında yazılmış gibi açıktı: kendi türü ve benim türüm arasındaki hemen göze çarpmayan farkları bilmeden algıladığında şaşkınlık, Jessica’nın hikayesini dinlediğinde merak ve başka bir şey daha… büyülenme? Bu ilk olmazdı. Avlarımıza göre güzeldik. Ve son olarak, onu bana bakarken yakaladığımda utanç.
Yine de, düşünceleri garip gözlerinde –garip, çünkü çok derinlerdi; kahverengi gözler genelde koyuluklarıyla düz görünürlerdi- çok açık olsa da, oturduğu yerde sessizlikten başka hiçbir şey duyamıyordum. Hiçbir şey.
Bir an huzursuz hissettim.
Bu daha önce karşılaştığım bir şey değildi. Bende bir sorun mu vardı? Her zaman hissettiğim gibi hissediyordum. Endişelenerek daha güçlü dinledim.
…ne tür müzik seviyor acaba… belki ona şu yeni CD’den bahsedebilirim… diye düşünüyordu iki masa ötedeki Mike Newton – Bella Swan’a gözlerini dikerek.
Onu izleyişine bak. Okuldaki kızların yarısının onu beklemesi yetmiyor mu… Eric Yorkie, kızın da etrafında dönen hararetli düşünceler içindeydi.
…çok iğrenç. Ünlü falan olduğunu sanırsın… Edward Cullen bile ona bakıyor…Lauren Mallory o kadar kıskançlık içindeydi ki, yüzü koyu yeşil olmalıydı. Ve Jessica yeni en iyi arkadaşıyla hava atıyor. Ne şaka…Asit gibi sözler kızın düşüncelerinde dönmeye devam etti.
…Bahse girerim ki herkes ona bunu sormuştur; ama onunla konuşmak isterim. Daha özgün bir soru düşüneyim… düşünceleri içindeydi Ashley Dowling.
…belki İspanyolca sınıfımdadır… diye ümitlendi June Richardson.
…bu akşam yapacak bir sürü şey var! Trigonometri ve İngilizce sınavı. Umarım annem… Düşünceleri alışılmadık şekilde iyi, sessiz bir kız olan Angela Weber, masada bu Bella’yı takıntı haline getirmemiş tek kişiydi.
Hepsini duyabiliyordum, düşündükleri her önemsiz şeyi akıllarından geçtiği sırada duyabiliyordum; ama aldatıcı şekilde açık görünen gözlere sahip kızdan hiçbir şey yoktu.
Ve tabii ki, kızın Jessica’yla konuşurken ne söylediğini duyabiliyordum. Alçak, duru sesini odanın uzak tarafından duyabilmek için akıl okumam gerekmiyordu.
“Kırmızı-kahverengi saçlı çocuk hangisi?” diye sorduğunu duydum, bana gözünün kenarından gizlice bakıp, hala onu izlediğimi gördüğünde gözlerini kaçırarak.
Eğer sesini duymanın ulaşamadığım bir yerde kaybolmuş düşüncelerinin tonunu saptamama yardım edeceğini ummak için vaktim olsaydı, anında hayal kırıklığına uğrayacaktım. Genellikle, insanların düşünceleri fiziksel sesleriyle yakın perdede olurdu; ama bu sessiz, utangaç ses yabancıydı, odanın içideki yüzlerce düşünceden biri değildi, bundan emindim. Tamamen yeniydi.
Ah, i yi şanslar geri zekalı! diye düşündü Jessica, kızın sorusunu cevaplamadan önce. “O Edward. Harika tabii ki; ama zamanını harcama. Kimseyle çıkmaz. Belli ki buradaki kızların hiçbiri onun için yeterince güzel değil.” Burnunu kıvırdı.
Gülüşümü saklamak için kafamı çevirdim. Jessica ve sınıf arkadaşlarının, hiçbiri bana özellikle çekici gelmediği için ne kadar şanslı olduklarından haberleri yoktu.
Geçici neşenin altında, tam olarak anlayamadığım garip bir dürtü hissettim. Kızın farkında olmadığı, Jessica’nın düşüncelerindeki fenalıkla bir ilgisi vardı… Garip şekilde onların arasında girip, bu Bella Swan’ı Jessica’nın aklının karanlık işleyişinden koruma isteği hissettim. Ne kadar sıradışı bir duygu. Bu dürtünün altındaki sebepleri ortaya çıkarmaya çalışarak yeni kızı bir kere daha inceledim.
Muhtemelen sadece uzun zaman önce gömülmüş zayıfı güçlüye karşı koruma içgüdüsüydü. Kız sınıf arkadaşlarından daha kırılgan görünüyordu. Teni öyle şeffaftı ki, dış dünyadan onu koruduğuna inanmak güçtü. Soluk, berrak zarın altındaki damarlarında kanın ritmik akışını görebiliyordum… ama buna odaklanmamalıydım. Seçtiğim bu hayatta iyiydim; ama Jasper kadar susamıştım ve bir ayartmayı davet etmenin anlamı yoktu.
Kaşlarının arasında, farkında olmadığı görünen hafif bir kıvrım vardı.
Bu inanılmaz derecede sinir bozucuydu! Orada oturmanın, yabancılarla konuşmanın, ilgi odağı olmanın onun için bir gerilim olduğunu net bir şekilde görebiliyordum. Utangaçlığını, narin görünümlü omuzlarını tutuşundan –sanki her an bir saldırı bekliyormuş gibi hafifçe kambur- hissedebiliyordum. Ve yine de sadece hissedebiliyor, görebiliyor, hayal edebiliyordum. Bu sıradan insan kızdan sessizlikten başka bir şey gelmiyordu. Hiçbir şey duyamıyordum. Niye?
