Tarihdeki Önemli Suikastler

Gözlerinize inanamayacağınız "nasıl olur ya?" dedirten garip olaylar bu bölümde...
Cevapla
Kullanıcı avatarı
En[G]in
Fanatik Üye
Fanatik Üye
Mesajlar: 1740
Kayıt: 19 May 2018 [ 23:12 ]

Tarihdeki Önemli Suikastler

Mesaj gönderen En[G]in »

Resim

Önce Dışişleri Bakanı Aras sonra Atatürk öldürülecek


Avusturya devlet arşivlerinde 70 yıl sonra ortaya çıkan gizli bir belge, iki Ermeni ve iki Türk’ün Atatürk’e ve genç cumhuriyetin devlet adamlarına karşı planladığı suikastın ayrıntılarını ortaya çıkardı. Hürriyet, korkunç suikast planını ayrıntılarıyla anlatan Avusturya istihbarat belgesine ulaştı.

Suikast iki aşamada gerçekleşecekti. Düzceli Recep Çavuş ve Gönenli İsmail adlı iki Türk ile Bahçecikli Şerbetçiyan ve Pazarköy/Yeniköylü Vahram Çavuş adlı iki Ermeni, Viyana’da bir araya gelerek Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a yapılacak birinci suikastı planlayacaktı.

AVUSTURYA Devlet Arşivlerinde bulunan ve Avusturya Başkanlığı ile Avusturya İstihbaratının resmi iç yazışması olan bir belge, 1935 yılında iki Ermeni ile iki Türk vatandaşının Mustafa Kemal Atatürk ve dönemin Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras başta olmak üzere, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet adamlarını öldürme planlarını ortaya çıkardı. Hürriyet, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. İnanç Atılgan’ın, Avusturya resmi arşivlerinde ulaşıp Türk Tarih Kurumu’na teslim ettiği belgeyi ilk kez açıklıyor.

5 Ocak 1935 tarih ve "Ad NPA K 780 Z1.30.248-13/35" numaralı belge, Avusturya Başbakanlığı tarafından Avusturya İstihbaratına gönderilmiş resmi bir yazışma. Belgeye göre, 1935 yılında Türk Dışişleri Bakanlığı Viyanadaki Türkiye Büyükelçiliği’ne, Atatürk ile birlikte hemen hemen bütün devlet adamlarına yönelik suikast hazırlığını ve bu hazırlığın ayrıntılarını bildiriyor.

İLK HEDEF ARAS

Resim

Elçilik kanalıyla Avusturya Başbakanlığı’na aktarılan bilgiler arasında, iki kademeli "suikast zinciri"nin Avusturya’da planlanacağı bilgisine yer veriliyor. Zincirin birinci kademesi ve ilk hedef olan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a yönelik suikastın Avusturya’da gerçekleşme ihtimalinden söz edilen istihbari bilgiler için Avusturya Başbakanlığı, "Viyana’daki Türk Büyükelçiliği’nin bağlı olduğu yüksek makamından kesinlikle ciddiye alınması gereken gelen bilgi" tanımlamasını yapıyor.

DÖRT SUİKASTÇI

Gizli istihbarat raporunda, dört suikastçı hakkında şu bilgiler yer alıyor:

Düzceli Recep Çavuş: Orta boylu, tıknaz, kahverengi saçlı, siyah sakallı olup Suriye pasaportu taşıyor. Son ikametgahı Suriye’de Beyrut.

Gönenli İsmail: Cılız, siyah tenli ve saçlı, uçları yukarı kalkık küçük bıyıklı olup kendisinin de bir Suriye pasaportu vardır. Son bulunduğu yer Suriye’deki Beyrut’tur.

Bahçecikli Şerbetçiyan: Zayıf, uzun yüzlü, genç görünümlü, griye kaçan saçlı olup Amerikan pasaportuna sahip. 1929’da Türk topraklarına girmek istedi, başarılı olamadı. Fransızca, İngilizce, Türkçe ve Arapça biliyor.

Pazarköy/Yeniköylü Vahram Çavuş: Orta boylu, koyu tenli, siyah kaşlı ve saçlı, yüzü tıraşlı olup Nansen pasaportuna sahip. Fransızca ve Türkçe konuşuyor.

İki Ermeni, resimli ve Latin alfabeli Türk nüfus cüzdanına sahip ve (sahte) isimleri "Tarsuslu Humadi" ve "Silifkeli Abdülrezzak". Sözü geçen halıcının ise Arşak Taşçıyan olduğu belirlendi (3 Mayıs 1908’de Kayseri/Türkiye’de doğdu, bekar). Adresi, Wienener Hauptstr. 10/23, O/193 (Altes Freihaus)

SUİKASTLAR NASIL YAPILACAKTI

1935 yılının Ocak ayı. Fransa’da bulunan iki Türk ve iki Ermeni vatandaşı, yakın bir zamanda Viyana’ya gitmek için hazır bekliyor. Viyana’da buluşacakları adres, Kayseri doğumlu olan ve halıcılık yapan Arşak Taşçıyan’ın Wiedener Bulvarı’ndaki yeri.

Buluşmanın konusu, o sırada Avrupa’da mekik dokuyan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a düzenleyecekleri suikast. Suikast zincirinin bu ilk halkasının tetikçileri iki Türk, Düzceli Recep Çavuş ve Gönenli İsmail.

Türk Dışişleri Bakanı Dr. Aras, Cenevre’ye giderken ya da dönerken öldürülecek. Avusturya ya da başka bir ülke. Türk tetikçiler bir azrail gibi Tevfik Rüştü Aras’ın peşindeyken, iki Ermeni Bulgaristan’da hazır olacak ve "emir" bekleyecek.

Bahçecikli Şerbetçiyan ve Pazarköy/Yeniköylü Vahram Çavuş’un pasaportları hazır. Eğer Tevfik Rüştü Aras’a yönelik suikast başarıya ulaşırsa, biri Amerikan, diğeri "Nansen pasaportu" taşıyan iki Ermeni tetikçi, Ankara’nın yolunu tutacak.

İkinci suikast için planlanan mekan, katledilecek olan Tevfik Rüştü Aras’ın cenaze töreni. Muhtemelen bir bombalı suikast. Hedef önce Mustafa Kemal Paşa... Ve cenazeye katılan "yüksek makam sahibi" kim varsa...