“Kalkalım mı?” diye mırıldandı Rosalie, konsantrasyonumu bozarak.
Bir rahatlık hissiyle kızdan uzağa baktım. Başarısız olmaya devam etmek istemiyordum, bu beni rahatsız ediyordu. Ayrıca saklanmış düşüncelerine sadece benden gizli oldukları için ilgi duymaya başlamak istemiyordum. Şüphesiz, düşüncelerine ulaştığımda –ve bunu yapmak için bir yol bulacaktım- bütün insan düşünceleri gibi boş ve değersiz olacaklardı. Onlara ulaşmak için harcadığım çabaya değmeyeceklerdi.
“Ee, yeni kız henüz birden korkuyor mu?” diye sordu Emmett, hala önceki sorusuna cevabımı bekleyerek.
Omuz silktim. Daha çok bilgi için bastıracak kadar ilgili değildi. Ben de olmamalıydım.
Masadan kalktık ve kafeteryadan dışarı çıktık.
Emmett, Rosalie ve Jasper son sınıf rolü yapıyorlardı; dersleri için ayrıldılar. Ben onlardan daha genç bir rol oynuyordum. Birinci sınıf düzeyindeki Biyoloji sınıfıma doğru ilerledim ve zihnimi sıkıntıya hazırladım. Ortalama bir zekadan fazlasına sahip olmayan Bay Banner’ın, dersine tıpta iki dereceye sahip birini şaşırtacak bir şey ekleyebileceğinden emindim.
Sınıfta sırama yerleştim ve kitaplarımı –rol malzemeleri; içlerinde bilmediğim hiçbir şey yoktu- masaya saçtım. Kendine ait bir masası olan tek öğrenci bendim. İnsanlar benden kaçmaları gerektiğini bilecek kadar zeki değildi; ama hayatta kalma içgüdüleri uzakta durmaları için yeterliydi.
Oda, öğrenciler yemekten döndükçe yavaşça doldu. Arkama yaslandım ve zamanın geçmesini bekledim. Tekrar, uyuyabilmeyi diledim.
Angela Weber yeni kızla beraber kapıdan içeri girdiğinde, onu düşündüğüm için ismi dikkatimi çekti.
Bella benim kadar utangaç görünüyor. Bugünün onun için zor olduğuna bahse girerim. Keşke bir şey söyleyebilseydim… ama muhtemelen sadece kulağa aptal gelir…
Evet! diye düşündü Mike Newton ve kızın girişini izlemek için sırasında döndü.
Hala, Bella Swan’ın durduğu yerden hiçbir şey yoktu. Düşüncelerinin olması gereken boşluk beni sinirlendirip cesaretimi kırmıştı.
Öğretmen kürsüsüne gidebilmek için yanımdaki yoldan geçerken yaklaştı. Zavallı kız; tek boş sıra yanımdaki sıraydı. Otomatik olarak onun tarafındaki kitaplarımı bir yığın haline getirdim. Burada rahat hissedeceğinden şüpheliydim. Uzun bir dönem için buradaydı – bu sınıfta en azından. Belki, yanında otururken sırlarını ortaya çıkarabilirdim… daha önce bu kadar yakınlığa ihtiyacım olduğundan değil… dinlemeye değecek bir şey bulacağımdan değil…
Bella Swan havalandırmadan bana doğru gelen sıcak havanın içine yürüdü.
Kokusu bana harap edici bir mermi, dövücü bir mancınık gibi çarptı. O zaman bana ne olduğunu açıklayacak yeterince vahşi bir simge yoktu.
O anda, bir zamanlar olduğum insana hiçbir şekilde yakın değildim; kendimi gerisinde tuttuğum insanlık maskesinin parçalarından eser yoktu.
Ben bir avcıydım. O benim avımdı. Dünyada bu gerçekten başka hiçbir şey yoktu.
Görgü tanıklarıyla dolu bir oda yoktu – onlar çoktan kafamdaki paralel hasardılar. Düşüncelerinin gizemi unutulmuştu. Bir anlam ifade etmiyorlardı, çünkü onları düşünmeye uzun süre devam edemeyecekti.
Ben bir vampirdim ve o seksen yıldır kokladığım en tatlı kana sahipti.
Böyle bir kokunun var olabileceğini hiç hayal etmemiştim. Eğer bilseydim, onu yıllar önce aramaya çıkardım. Onun için bütün gezegeni tarardım. Tadını hayal edebiliyordum…
Susuzluk boğazımı bir ateş gibi yaktı. Ağzım kurumuş ve kızarmıştı. Taze zehir akıntısı bu hissi gideremedi. Midem susuzluğun bir yankısı olan açlıkla büküldü. Kaslarım sıçramak üzere gerildi.
Tam bir saniye geçmemişti. Hala onu rüzgar yönüne getiren adımı atıyordu.
Ayağı yere değdiğinde gözleri bana kaydı, gizlice bakmak istediği belliydi. Gözleri bakışımla buluştu ve gözlerinin büyük aynasında kendimi gördüm.
Orada gördüğüm yüzün şoku, hayatını birkaç sıkıntılı an kadar uzattı.
Bunu kolaylaştırmadı. Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde, kan yine yanaklarına hücum edip, tenini gördüğüm en nefis renge çevirdi. Koku, beynimde yoğun bir sisti. İçinden zorlukla düşünebiliyordum. Düşüncelerim köpürmüştü, kontrole direniyorlardı, tutarsızlardı.
Kaçması gerektiğini anlamış gibi, şimdi daha hızlı yürüyordu. Acelesi onu sakarlaştırmıştı – ayağı takıldı ve sendeledi, neredeyse önümde oturan kızın üzerine düşüyordu. Savunmasız, zayıf. Bir insana göre normal olandan bile daha fazla.
Gözlerinde gördüğüm yüze odaklanmaya çalıştım, tiksinerek hatırladığım yüze, içimdeki canavarın yüzüne – yıllarca çaba gösterip ve katı disiplinle yendiğim yüze. Şimdi ne kadar da kolayca yüzeye sıçramıştı.

ARKADAŞLAR HEPSİ SIĞMADI DİĞERİNİ ŞİMDİ BAŞKA BİR TANEYLE GÖNDERİYORUM



Kullanıcı avatarı
anamenia
Bölüm Yetkilisi
Bölüm Yetkilisi
Mesajlar: 1692
Kayıt: 21 May 2009 [ 11:06 ]

Geceyarısı Güneşi / Stephenie Meyer

Mesaj gönderen anamenia »

Koku yine düşüncelerimi dağıtarak ve beni neredeyse sıramdan iterek etrafımda döndü. Hayır.
Kendimi sandalyede tutmaya çalışırken elim masanın kenarını kavradı. Tahta yeteri kadar dayanıklı değildi. Elim desteği ezdi ve bir avuç dolusu kıymıkla geri geldi, kalan tahtada parmaklarımın şeklini bıraktı.
Delili yok et. Bu esas kuraldı. Şeklin kenarlarını parmaklarımla çabucak toz haline getirdim, masada düzensiz bir delik ile yerde ayaklarımla dağıttığım bir yığın talaş dışında hiçbir şey bırakmadım.
Delili yok et. Tamamlayıcı hasar…
Şimdi ne olacağını biliyordum. Gelip yanıma oturmak zorunda kalacaktı ve ben onu öldürmek zorunda kalacaktım.
Sınıftaki masum izleyicilerin, on sekiz başka çocuk ve bir adamın, yakında görecekleri şeyi gördükten sonra odadan çıkmalarına izin verilemezdi.
Yapmak zorunda olduğum şeyin düşüncesinden korktum. En kötü zamanımda bile, hiç böyle bir vahşet işlememiştim. Seksen yıl içinde asla masumları öldürmemiştim ve şimdi yirmi tanesini aynı anda katletmeyi planlıyordum.
Aynadaki canavarın yüzü benimle alay etti.
Bir yarım canavardan ürküp kaçarken, diğer yarım plan yapıyordu.
Eğer ilk önce kızı öldürürsem odadaki insanlar tepki vermeden on beş – yirmi saniyem olacaktı. Belki biraz daha uzun, eğer başta ne yaptığımı anlamazlarsa. Çığlık atmaya ya da acı hissetmeye vakti olmayacaktı; onu zalimce öldürmeyecektim. Korkunç derecede çekici kana sahip yabancıya verebileceğimin en fazlası buydu.
Ama sonra kalanların kaçmasını engellemem gerekecekti. Pencereler kimsenin kaçamayacağı kadar küçük ve yüksekti. Sadece kapı – onu tut ve hepsi kapana kısılsın.
Panik içinde mücadele eder ve karmaşa içinde hareket ederlerken hepsini birden öldürmek daha yavaş ve zor olacaktı. İmkansız değildi; ama çok fazla ses olacaktı. Bir sürü çığlığa vakit olacaktı. Birileri duyacaktı… ve ben bu kara saatte daha çok masumu öldürmeye zorlanacaktım.
Ve ben diğerlerini öldürürken, onun kanı soğuyacaktı.
Koku boğazımı susatıcı acıyla keserek beni cezalandırdı.
O zaman görgü tanıklarından başlayacaktım.
Aklımda haritasını yaptım. Odanın ortasında, arkadaki en uzak sıradaydım. Sağ yanımı önce hallederdim. Saniyede dört ya da beş tanesinin boynunu kırabileceğimi tahmin ediyordum. Sesli olmazdı. Sağ kısım şanslı olan taraftı; benim geldiğimi görmezlerdi. Öne doğru hareket edip sol tarafa dönerek, bu odadaki her hayatı sonlandırmam en fazla beş saniyemi alırdı.
Bella Swan’ın onun için neyin geldiğini görmesine yetecek kadar uzundu. Korkmasına yetecek kadar uzundu. Belki, eğer şok onu olduğu yerde dondurmazsa bir çığlık atmasına yetecek kadar uzundu. Bir yumuşak çığlık kimseyi koşturmazdı.
Derin bir nefes aldım. Koku, kuru damarlarımda yarışan bir alevdi. Göğsümü sahip olduğum daha iyi her dürtüyü kül ederek yakıyordu.
Şimdi yeni dönüyordu. Birkaç saniye içinde benden santimler öteye oturacaktı.
Kafamdaki canavar beklentiyle gülümsedi.
Solumda, biri bir dosyayı sertçe kapattı. Ölüme mahkum hangi insan olduğunu görmek için bakmadım; ama bu hareket yüzüme doğru normal, kokusuz hava gelmesini sağladı.