NANSEN PASAPORTU NEDİR

Oslo doğumlu Fridtjof Nansen, Grönland üzerinden Kuzey Kutbu’na geçen ilk kaşif ve siyasetçi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler’in "atası" olan Milletler Cemiyeti’nde mülteciler komiseri oldu. Mültecilerle ilgili çalışmaları nedeniyle 1992 yılında Nobel Barış Ödülü alan Nansen’in ismi, yine bu çalışmalar nedeniyle mülteciler için özel hazırlanan pasaporta verildi. "Nansen Pasaportu" adı altında bugün de kullanılıyor.

İŞTE BELGE

Resim

"Viyana’daki Türk Büyükelçiliği’nin bağlı olduğu yüksek makamından kesinlikle ciddiye alınması gereken bilgiye göre, şu an Fransa’da bulunan iki Türk ve iki Ermeni, yakın bir zamanda Viyana’ya gelecek ve Taşçıyan isimli halıcının yanında Türk Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’a yapılacak suikast üzerine görüşecekler. Suikast iki Türk tarafından, Türk Dışişleri Bakanı Cenevre’ye giderken ya da dönerken, veyahut da Avusturya ya da başka bir ülkeden geçerken düzenlenecek. Bir sonraki Kurul Toplantısı, Türk Dışişleri Bakanı’nın Avusturya’dan geçeceği 13 Ocak tarihinden önce Ocak ortasında yapılacak. Viyana’da yapacakları görüşmelerden sonra bu iki Ermeni Bulgaristan’a gidecek ve Hasköy’e konuşlanacak, pasaportlarını hazırlayıp emir bekleyecekler. Türk Dışişleri Bakanı’na düzenlenecek defin töreninde özellikle Mustafa Kemal’e olmak üzere yüksek makam sahibi kişilere suikast düzenleyecekler."

İZMİR’DE BAŞARISIZ SUİKAST

Cumhuriyet tarihinde Atatürk’e yönelik suikast girişimlerinden en önemlisi, İzmir suikastı olarak biliniyor. 1926 Haziranı’nda Gazi Mustafa Kemal’e İzmir’de düzenlenmesi tasarlanan suikast girişimi önceden haber alınarak önlenmiş ve düzenleyicileri tutuklanmıştı. Kurulan İstiklal Mahkemesi, suçları sabit olanları idama mahkum etmişti. 14 Temmuz 1926’da başta Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi, Şükrü Bey, Ayıcı Arif, İsmail Canpolat olmak üzere 13 kişi idam edilmişti. Atatürk bu girişimi, Anadolu Ajansı’na, "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet páyidar kalacaktır" sözüyle değerlendirmişti.

=================================================================================================================================================

Resim

Osmanlı hükümdarlarının yedincisi olup İstanbul’u almak suretiyle tarihte yeni bir devir açan ve Osmanlı devletini de bir imparatorluk haline getiren padişahtır. 1430 yılında doğdu. İkinci Murad’ın oğlu, Çelebi Sultan Mehmed’in torunudur. Annesinin Sırplı veya Zülkadiroğulları soyundan Alime Hatun adlı bir Türk olduğu hakkında iki rivayet vardır. Babası sağlığında onu iki defa tahta geçirerek Manisa’ya istirahata çekilmişti.

İlk defa 1444 yılında yani 14 yaşında iken hükümdar oldu. Fakat onun çocuk olmasından fayda uman Haçlılar Ordusu hududu aşınca ikinci Murat tehlikeyi karşılamak zoruyla tekrar tahta çıktı ve Varna muharebesinde düşmanı yendi.

Fatih ikinci defa bir yıl sonra, yani İkinci Kosova savaşının kazanılmasından sonra padişah oldu ama yine çocuk olduğu düşünülerek tekrar Manisa Valiliğine gönderildi.

Babasının 1451 Şubatında ölmesi üzerine Manisa’dan dolu dizgin Edirne’ye gelerek tahta çıktı. 21 yaşında bir delikanlı idi. Manisa’da hükümdarlık nöbetini beklediği yıllarda bütün zamanını okumaya vermiş olduğunu söylenir. Arapça ve Farsça’dan başka Latin, Yunan ve İbrani dillerini de öğrenmiş olduğu rivayet edilir.

Taca sahip olunca, vaktiyle tahta geçmişken Manisa’ya dönmesine sebep olan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı içinde sakladığı hınca rağmen makamında bıraktı. Karamanoğlu İbrahim Bey’in isyanını da bastırdıktan sonra İstanbul’u almak için hazırlığa başladı.


Nihayet 29 Mayıs 1453’te Topkapı ve Eğrikapı üzerinden Türk askeri şehre girdi ve İstanbul alınarak tarihin Ortaçağı sona ermişti.

Fatih, şehri aldıktan sonra yirmi gün kadar İstanbul’da oturmuş, mağluplara o çağın değil, bu asrın bile galiplerinde rastlanmayan âlicenaplık göstermişti. Rumlara yeniden patrik seçtirmiş, ve sonraları Osmanlı Devleti için büyük güçlükler doğuran imtiyazları vermişti.

Edirne’ye dönüşünde Sadrazam Halil Paşa’yı öldürttü ve yerine ancak bir yıl kadar sonra Mahmut Paşa’yı Sadrazamlığa getirdi. 23 yaşında İstanbul’u almış olan Fatih, ondan sonra 28 yıl hükümdarlıkta bulunmuş ve bütün saltanatı zarfında iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethederek “Fatih” unvanına tamamıyla hak kazanmıştır.

Yaptığı savaşlar arasında başarısız olanlar da vardı. Fakat savaşlarının çoğu parlak zaferlerle bitmiştir. 1456’da meşhur Jan Hünyad, Firuz Bey’in ordusunu bozmuş, kendisini esir etmişti. Arnavutlukta yine meşhur İskender Bey, Fatih’in ordularını uzun müddet uğraştırdı.

1459’da Yunanistan ve Sırbistan istila edildi. 1462’de Trabzon İmparatorluğu da Osmanlıların eline geçti. İki yıl sonra Bosna alındı. Karaman hükümetine büsbütün son verildi. Arnavutluk nihayet istila edildi. 1475’de Gedik Ahmed Paşa komutasındaki ordu Kırım’ı aldı ve ondan sonra Kırım bir Osmanlı eyaleti haline girdi. İtalya topraklarında ve Avusturya içlerinde Türk akıncıları dolaştı.