Kısa bir saniye için, net şekilde düşünebilmiştim. Bu değerli saniyede, kafamın içinde yanyana iki yüz gördüm.
Biri benimdi, ya da eskiden benimdi: Çok insan öldüren, öyle ki saymayı bıraktığım kırmızı gözlü canavar. Mantıklı kılınan, dayanağa sahip cinayetler. Bir katil katili, daha güçsüz canavarların katili. Bir ilah karışımıydı, bunu kabul ediyordum – kimin idam cezası hak ettiğine karar veriyordu. Bu ödün vererek kendimle yaptığım bir anlaşmaydı. İnsan kanıyla beslenmiştim; ama sadece en gevşek tanımla. Kurbanlarım, çeşitli karanlık zevkleriyle, benden daha fazla insan değillerdi.
Diğer yüz Carlisle’ındı.
İki surat arasında hiçbir benzerlik yoktu. Biri parlak gündü ve diğeri en karanlık geceydi.
Bir benzerlik olması için sebep yoktu. Carlisle benim biyolojik olarak babam değildi. Ortak yüz hatları paylaşmıyorduk.
Rengimizdeki benzerlik, olduğumuz şeyin bir sonucuydu; bütün vampirler aynı buz beyazı tene sahipti. Gözlerimizin rengindeki benzerlik ayrı bir şeydi – ortak seçimin bir yansıması.
Ve yine de bir benzerlik için kaynak olmasa da, onun seçimini benimsediğim ve adımlarını takip ettiğim son yetmiş yılda, yüzümün onunkini yansıtmaya başladığını düşünmüştüm. Hatlarım değişmemişti; ama bana, bilgeliğinin birazı ifademi işaretlemiş, merhameti ağzımın şeklinde izlenebiliyormuş ve sabrının işaretleri kaşımda belirgin gibi gelmişti.
Bütün bu küçük gelişmeler, canavarın yüzünde kaybolmuştu. Kısa bir süre içinde, yaratıcımla, sayılan her şekilde babam olan akıl hocamla geçirdiğim yılları yansıtacak hiçbir şey kalmayacaktı. Gözlerim şeytanınki gibi kırmızı parlayacaktı ve bütün benzerlik sonsuza dek kaybolacaktı.
Kafamda, Carlisle’ın gözleri beni yargılamıyordu. Yapacağım bu korkunç davranış için beni affedeceğini biliyordum, çünkü beni seviyordu, çünkü aslında olduğumdan daha iyi olduğumu düşünüyordu ve ona yanıldığını kanıtladığımda bile, beni yine sevecekti.
Bella Swan yanımdaki sandalyeye oturdu, hareketleri tutuk ve sakardı – korkuyla mı?- ve kanının kokusu, etrafımda acımasız bir bulut haline geldi.
Babama benim hakkımda yanıldığını kanıtlayacaktım. Bu durumun ızdırabı neredeyse boğazımdaki ateş kadar acıttı.
Tiksinerek ondan uzaklaştım – onun için sızlanan canavar isyan etti.
Niye buraya gelmek zorundaydı? Niye var olmak zorundaydı? Niye aslında hayat olmayan bu şeyde bulduğum küçücük huzuru bozmak zorundaydı? Bu çileden çıkartıcı insan niye doğmuştu? Beni mahvedecekti.
Ani bir şiddetle, mantıksız nefret beni baştan aşağı sararken yüzümü çevirdim.
Bu yaratık kimdi? Niye ben, niye şimdi? Sadece o, ortaya çıkmak için bu ihtimali düşük kasabayı seçti diye niye ben her şeyi kaybetmek zorundaydım?
Niye buraya gelmişti!
Bir canavar olmak istemiyordum! Bir oda dolusu zararsız çocuğu öldürmek istemiyordum! Ömür boyu fedakarlık ve inkarla kazandığım her şeyi kaybetmek istemiyordum!
Yapmayacaktım. Bana bunu yaptıramayacaktı.
Problem kokuydu, kanının korkunç derecede çekici kokusuydu. Eğer karşı koymanın sadece bir yolu olsaydı… eğer sadece başka bir temiz hava dalgası zihnimi berraklaştırabilseydi.
Bella Swan, uzun, gür, kızıl kahverengi saçlarını benim yönüme doğru salladı.
Delirmiş miydi? Canavarı kışkırtıyor gibiydi, onunla alay ediyor gibi.
Kokuyu benden uzağa üfleyecek hiçbir yardımsever esinti yoktu. Hepsi kısa sürede yok olacaktı.
Hayır, hiç yardımcı esinti yoktu; ama nefes almak zorunda değildim.
Ciğerlerime dolan havayı durdurdum. Rahatlık aniydi; ama yarımdı. Kokunun anısı hala kafamdaydı ve tadı dilimdeydi. Böyle bile, çok uzun süre karşı koyamayacaktım; ama belki bir saatliğine yapabilirdim. Bir saat. Belki kurban olmak zorunda olmayan kurbanlarla dolu bu odadan çıkmaya yetecek kadar zaman.
Nefes almamak rahatsız edici bir histi. Vücudumun oksijene ihtiyacı yoktu; ama bu içgüdülerime ters düşüyordu. Gerginlik anlarında koku alma duyuma diğerlerinden daha çok güvenirdim. Avda yolü gösterirdi, tehlike durumunda ilk uyarıydı. Benim kadar tehlikeli bir şeye sık sık rastlamazdım; ama kendini koruma içgüdüsü, benim türümde sıradan bir insanınki kadar güçlüydü.
Rahatsız edici; ama idare edilebilir. Onun kokusunu alıp, dişlerimi ince, saydam ve nefis teninden, sıcak, ıslak, nabzı atan-
Bir saat! Sadece bir saat. O kokuyu, o tadı kesinlikle düşünmemeliydim.
Sessiz kız saçlarını aramıza koydu, dosyasına doğru dökülmesi için öne eğildi. Yüzünü göremiyordum, berrak, derin gözlerindeki duyguları okumaya çalışamıyordum. Buklelerini aramıza yaymasının sebebi bu muydu? O gözleri benden saklamak mı? Korkudan? Utançtan? Sırlarını benden saklamak için?
Sessiz düşüncelerinden doğan eski rahatsızlığım, şimdi beni ele geçiren ihtiyaçtan –ayrıca nefretten- çok daha zayıftı. Yanımdaki narin kadın-çocuktan nefret ediyordum, ondan eski halime sarılışımın, aileme olan sevgimin, olduğumdan daha iyi biri olmaya dair hayallerimin bütün hararetiyle nefret ediyordum. Ondan nefret etmek, bana hissettirdiklerinden nefret etmek – bu biraz yardımcı oldu. Evet, daha önce hissettiğim rahatsızlık zayıftı; ama o da biraz yardım etti. Beni onun tadını hayal etmekten alıkoyacak her türlü duyguya sarıldım.
Nefret ve rahatsızlık. Sabırsızlık. Şu saat hiç geçmeyecek miydi?
Ve sonra ders bittiğinde… bu odadan çıkardı… ve ben ne yapardım?
Kendimi tanıtırdım. Merhaba, benim adım Edward Cullen. Sana bir sonraki sınıfına kadar eşlik edebilir miyim?
Evet derdi. Yapılacak nazik hareket buydu. Benden çoktan korkarken ve şüphelenirken bile, adete uyarak yanımda yürürdü. Onu yanlış tarafa yönlendirmek kolay olmalıydı. Park yerinin arkasına oraya dokunmak için uzanan bir parmak gibi yakın olan ormana. Ona kitabımı arabamda unuttuğumu söyleyebilirdim…
Birileri onun son kez birlikte görüldüğü insanın ben olduğumu fark eder miydi? Her zamanki gibi yağmur yağıyordu; yanlış yöne giden yağmurluklu iki kişi çok fazla dikkat çekmez ya da beni ele vermezdi.
Tabii bugün onun farkında olan tek öğrencinin ben olmadığımı saymazsak – kimse benim kadar olmasa da. Özellikle Mike Newton, o sandalyesinde huzursuzca kıpırdanırken –bana yakın olmaktan rahatsızdı, tıpkı herkesin olacağı gibi, tıpkı kokusu bütün merhametli endişemi yok etmeden önce beklediğim gibi- her hareketinin bilincindeydi. Eğer kız sınıftan benimle çıkarsa Mike Newton bunu fark ederdi.
Eğer bir saat dayanabilirsem, iki saat dayanabilir miydim?
Yanmanın acısından korktum.
Boş bir eve gidecekti. Polis Şefi Swan tüm gün çalışıyordu. Evini, bu küçük kasabadaki bütün evler gibi, biliyordum. Ormanın hemen yanındaydı, yakın komşu yoktu. Çığlık atmaya vakti olsa bile, ki olmayacaktı, duyacak kimse olmazdı.
Bu işle ilgilenmenin sorumlu yolu buydu. İnsan kanı olmaksızın yetmiş yıl idare etmiştim. Eğer nefesimi tutarsam, iki saat dayanabilirdim. Onu yalnız yakaladığımda, başka kimsenin incinme riski olmayacaktı. Ve deneyim sırasında acele etmek için de hiçbir sebep yok. diye katıldı kafamın içindeki canavar.
Bu odadaki on dokuz insanı çaba va sabırla kurtararak, bu masum kızı öldürdüğümde daha az canavar olacağımı düşünmek saçmaydı.
Ondan nefret etsem de, bunun adaletsiz olduğunu biliyordum. Aslında kendimden nefret ettiğimi biliyordum ve o öldüğünde ikimizden de çok daha fazla nefret edecektim.
Bir saati bu şekilde geçirdim – onu öldürmenin en iyi yollarını hayal ederek. Asıl eylemi düşlememeye çalıştım. Bu bana fazla gelebilirdi; bu savaşı kaybedip görüşümdeki herkesi öldürebilirdim. O yüzden stratejiden başka hiçbir şey planlamadım.
Bir kere, sona doğru, saçlarıyla ördüğü duvardan bana baktı. Bakışıyla buluştuğumda benden yayılan adaletsiz nefreti hissedebiliyordum – onun korkmuş gözlerinde bunun yansımasını görebiliyordum. Kan, o yüzünü tekrar saklayamadan önce yanağını renklendirdi ve ben neredeyse mahvolmuştum.
Ama zil çaldı. Zil kurtardı – ne kadar da klişe. İkimiz de kurtulduk. O ölümden kurtuldu. Ben sadece kısa bir süreliğine korktuğum ve nefret ettiğim kabus gibi yaratığa dönüşmekten kurtuldum.