Fatih Sultan Mehmet, Rodos kalesini almaya uğraşmış, fakat muvaffak olamamıştır. Rodos Şövalyeleri, Fatih’in torununun oğlu Kanuni Süleyman zamanına kadar Türk pençesinden kurtulmuş oldular. Akkoyunlu devletinin hükümdarı Uzun Hasan’ın mağlubiyetle neticelenen Otlukbeli Savaşı da 1472’de yapılmıştır.

25 Nisan 1481 günü Ordu-yu Hümayûn'un başında yola çıkan Fatih Sultan Mehmet, Üsküdar'a geçerek ilerlemeye başladı ve bir hafta sonra Gebze civarında konakladı. İstanbul'dan yola çıktığı günden beri sağlık durumu birden bozulmuş ve günden güne de kötüye gitmeye başlamıştı. Aslen Venedikli bir Yahudi olan özel hekimi Yakup Paşa (Asıl adı Maestro İacopo), ulu hakanı tedavi etmek bahanesiyle hareket gününden itibaren vermeye başladığı zehrin dozunu artırmakta idi. Bu Venediklilerin Fatih'e on beşinci suikast teşebbüsü idi. Bundan önceki on dördü hedefine ulaşamamıştı. Venedikliler bu kez astronomik bir ücret vaadi ile padişahın özel doktorunu elde etmişlerdi.

Fatih Sultan Mehmet, 3 Mayıs 1481 günü Gebze'deki otağında kan kusarak öldü. Ancak Yakup Paşanın foyası hemen meydana çıkmıştı. Venedik'in kendisine vaat ettiği 250 milyonluk muazzam serveti alamadan, Türk askerleri tarafından linç edildi.

Tarihlerimiz Fatih Sultan Mehmet’i şu suretle tarif ederler: “Orta boylu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, gövdesi bacaklarından uzun, kaşları yüksek ve kavisli, çehresi beyaz üzerine siyah ve kıvırcık, boynu kısarak ve ön tarafına mail, alnı açık, gözleri parlak, ağzı küçük, burnu kiraza sokulmuş şahin gagası şeklinde kemerli idi.”

Kendi adıyla anılan Fatih semtinde yaptırdığı Fatih camiinin bahçesindeki türbede gömülüdür. Camiinin etrafında medreseler de yaptırmış ve bunları o zamana göre mükemmel denecek bir şekilde açtırmıştır. Eyüp camii ile Ayasofya medresesini de o yaptırmıştı.

İlim adamlarına hürmet ettiği, hocası Molla Güranî’nin daima elini öptüğü, Molla Hüsrev’e camide bile ayağa kalktığı, Molla Cami ve Ali Kuşçu gibi şöhretli alimlere büyük ihsanlarda bulunduğu meşhurdur.

Fatih edebiyatla da meşgul olmuş ve Avnî mahlasıyla gazeller yazmıştır. 14 gazeli Divân-ı Avnî adı ile 1904 yılında Berlin’de basılmıştır.

=================================================================================================================================================

Osmanlı tabaklarının sırrı

Osmanlı sarayında kullanılan ve bugün Topkapı Müzesi'nde sergilenen birbirinden değerli porselen tabakların ilginç bir de işlevi varmış. Yemekte zehir varsa, tabakların rengi değişirmiş...

Resim

Antikçağ'dan bugüne kadar, zehirle işlenen cinayetlerin haddi hesabı yok. Zehir, doğada, başta mantarlar olmak üzere bitkilerden ve bazı hayvanlardan kolayca elde edilebiliyor. Hatta bu işle uğraşanlar zamanla bu uğraşı meslekleri haline getiriyor. Diğer taraftan zehir ve panzehir araştırmaları bugüne kadar tıp biliminin gelişmesine önemli katkı sağladı. 8. Yüzyılda Arap simyacı Cabir Bin Hayyan, arseniği kaynatarak beyaz, kokusuz ve tatsız arsenik tozu elde ediyordu. Arsenik, zehirlerin en tehlikelisi ve sinsisidir. Belirtileri kolera gibi hastalıklarla benzeştiği için teşhis edilmesi güçtür. Bu yüzden 18. Yüzyılın sonlarına kadar hekimler arsenik zehirlenmelerini teşhis edememişler. Öte yandan zehirlerin etkilerini ve sonuçlarını ölçebilmek için antik çağlardan itibaren mahkumlar üzerinde deneyler yapılmış.

Tarih boyunca zehirli suikastler arttıkça, korunma yöntemleri de parelel olarak gelişmiş. Özelllikle krallar, sultanlar, imparatorlar zehirden korunmak için yemeklerini aşçılara, görevlilere, yahut evcil hayvanlara yedirmek suretiyle kontrol ettirmiş. Bugün gurme olarak bildiğimiz, Osmanlı'da 'çeşnicibaşı' yahut 'şikemperver' olarak tabir edilen mesleğin gelişmesinde de zehire karşı duyulan korkunun rolü yadsınamaz. Osmanlı sarayında kullanılan ve bugün Topkapı Müzesi'nde sergilenen birbirinden zarif ve ustaca işlenmiş porselen tabakların ilginç bir de işlevi varmış. Yemekte zehir varsa, tabakların rengi değişirmiş.

Putin'in kalacağı köşk zehir testinden geçirildi

Bu arada zehirli suikastlerin piri olan Rusya, Devlet Başkanı Vilademir Putin'in, (eski KGB Başkanı) Türkiye ziyaretinde bu konuyla ilgili olarak sıkı güvenlik tedbirleri aldı. Rus gizli servis ajanları ziyaretten bir hafta önce Putin çiftinin kalacağı Camlı Köşk'te araştırma yaptı. Ajanlar banyo ve lavabolardan akan sudan numune alarak zehir katılıp katılmadığını test etti.

Yuşçenko'yu zehirleyen dioksin Vietnam'da da kullanılmış

Ukrayna'nın Batı yanlısı lideri Viktor Yuşçenko'yu zehirlediği belirlenen Dioksin, ABD'nin Vietnam savaşında da kullanılmış. Zehirlenme olayının kesinleşmesinin ardından Yuşçenko'nun tedavisini yapan doktor istifa etmişti. Zehirli dioksin içeren turuncu zehir, Vietnam Savaşı'nda binlerce köylünün ölümüne ve sakat kalmasına yol açmış.


Tokalaşırken zehirlenmekten korktu

Zehirli suikastler sinsice hazırlandıkları için devlet başkanlarının, başbakanların, kralların tedirginlik duyduğu bir husus. Bu nedenle devlet adamları en üst derecede güvenlik önlemlerine başvuruyor. Bush'un Türkiye ziyaretinde, İstanbul'da Galatasaray Üniversitesi'nde yaptığı konuşmaya katılan konukların ellerini kontrol ettirmesi de zehir korkusundanmış. Bush'un korumalarının, aralarında bakanların da bulunduğu konukların avuçlarını kontrol etmeleri tepkiyle karşılanmış ve Meclis'te tartışmalara neden olmuştu. Ama avuçiçi taramasının sebebi vardı. İddialara göre 1990'da Pentagon'un üst düzey bir yetkilisi tokalaşma sırasında yüzük içine ustalıkla monte edilmiş zehirli iğneyle öldürülmüş. 1992'de İsrailli üst düzey bir yetkili de benzer bir suikasta kurban gitmiş.


Saddam havuzuna saat başı test yaptırıyordu

Devrik Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin de zehirli suikastlere karşı son derece dikkatliydi. Havuzunu saat başı test ettirirdi. Saddam'ın yemekleri de nükleer fizikçiler ve kimyagerler tarafından analize tabi tutulurdu.

Öte yandan CIA ve MOSSAD kilit durumdaki liderlerin sağlığını yakından takip ediyor. MOSSAD, Ürdün Kralı Hüseyin'in Amman'daki cenaze töreninde Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'ın idrarını ele geçirerek analiz ettirmiş. Analizde Esad'ın hangi ilaçları kullandığı, ne kadar ömrü kaldığı bile tespit edilmiş

=================================================================================================================================================

Turgut Özal Suikastı

Resim

O da spor kıyafetliydi Tanık Ali Ünal: Kartal Demirağ'a müdahale ettim, tabanca kabzasıyla yüzüme vurdu, beraber yere düştük. Boğuşma sırasında tanımadığım bir kişi arkadan bana vurdu. Gazeteci Hamdi Eşkinat: Bahçede, kongreye girmeyi bekleyen ve üzerlerinde kongreye gelinecek kıyafet olmayan iki kişiyi fark ettim. Bunlardan uzun boylusu, sonradan olay mahallinde olayı yapan kişiydi.

13 yıl önce 18 Haziran 1988 günü Ankara'da Atatürk Kapalı Spor Salonu'nda yapılan ANAP kongresinde Kartal Demirağ saat 12.30 civarında kürsüde konuşan Başbakan Turgut Özal'a iki el ateş etti. Demirağ birinci kurşunda Özal'ın göğüs bölgesini, ikinci kurşunda ise karın bölgesi olmak üzere öldürücü noktaları hedef aldı. Ancak birinci kurşun Özal'ın sağ eline, ikinci kurşun mikrofon borusuna isabet etti.

Demirağ'ın kullandığı İngiliz yapımı tabancada beş kurşun vardı, tabanca ikinci kurşundan sonra tutukluk yaptı. Bu sırada Maliye Bakanı Ahmet Kurtcebe Alptemoçin'in koruma polisi Ziya Ayaz, Demirağ'ı sağ kolundan vurdu. Demirağ yerde yuvarlanarak kaçmaya çalışırken, diğer koruma polislerinin ateşiyle sağ koluna iki kurşun daha isabet etti ve yakalandı.

Her şey 18 saniyede olup bitti

O günden bu yana, Kartal Demirağ'ın spor kıyafetli ve silahlı olarak nasıl kongre salonuna girebildiği, salonda yalnız olup olmadığı, kimler adına hareket ettiği soruları hep soruldu. Sağlığında, kameraların salonda çektiği görüntüleri defalarca uzmanlarla birlikte izleyen Özal, Kartal Demirağ'ın içeride yalnız olmadığı inancındaydı. Kartal Demirağ'ın silahından çıkan kurşun seslerinden hemen sonra ikinci bir silahtan çıktığı sanılan başka bir sesin de kameralara yansımış olması, Özal'ın bu inancını kuvvetlendirmişti.

Kartal Demirağ'ın Özal'a ilk kurşunu sıkmasından, polislerin açtığı karşı ateşle yaralanıp yakalanmasına kadar 18 saniye geçmişti. İşte bu 18 saniyelik zaman diliminde tam olarak ne olup bittiği, yıllar sonra Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılarının yaptığı soruşturma tutanaklarıyla biraz daha netleşti.

Turgut Özal suikastı soruşturmasını dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet savcıları Nusret Demiral, Tevfik Hancılar ve Ülkü Coşkun yaptı. 12 gün boyunca tedavi edilen Kartal Demirağ, 16 gün boyunca sorgulandı. Savcılar olay günü salonda olan kişiler başta olmak üzere pek çok kişinin ifadesini aldılar. İkisi gazeteci olmak üzere üç kişi, suikast anı ve öncesini savcılara anlatırken, Kartal Demirağ'ın yanında ikinci bir kişi daha bulunduğunu belirtiyorlar.

Üç tanık ikinci suikastçıyı gördü

O gün salonda olan Mamak Ortaköy Muhtarı Ali Ünal, ifadesinde şunları söyledi:

"Birkaç kişiyi iterek öne geçmek isteyen bir kişinin tabancasını çekip öndeki kişinin omuzuna koymak suretiyle Sayın Turgut Özal'a ateş ettiğini gördüm. Bu kişiye müdahale edip önlemek istedim. Ancak tabanca kabzasıyla yüzüme vurdu, beraber yere düştük. Sonradan bu kişi bağırarak geriye doğru kaçmaya çalıştı. Ancak boğuşma sırasında yine tanımadığım ve göremediğim bir kişi arkadan bana vurdu."

Gazeteciler Nevzat Turgay Esmer ve Bülent Hamdi Eşkinat, kongreyi izlemek üzere Atatürk Spor Salonu'na geldiklerinde bahçede Kartal Demirağ'ı nasıl gördüklerini şöyle anlatıyorlar:

Turgay Esmer: "İki kişinin, kongre salonuna girilmeyecek bir tarzda spor giyinerek geldiklerini ve bahçede durduklarını fark ettim. Bu kişilerden bir tanesi Sayın Turgut Özal'a ateş eden kişiydi."