Odadan dışarı fırladığımda, gerektiği kadar yavaş yürüyemedim. Eğer biri bana bakıyor olsaydı, hareket edişimde bir yanlışlık olduğundan şüphelenebilirlerdi. Kimse bana dikkat etmiyordu. Bütün insan düşünceleri, bir saatten biraz kısa bir süre içinde ölmeye hükümlü kızın etrafında dönüyordu.
Arabama saklandım.
Kendimi saklanmak zorunda kalmış olarak düşünmekten hoşlanmazdım. Kulağa ne kadar ödlekçe geliyordu… ama şüphesiz, şimdi durum buydu.
Şimdi insanların arasında olmama yetecek kadar disipline sahip değildim. Birini öldürmemek için bu kadar odaklanmam, diğerlerine karşı gelmem için bana kaynak bırakmıyordu. Bu ne büyük bir israf olurdu. Eğer canavara boyun eğeceksem, yenilgiye değecek hale getirebilirdim.
Genelde beni sakinleştiren bir CD çaldım; ama çok az işe yaradı. Hayır, en çok yardım eden, açık pencerelerimden hafif yağmurla birlikte giren serin, ıslak ve temiz havaydı. Bella Swan’ın kanını kusursuz netlikle hatırlamama rağmen, temiz havayı içime çekmek, bunun enfeksiyonunu vücudumdan yıkamak gibiydi.
Aklım yine başımdaydı. Tekrar düşünebilirdim ve tekrar savaşabilirdim. Olmak istemediğim şeye karşı savaşabilirdim.
Evine gitmek zorunda değildim. Onu öldürmek zorunda değildim. Açıkça, mantıklı, düşünebilen bir yaratıktım ve seçeneğim vardı. Her zaman bir seçenek vardı.
Sınıftaki gibi hissettirmiyordu… ama şimdi ondan uzaktaydım. Belki, eğer ondan çok çok dikkatle kaçarsam hayatımın değişmesine gerek kalmazdı. İşler istediğim şekilde düzenliydi. Niye böle çileden çıkarıcı ve leziz birinin bunu mahvetmesine izin verecektim ki?
Babamı hayal kırıklığına uğratmak zorunda değildim. Annemin gerginlik, endişe… acı çekmesine sebep olmak zorunda değildim. Evet, bu beni evlat edinmiş annemi de incitirdi ve Esme çok nazik, çok duygusal ve yumuşaktı. Onun gibi birine acı çektirmek kesinlikle affedilemezdi.
Bu insan kızını Jessica Stanley’nin art niyetli düşüncelerinin küçük, dişsiz tehdidinden korumak istemem ne kadar ironikti. Isabella Swan için bir koruyucu olabilecek son kişi bendim. Asla benden ihtiyacı olduğu kadar, hiçbir şeyden korunmaya ihtiyacı olmayacaktı.
Aniden Alice’in nerede olduğunu merak ettim. Swan kızını pek çok şekilde öldürdüğümü görmemiş miydi? Niye yardım etmeye gelmemişti – beni durdurmaya ya da kanıtları yok etmeye, hangisi olursa? Jasper’la ilgili sorunları izlemeye dikkatini öyle vermişti ki, bu çok daha korkunç ihtimali kaçırmış mıydı? Düşündüğümden daha mı güçlüydüm? Kıza gerçekten hiçbir şey yapmayacak mıydım?
Hayır. Bunun doğru olmadığını biliyordum. Alice mutlaka Jasper’a çok fazla odaklanıyor olmalıydı.
Olacağını bildiğim yönü, İngilizce sınıfları için kullanılan küçük binayı taradım. Tanıdık ‘sesi’ni bulmam uzun sürmedi. Ve haklıydım. Her düşüncesi Jasper’a dönüktü, en ufak kararlarını dakika dakika takip ediyordu.
Ona akıl danışabilmeyi diledim; ama aynı zamanda ne yapabileceğimi bilmediğinden memnundum, son bir saatte düşündüğüm katliamın farkında olmamasından.
Vücudumda yeni bir yanma hissettim – utanç. Hiçbirinin bilmesini istemiyordum.
Eğer Bella Swan’dan kaçabilirsem, eğer onu öldürmemeyi başarabilirsem –bunu düşündüğümde bile, canavar kıvrandı ve dişlerini sinirle gıcırdattı- o zaman kimsenin bilmesine gerek kalmadı. Eğer onun kokusundan uzak durabilirsem…
En azından niye denemeyeceğime dair hiçbir sebep yoktu. İyi bir seçim yapmayı. Carlisle’ın olduğumu düşündüğüm kişi olmayı.
Okulun son saati neredeyse bitmişti. Yeni planımı hemen harekete geçirmeye karar verdim. Burada, yanımdan geçip beni tekrar mahvedebileceği yerde oturmaktan iyiydi. Yine, kıza haksız bir nefret hissettim. Üzerimde sahip olduğu bu bilinçsiz güçten nefret ettim. Beni hakaret ettiğim bir şeye dönüştürebilmesinden nefret ettim.
Küçük kampüsten ofise doğru hızla yürüdüm – biraz fazla hızla; ama tanık yoktu. Bella Swan’ın yolunun benimle kesişmesi için hiçbir sebep yoktu. Olduğu bela gibi kaçınılacaktı.
Ofis görmek istediğim sekreter dışında boştu.
Sessiz girişimi fark etmedi.
“Bayan Cope?”
Doğal olmayan kırmızı saçlı kadın baktı ve gözleri büyüdü. Anlamadıkları küçük işaretler onları hep hazırlıksız yakalardı, bizi daha önce ne kadar çok görmüş olsalar da.