Hamdi Eşkinat: "Bahçede, kongreye girmeyi bekleyen ve üzerlerinde kongreye gelinecek kıyafet olmayan iki kişiyi fark ettim. Bunlardan uzun boylusu, sonradan olay mahallinde olayı yapan kişiydi."

Demirağ'ı sağ kolundan vuran polis

Maliye Bakanı Ahmet Kurtcebe Alptemoçin'in koruma polisi Ziya Ayaz ise, Kartal Demirağ'ı sağ kolundan nasıl vurduğunu savcılara şöyle anlattı:

"Bir kişi konuşmakta olan Sayın Turgut Özal'a tabancasını çekerek ateş etmeye başladığı an onu durdurmak için o tarafa birkaç el ateş ettim. Benim bu müdahalemle sanık, tabancayı tuttuğu sağ kolundan yaralanarak yere düştü ve yuvarlanarak kaçmaya yeltendi. Sanık iki el ateş edip üçüncü defa ateş etmek üzereyken, tabancamı çekerek ateş ettim."

Diğer tanıkların anlatımına göre ise, Kartal Demirağ, Özal'a iki el ateş ettikten sonra nara atar gibi bağırdı. Sonra, tabancalı sağ eli havada olmak üzere geriye doğru yarım daire çizdi ve bağırmasına devam etti. Silah sesleri çoğalınca bu kez silahını atıp yerde yuvarlanarak çıkış istikametine doğru uzaklaşmaya çalıştı. Tutanaklara göre, Kartal Demirağ yaralı olarak yakalanıp hastaneye götürülürken, Turgut Özal'ın durumunu merak ediyordu. Polislere, "Başbakan'a bir şey oldu mu?" sorusunu yöneltti.

Suikastın hedefi, Özal'ın hangi özelliğiydi?

Nusret Demiral, Tevfik Hancılar ve Ülkü Coşkun'dan oluşan Ankara DGM'nin 3 savcısı, 3,5 ay süren soruşturmaları sonucunda hazırladıkları 30 Eylül 1988 tarihli 44 sayfalık Turgut Özal suikastı iddianamesinde, suikastın amacını şöyle anlattılar:

"1983 yılı içinde çıkarılan Siyasi Partiler Kanunu içinde yeni düşüncelere yer vermek ve devleti bundan sonra 12 Eylül 1980 öncesine sürükleyebilecek düşünceleri silmek veya bir tarafa bırakmak kayıt ve şartıyla yeni partiler kurulmuştur. Bu partiler içinde Anavatan Partisi seçmenlerin çoğunluk oyuyla iktidara gelmiş, seçimden itibaren Sayın Turgut Özal, Anavatan Partisi genel başkanı olarak Anayasa ve yasalar çerçevesi içinde başbakanlık görevini üstlenmiştir.

Anavatan Partisi ve diğer partilerin siyasi düşüncelerinin hangi çerçeve içinde olduğunu, iktidar partisi olarak Anavatan Partisi'nin 1983 yılından bu yana icraatının ne olduğunu, demokratik düzen içinde her aklı selim sahibi vatandaş bilmektedir.

Anavatan Partisi'nin bu iktidarı sırasında görülebilen önemli faaliyetlerden bir tanesi 12 Eylül 1980 tarihinden önce sıkıntısı duyulan bazı tüketim mallarındaki ferahlama ortamıdır.

Bugün için denilebilir ki, gayrimeşru ve yasadışı ortam içinde piyasada karaborsa olarak tanımlanan ortam mümkün olduğunca kaldırılmıştır. Bu yönüyle, bazı çıkar sahiplerinin iktidarda bulunan partinin genel başkanına elbette ki, sempati duymayacakları ve çok kısa zaman içinde her ne şekil ve şartta olursa olsun iktidardan uzaklaştırılması için faaliyete geçecekleri açıktır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde başbakanlık görevini üstlenmiş bulunan Sayın İnönü'ye yapılan saldırı ile yine eski başbakanlardan Sayın Demirel'e yapılan tecavüz olayı, içeriği itibariyle politik bir amaca dayalıdır.

İşte sonuç itibariyle devlet büyüklerine yapılan saldırılardaki, diğer bir deyimle suikast girişimlerindeki kişi ve kişilerin amacı,

1. Demokratik düzen içinde seçim yoluyla elde edemeyecekleri politik çıkarlarını,

2. Ekonomik düzen içinde meşru yollar dışında elde etmeye çalıştıkları menfaatlerini sağlamaktır.

Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Turgut Özal'a silahlı saldırıda bulunma olayı da, esas maksatların bu iki çerçeve içinde incelenmesi ve soruşturmanın o yönde geliştirilmesi düşünülerek her yönüyle araştırmaya tevessül edilmiş ve bu soruşturmada elde edilen bulgular da nazara alınarak 18 Haziran 1988 günü Ankara Kapalı Spor Salonu'nda meydana gelen olayda, yakalanan asli fail Kartal Demirağ hakkındaki soruşturmada, yukarıdaki iki tür amaç ele alınarak sürdürüldüğü ve soruşturmada öncelikle olayın cereyan tarzı ve genel açıklaması ile olay failinin özgeçmişi ve olaydaki hareketinin anlatımına yer verilmesi düşünülmüştür..." (Özal suikastı iddianamesi, sayfa 6—7).



Demirağ'a Horzum kancası

Kartal Demirağ, birinci sorgusunda, "Kemal Horzum ve ekibi, Özal hükümetinin uygulamalarından şikayetçiydi. Özal hükümetinin kaçakçılığı önleme konusundaki ekonomik politikası ile af çıkarmama konusundaki politikası Kemal Horzum ve yurtdışında bulunan kişileri rahatsız etti." diyerek soruşturmaya yön verdi. , birinci sorgusunda, "Kemal Horzum ve ekibi, Özal hükümetinin uygulamalarından şikayetçiydi. Özal hükümetinin kaçakçılığı önleme konusundaki ekonomik politikası ile af çıkarmama konusundaki politikası Kemal Horzum ve yurtdışında bulunan kişileri rahatsız etti." diyerek soruşturmaya yön verdi.