“Ah.” dedi şaşırıp, zorlukla soluyarak. Bluzunu düzeltti. Aptal, diye düşündü kendi kendine. O neredeyse benim çocuğum olacak kadar genç. Böyle düşünmek için çok genç… “Merhaba Edward. Senin için ne yapabilirim?” Kalın gözlüklerinin arkasında kirpikleri titredi.
Rahatsız edici. Ama olmak istediğim zaman nasıl çekici olabileceğimi biliyordum. Hangi ses tonuyla konuşacağımı, hangi hareketleri yapacağımı bildiğim için kolaydı.
Öne doğru eğilip, derinliksiz, küçük kahverengi gözlerine derin bakıyormuş gibi bakışıyla buluştum. Düşünceleri şimdiden heyecan içindeydi. Bu basit olmalıydı.
“Bana ders programımla ilgili yardım edip edemeyeceğinizi merak ediyordum.” dedim insanları korkutmamak için ayırdığım yumuşak sesle.
Kalbinin temposunun arttığını duydum.
“Tabii ki Edward. Nasıl yardımcı olabilirim?” Çok genç, çok genç, diye tekrarladı. Yanılıyordu tabii ki. Ben onun büyükbabasından daha yaşlıydım; ama ehliyet belgeme göre, haklıydı.
“Acaba biyoloji sınıfımdan son sınıf seviyesinde fen dersine geçebilir miyim? Fizik, mesela?”
“Bay Banner’la bir problem mi var Edward?”
“Hayır, sadece ben bu konuları zaten işlemiştim…”
“Alaska’da gittiğiniz hızlandırılmış okulda, doğru.” Bunu düşünürken ince dudakları büzüldü. Hepsi üniversitede olmalılar. Öğretmenlerin şikayet ettiğini hiç duymadım. Muhteşem notlar, cevap verirken tereddüt yok, testlerde hiç yanlış cevap yok – sanki her konuda hile yapmanın bir yolunu bulmuşlar gibi. Bay Varner bir öğrencinin ondan daha zeki olduğunu düşünmektense, hile yapıldığına inanmayı tercih eder… Annelerinin onlara özel ders verdiğine bahse girerim… “Aslına bakarsan Edward, Fizik şu anda oldukça dolu. Bay Banner bir sınıfta yirmi beşten fazla öğrenci olmasından nefret eder-“
“Ben problem çıkarmam.”
Tabii ki hayır. Kusursuz bir Cullen değil. “Bunu biliyorum Edward; ama şu anki haliyle sıralar tam yetiyor…”
“O zaman dersi bırakabilir miyim? O saati kendim çalışmak için kullanabilirim.”
“Biyolojiyi bırakmak mı?” Ağzı şaşkınlıkla açıldı. Bu delice. Bildiğin bir konuyu oturup dinlemek ne kadar zor? Mutlaka Bay Banner’la ilgili bir problem olmalı. Acaba Bob’la bu konuda konuşmal mıyım? “Mezun olmak için yeterli kredin olmaz.”
“Seneye tamamlarım.”
“Belki de bunun hakkında ailenle konuşmalısın.”
Arkamda kapı açıldı; ama her kimse beni düşünmüyordu, o yüzden görmezden gelip Bayan Cope’a odaklandım. Biraz daha yakına eğildim ve gözlerimi daha büyük tuttum. Bu, eğer siyah yerine altın rengi olsalardı daha iyi işlerdi. Siyahlık, olması gerektiği gibi insanları korkuturdu.
“Lütfen Bayan Cope?” Sesimi olabildiği kadar yumuşak ve zorlayıcı tuttum – ve oldukça zorlayıcı olabildi. “Geçebileceğim başka bir bölüm yok mu? Birinde boş yer olması gerektiğinden eminim? Altıncı saat Biyoloji tek seçenek olamaz…”
Dişlerimi çok geniş gösterip onu korkutmamaya dikkat ederek gülümsedim, ifadenin yüzümü yumuşatmasına izin verdim.
Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Çok genç, diye hatırlattı kendine. “Peki, belki Bob –yani Bay Banner’la konuşabilirim. Bir bakarım –“
Bir saniye aldı, her şeyin değişmesi: odadaki hava, buradaki görevim, bu kızıl saçlı kadına doğru eğilmiş olma sebebim… Daha önce bir amaç için olanlar, şimdi başka bir amaç içindi.
Samantha Wells’in kapıyı açıp, yandaki sepete imzalı bir geç kağıdını koyarak, okuldan uzaklaşmak için aceleyle çıkması bir saniye aldı. Açık kapıdan gelen rüzgarın bana çarpması bir saniye aldı. Kapıdaki ilk kişinin beni niye düşünceleriyle bölmediğini anlamam bir saniye aldı.
Emin olmak için gerekmemesine rağmen döndüm. Bana karşı isyan eden kaslarımı kontrol etmek için savaşarak, yavaşça döndüm.
Bella Swan sırtı kapının yanındaki duvara yaslı, elinde bir kağıtla orada duruyordu. Benim vahşi, merhametsiz bakışımla karşılaştığında gözleri normalden daha da büyüdü.
Kanının kokusu bu küçük, sıcak odadaki havanın her parçasına işlemişti. Boğazım alevler içinde yarıldı.
Canavar, kızın gözlerindeki aynadan yine bana öfkeyle baktı, kötünün maskesi.