1956 yılında Afyon'un Dazkırı ilçesinde dünyaya gelen Kartal Demirağ'ın babası devlet memuruydu. İlk ve ortaokulu çeşitli ilçelerde bitirdikten sonra babasının tayini Güney ilçesine çıktı. Ülkü Ocakları ile burada, Şevki Acaroğlu vasıtasıyla tanıştı, onun verdiği kitapları okudu. İlk defa bu dönemde, 1971–73 yıllarında çeşitli eylemlere katıldı. Öğrenciler arasında yaşanan taşlı, sopalı, bıçaklı kavgalara katıldı. Bu kavgaların birinde Dev–Gençli olan Hüsnü Dereli'yi yaraladı ve tutuklandı. Bir hafta cezaevinde kaldı, yaşı küçük olduğundan serbest bırakıldı.

Burada lise yoktu. O yüzden liseye, Buldan ilçesinde yurtta kalarak devam etti; ama başarısız oldu. Babasının tayini Çardak ilçesine çıkınca onun yanına döndü. 1973 sonlarında Çardak'ta solcu bildiği Raşit Yener'le kavga edince yeniden tutuklandı. Bir süre Çardak cezaevinde yattı. 1975–76 döneminde karşıt gruplardan iki öğrenci "Bize silah çekti" iddiasıyla savcıya şikayette bulununca bir daha tutuklandı.

1977'de burada liseyi bitirdi. 1977–78 döneminde, Çardak'ta Kör Dede lakabıyla anılan Dede Acılı'dan Çek marka bir tabanca satın aldı: "Öğrenciler arasında ülkücü ve solcu ayırımı vardı. Silahlı kavgalar vardı. Kendimi korumak maksadıyla tabanca aldım." Üniversite sınavında Denizli Eğitim Enstitüsü'nü kazandı. 1979'da burada hakimiyet ülkücü gençlerden solcu gençlere geçince okula devam edemedi. 1978–79 döneminde Dazkırı'da Kemal Duruhan'ın başkanlığında Ülkücü Gençlik Derneği kurulduğunda ikinci başkanlık görevini üstlendi. Bu görevi 1980 başlarına kadar sürdü.

Horzum'un adamı cezaevine geliyor

Denizli'deki okulu bıraktıktan sonra Ankara Eğitim Enstitüsü'ne kayıt yaptırarak bir süre burada okudu. Kütahya Eğitim Enstitüsü'ne nakil yaptırdı. 1980 sonlarında Kütahya Eğitim Enstitüsü'nden mezun oldu. Ocak 1981'de Çanakkale Öğretmen Yetiştirme Merkezi kurslarına katıldı. Öğretmen olarak ilk görev yeri, Adıyaman'ın Yedioğlu köyüydü. 1981 sonunda Muğla'da öğretmen yetiştirme merkezi kursuna katıldı, bu kursu yarım bıraktı. Köyceğiz'in Akköprü köyüne tayini çıktı. Özal'a ateş ederken kullanacağı tabancayı bu yıllarda Mehmet Çermek isimli bir kişiden satın aldı. İngiliz malı Webley–Scott marka 7.65 çapındaki bu tabanca sekiz mermi alıyordu. 1983'te yarım bıraktığı kursu Mersin Öğretmen Yetiştirme Kursu'nda tamamladı ve Ardahan'ın Çağlacık köyüne tayini çıktı.

1983–85 döneminde Ardahan'da öğretmenlik yaptı. Ardahan Belediye Oteli resepsiyonunda tanıştığı Hayati İpek'in nüfus cüzdanını alıp kendi fotoğrafını yapıştırdı. İleride kullanmak üzere kitapları arasına koyup sakladı. 1985 Ağustos'unda Dazkırı'da Abdullah Şengül isimli bir kişiyle bir düğünde kavga etti. Şengül'ün kendisine çektiği bıçağı elinden alıp onu yaraladı. Birkaç gün kaçtıktan sonra teslim oldu. Adam öldürmeye teşebbüs suçundan 10 yıl ağır hapis cezası aldı. Dinar Cezaevi'ne konuldu. 19 Ocak 1988 günü Dalaman Tarım Açık Cezaevi'ne nakledildi.

Osman Atay, Kartal Demirağ'ın Dazkırı'dan arkadaşıydı. Atay, 1980 öncesi İsviçre'ye gitmiş, gece kulübü ve kumarhanelerde çalışmıştı. Türkiye'deyken işsizdi, İsviçre'ye gitmesinden sonra zenginleştiği gözlenmekteydi. Hakkında çeşitli soruşturmalar olduğu için yurtdışında bulunan Afyonlu işadamı Kemal Horzum'un yanındaydı. Osman Atay, Dinar Cezaevi'nde Şeref Ünal isimli kişiyi ziyarete gittiğinde Demirağ'ı da ziyaret etti. Demirağ'a, "İsviçre'ye gelseydin bu işler başına gelmezdi, rahat ederdin." dedi ve biraz para verdi. 1987 yılı yaz aylarında Kurban Bayramı gününde Osman Atay, Dinar Cezaevi'ne tekrar geldi. Kartal Demirağ, olayın bundan sonrasını özetle şöyle anlatıyor:

"Sen ufak işlerin adamı değilsin"

"Kemal Horzum, Türkiye'de cezaevlerinde ve yurtdışında adamlarına yardımlarda bulunurdu. Bu kişilere para yardımı yapardı. Genel af çıkarılmasını, cezaevlerindeki ve yurtdışındaki adamlarının serbest kalmasını sağlamaya çalışıyordu. Osman Atay bana, Özal hükümetinin affa kesinlikle karşı olduğunu söyledi. Tarım Açık Cezaevi'ne naklolacağımı söylediğimde, Osman Atay, cezaevi müdürüne söyleyerek yardımcı olabileceğini, cezaevinden çıktığımda bana yardım yapabileceklerini belirtip İsviçre Basel şehrinde Uzvil otelinin adresini verdi. 'Senin gibi mert, gözüpek, yiğit kişilere ihtiyacımız var.' deyip 50 bin lira para yardımında bulundu. 31 Aralık 1987 tarihinde Osman Atay tekrar bana geldi. Açık görüş yaptık. Bundan sonra Dalaman Tarım Açık Cezaevi'ne nakil için dilekçe verdim. Buradan firar edebileceğimi Osman Atay'a söylediğimde bana Caddebostan'da (İstanbul) Levinglom gece kulübünün adresini verdi. Pasaport çıkartmak için benden bir fotoğraf aldı. Osman Atay, pasaport işini, Caddebostan'daki gece kulübünde Şeyh Bedrettin isimli kişinin çözümleyeceğini açıkladı. Kemal Horzum ve ekibi Özal hükümetinin uygulamalarından şikayetçiydi. Özal hükümetinin kaçakçılığı önleme konusundaki ekonomik politikası ile af çıkarmama konusundaki politikası Kemal Horzum ve yurtdışında bulunan kişileri rahatsız etti. Osman Atay bana, 'Sen ufak işlerle cezaevinde çürüyorsun, yapacaksan büyük iş yap.' dedi."