Elim tezgahın üzerindeki havada tereddüt etti. Onları uzatıp Bayan Cope’un kafasını, masasına onu öldürmeye yetecek kuvvetle çarpmam için geri bakmam gerekmiyordu. İki hayat, yirmi tanesi yerine. Bir takas.
Canavar heyecanla, açlıkla bunu yapmamı bekledi.
Ama her zaman bir seçenek vardı - olmak zorundaydı.
Akciğerlerimin hareketini kestim ve gözlerimin önüne Carlisle’ın yüzünü yerleştirdim. Bayan Cope’a döndüm ve yüz ifademin değişimine olan iç şaşkınlığını duydum. Benden geri çekildi; ama korkusu tutarlı kelimelere dökülmedi.
Kendimi inkar ederek öğrendiğim bütün kontrolü kullanarak yüzümü normal ve yumuşak hale getirdim. Akciğerlerimde sadece bir kere daha konuşacak hava kalmıştı, kelimeler aceleyle döküldü.
“Boşverin o zaman. İmkansız olduğunu görebiliyorum. Yardımınız için çok teşekkür ederim.”
Döndüm ve kendimi odadan dışarı attım, santimler ötesinden geçerken kızın sıcak kanlı vücudunun ısısını hissetmemeye çalıştım.
Arabama gidene kadar çok hızlı hareket ettim ve durmadım. İnsanların çoğu çoktan gitmişti, o yüzden pek tanık yoktu. Birinci sınıflardan biri, D.J. Garrett fark etti ve sonra aldırmadı.
Cullen nereden geldi – havadan belirmiş gibi… İşte yine hayal gücüm. Annem her zaman der ki…
Volvo’ma girdiğimde, diğerleri zaten oradaydı. Nefes alıp verişimi kontrol etmeye çalıştım; ama boğulmuş gibi, temiz havada soluk soluğaydım.
“Edward?” dedi Alice, sesinde endişeyle.
Ona sadece kafamı salladım.
“Sana ne oldu böyle?” diye sordu Emmett, o anlığına Jasper’ın rövanş modunda olmadığı durumundan dikkati dağılarak.
Cevap vermek yerine arabayı çalıştırdım. Bella Swan beni buraya kadar da takip etmeden önce bu park yerinden gitmek zorundaydım. Benim kişisel şeytanım, yakamı bırakmayan… Arabayı döndürdüm ve hızlandırdım. Yoldayken kırka çıktım. Köşeyi dönmeden önce yetmişteydim.
Bakmadan Emmett, Rosalie ve Jasper’ın Alice’e döndüğünü biliyordum. Alice omuzlarını silkti. Ne olduğunu göremiyordu, sadece ne geldiğini görebiliyordu.
Bana doğru baktı. İkimiz de kafasında gördüğü şeyi izledik ve ikimiz de şaşırdık.
“Gidiyorsun?” diye fısıldadı.
Diğerleri şimdi bana bakıyordu.
“Öyle mi?” diye tısladım dişlerimin arasından.
Çözümüm bocalar ve başka bir seçim, geleceğimi daha karanlık bir yöne döndürürken, gördü.
“Ah.”
Bella Swan, ölü. Benim gözlerim, taze kanla parlak kırmızı. Takip edecek arama. Bizim için güvenli olmasını bekleyip tekrar başlayacağımız zaman…
“Ah.” dedi tekrar. Görüntü daha da ayrıntılı hale geldi. Şef Swan’ın evinin içini ilk defa gördüm, Bella’yı sarı dolaplı küçük mutfakta gördüm, onu gölgelerden takip ederken… kokusunun beni ona çekmesine izin verirken… sırtı bana dönüktü…
“Dur!” dedim, daha fazla katlanamayıp, inleyerek.
“Özür dilerim.” diye fısıldadı, gözleri büyümüştü.
Canavar neşelendi.
Ve sonra kafasındaki görüntü tekrar değişti. Gece, boş bir yol, yanındaki ağaçlar karla kaplı, saatte neredeyse iki yüz mille geçerken.
“Seni özleyeceğim.” dedi. “Ne kadar kısa zaman için gidiyor olursan ol.”
Emmett ve Rosalie birbirlerine endişeyle baktılar.
Bizi eve götüren yola girmek üzereydik.
“Biri burada bırak.” dedi Alice. “Carlisle’a kendin söylemelisin.”
Başımı salladım ve araba aniden durdu.
Emmett, Rosalie ve Jasper sessizce çıktılar; ben gittiğimde Alice’e durumu açıklatacaklardı. Alice omzuma dokundu.
“Doğru olanı yapacaksın.” diye mırıldandı. Bu sefer bir görüş değildi – bir emirdi. “O Charlie Swan’ın tek ailesi. Bu onu da öldürür.”
“Evet.” dedim sadece son kısmına katılarak.
Kaşları endişeyle birleşerek diğerlerine katılmak için dışarı çıktı. Ben arabayı döndürene kadar, ağaçların içinde görüşümden kaybolmuşlardı.
Kasabaya doğru hızlandım ve Alice’in kafasındaki görüşlerin, stroboskop ışığı gibi bir karanlık bir parlak olarak çaktığını biliyordum. Forks’a doksanla hızlanırken, nereye gittiğimden emin değildim. Babama veda etmeye mi? Yoksa içimdeki canavarı kucaklamaya mı? Yol, tekerleklerimin altında hızla kaydı.

Cevapla