Cezaevi'nden kaçışı

Kartal Demirağ, Dalaman Cezaevi'nden 22 Ocak 1988 günü kaçtı. Daha önce Ardahan'da temin ettiği Hayati İpek kimliğine kendi resmini yapıştırıp kullanmaya başladı. Demirağ'ın cezaevinden kaçtığı günden 16 Haziran günü Ankara'ya gelene kadar geçen yaklaşık beş aylık sürede tam olarak ne yaptığı bilinmiyor. Kendi anlatımlarına göre, 26 Ocak günü Antalya'ya, ertesi gün Ankara'ya gidiyor, dayısına uğruyor. Bir cezaevi arkadaşının kardeşiyle görüşmek için Zonguldak Ereğlisi'ne gidiyor. 30 Ocak günü İzmir'e geliyor. Şubat ayında Dazkırı'ya geliyor. Haziran başına kadar Dazkırı'da kalıyor, annesinin evinde saklanıyor. Nisan ayında Semra Özal'a bir mektup gönderiyor. Annesine ait bir arsayı 900 bin liraya satıyor, bankaya yatırıyor. Bu paranın bir bölümüyle 300 mark alıyor ve Webley–Scott marka tabancasını da yanına alıp Adana'ya gidiyor. Burdur'a geçip 4 Haziran günü Semra Özal'a, Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı'nın Ankara'daki adresine ikinci mektubunu gönderiyor. Bu mektubunda Başbakan Özal'ın af çıkarmasını istiyor. Adana'da üniversite hastanesinde çeşitli muayenelerini yaptırıyor. Mersin'e geçiyor, bir kiralık ev arıyor. Gözüne kestirdiği bir sarrafı soymaya karar veriyor; ancak sonradan vazgeçiyor.

Suikast sabahı midesinde ağrı

16 Haziran Perşembe günü Adana'dan Ankara'ya geliyor. O gece kaldığı otelin adını vermiyor. 17 Haziran gecesi Numune Palas Oteli'ne yerleşiyor. 18 Haziran Cumartesi sabahı kalktığında midesinin ağrıdığını hissediyor. Bir lokantaya gidip işkembe çorbası içiyor. Saat 11.00'e doğru otelde tabancasının ağzına mermi sürüyor. Silahını ve küçük Kur'an–ı Kerim'ini el çantasına koyuyor. "Özal, ya sen öleceksin ya da ben" yazısını yazdığı takvim yaprağını da cebine koyup aşağıya iniyor. Otelin parasını ödüyor ve bir taksiye atlayıp kongrenin yapılacağı salona geliyor. Kartal Demirağ bundan sonrasını şöyle anlatıyor:

"Arama yapılmadığı için kongreye girdim. Başbakan Turgut Özal'ın oturacağı yerin tam karşısına geldim. Turgut Özal kürsüde konuşmaya başladığında iki el ateş ettim. Üçüncü elde tabanca tutukluk yaptı. Bu arada beni bir şahıs geriye doğru çekti ve tuttu. Onun yüzüne tabancayla vurdum. Tabancalar patladı, bu arada sağ kolumdan yaralandığımı hissettim. Hadiseden sonra İstanbul'da Osman Atay'ın söylediği Caddebostan'da Şeyh Bedrettin'in bulunduğu Levinglom isimli gece kulübüne gitmeyi düşündüm. Ancak yaralandığım için yakalanıp hastaneye getirildim."

Kartal Demirağ savcılara, "Eylemi af çıkarılmaması sebebiyle yaptım." dedi ve şöyle devam etti: "1971–72'de Denizli'nin Güney ilçesinde Kanlıgöl denilen bölgede ülkücü gençlik olarak topluca jimnastik ve spor yaptık. Ankara Ticari İlimler Akademisi'nde okuyan Şevki Acaroğlu'ndan karate dersleri aldık. 1978–79 yıllarında Dazkırı'da Ülkücü Gençlik Derneği İkinci Başkanlığı yaptığım dönemde silahlı eğitim atışları yaptık. Olayda kullandığım tabanca ile daha önceden çalışmalar yaptım. Bu tabancayla altmışa yakın mermi atışı yaptım, tabanca daima üçüncü mermide tutukluk yaptı."

Polis laboratuvarında Kartal Demirağ'ın kanı üzerinde yapılan incelemede herhangi bir uyuşturucu, uyarıcı madde ve alkol bulunmadı. Adli Tıp Kurumu incelemesi de aynı sonucu verdi. Soruşturma sırasında, Kartal Demirağ'la boğuştuğunu söyleyen muhtar Ali Ünal, ikinci suikastçıyı gördüklerini söyleyen gazeteciler, Demirağ'ın eli tabancalı resmini çeken foto muhabiri ve Kartal Demirağ'a salonda tatbikat yaptırıldı. TRT ve Emniyet kameralarının kaydettiği bu tatbikatta anlatımların gerçeğe uygun olduğu tespit edildi.

Demirağ'ın kişiliği ve örgüt bağlantısı

Turgut Özal suikastı iddianamesini yazan üç savcı, Kartal Demirağ'ın kişiliğini şöyle anlattılar:

"Sanık Kartal Demirağ'ın çoğu suçlu tipinin dışında bir benliğe, diğer suçlulardan farklılıklar gösteren bir kişiliğe sahip olduğu görülmüş ve öğrenilmiştir. Diğer bir anlatımla sanık Kartal Demirağ'ın soğukkanlı, yaptığı eylemin bilincinde, taviz vermekten kaçınan, katı, insanca olan merhametten yoksun suçlu örneğini verdiği müşahede edilmektedir. Bu tür suçlu tipinde bir yasal veya yasadışı örgüte sığınma şartı olmadığı, yalnız tasarladığı eylemi düşüncesi ve yapacağı fiili kabul etmesinin yeterli olacağı bilinmektedir. Bu tür suçlu tipinin üçüncü kişilerce elde edilmesi, sevk ve idare edilmesi de kolaydır. Hatta üçüncü kişiler olayda görülmeksizin suçlunun yapacağı eylemden her zaman çıkar sağlayabilirler. Bu durumdan kimsenin de haberi olmaz.

İşte sanık Kartal Demirağ ifadesinde bildirdiği Osman Atay da, sanığın bu karakterinden faydalanmaya, eylemini çabuklaştırmaya, ileriye yönelik birtakım vaatlerde de bulunarak sanığın fiilini öncelikle işlemesini dolaylı olarak iknaya çalıştığı sezilmiştir. Eylemin geciktirilmeksizin ifasında suçluya kolaylık ve vaadin önem taşıdığını çok iyi bilen Osman Atay, bunu her hareketi ile göstermiştir. Yine sanık Kartal Demirağ'ın ideolojik fikirlerinden hareketle bu durumundan faydalanmaya kalkışan yasal veya yasadışı örgütlerin yöneticileri, fertleri olabileceği varsayımıyla soruşturmanın bu yönünün araştırılması, soruşturmanın bu yönden sürdürülmesi cihetine gidilmiştir."

Ne var ki, savcılar Kartal Demirağ'ın örgüt bağlantısını tespit edemedi. Dolayısıyla davayı Türk Ceza Kanunu'nun adam öldürmeye yönelik maddesinden açtılar. Ancak 44 sayfalık iddianamenin altına şu notu düştüler: "Olayda üçüncü kişilerin takip ve tespiti ile soruşturmanın sürdürülmesi için evrak tefrik olunmuştur."

O günden bugüne, bu üçüncü kişiler tespit edilemedi.

'Orgütümüz sizi yok edecek'

Kartal Demirağ gibi Afyonlu olan Kemal Horzum, Emlak Bankası'ndan aldığı 80 milyon dolar krediyi geri ödemeyip 1985'te yurtdışına kaçmıştı.

Horzum, İsviçre'de yakalanıp Türkiye'ye getirildiğinde Nusret Demiral tarafından ifadesi alındı; ancak olayla bağlantısı ortaya çıkarılamadı. Horzum'un adamı Osman Atay için de takipsizlik kararı çıktı. Kartal Demirağ, Ankara 1 No'lu DGM'de yargılandı. Mahkeme 23 Kasım 1988 günü Demirağ'ı 20 yıl ağır hapis ve ömür boyu kamu hizmetlerinden mahrumiyet cezasına çarptırdı. Demirağ dört yıl cezaevinde yattıktan sonra 15 Nisan 1992 tarihinde meşruten tahliye edildi. Cezaevinden çıktığı gün, “Allah Özal'ı öldürmemi istemedi. Onu öldürdüğümde kendimin de öleceğini biliyordum.” dedi.

Yakın tarihte Ankara DGM Başsavcısı Cevdet Volkan, suikastla ilgili olarak şimdi yurtdışında yaşayan eski bir medya patronunun ismini veren Korkut Özal'ın ifadesini aldı. Bunun dışında önemli bir gelişme yaşanmadı.

ANAP içinde 75 milletvekilimiz var

Özal suikastına ilişkin Ankara DGM dosyasında en çarpıcı belgelerden iki tanesini, Kartal Demirağ'ın olaydan kısa süre önce Başbakan Turgut Özal'ın eşi Semra Özal'a gönderdiği iki mektup oluşturuyor. Bu mektuplardan biri suikasttan 1,5 ay önce Nisan 1988'de, diğerini 4 Haziran 1988'de, “Sayın Semra Özal, Türk Kadınını Koruma ve Yüceltme Genel Başkanı, Ankara” adresine gönderildi. Birinci mektup şöyleydi:

“Sevgili Semra Hanım,

Bu mektubu lütfen sonuna kadar okuyun. Sizin ve aileniz için büyük önem taşımaktadır. Sizi çok takdir ediyoruz, yaptığınız olumlu çalışmalar ve iyilikler hep gündemde. Sayın Yeğinmen Semra, bizler yıllarca bu vatan için çalışan Atatürk milliyetçileriyiz. Şimdiki durumu kısaca özetlersek milliyetçi mukaddesatçıların bir kısmı Türkiye'de, bir kısmı yurtdışında, bir kısmı hapishanelerde, bir kısmı da mezarda. Milliyetçiler, Tanrı'dan başka hiçbir şeyden korkmaz, tertemiz kanlarını bu vatan için akıttılar. Komünizme karşı set oldular. Eğer bizler olmasaydık, siz de olmayacaktınız. Güzel arabalarınız, evleriniz, tatlı rüya gibi yaşantınız olmayacaktı. Ve biz Özal'ı destekledik, iktidara geldi. ANAP içinde 70–75 arası milletvekilimiz var. Bizden mezara giden kurtuldu, ya hapishanedekiler, Ortaçağ yaşantısının, her türlü işkencenin sürdüğü hapishaneler adeta bir cehennem misali, bizleri buradan, yani arkadaşlarımızı buradan kurtaracak olan sensin. (LÜTFEN OKUMAYA DEVAM EDİN, SON PİŞMANLIK FAYDA VERMEZ.)

Önce çocuklarınız sonra siz

Şu anda dışarıda milliyetçiler büyük bir teşkilat içinde (her türlü silahlı eylem için). Bütün istediğimiz bir af. Bütün dünya devletleri af verdi. Sovyet Rusya, Doğu Almanya, Filipinler, İran, Afganistan, Polonya, Libya gibi. Biz sizden hırsızların, fiili livatacıların, ırz düşmanlarının, uyuşturucu kaçakçılarının affını istemiyoruz. Bizim istediğimiz sadece kader kurbanları, mert, yiğit, milliyetçilerin affedilmesi. Özal'a baskı yapın. Biz biliyoruz ki eğer af olmazsa, af yoksa siz de yoksunuz. Örgütümüz sizi ve ailenizi yok etmeyi amaçlıyor. 1– Önce çocuklarınız yok edilecek, 2– Sonra sen ve Özal sülalesi. Bu imkansız, diyeceksiniz. Belki ben diyorum ki, (Zafer benimdir diyenindir, K. Atatürk). O güzel çocuklarınız. Efe, Ahmet, Zeynep Amerika'da da okusa, İngiltere'de de okusa peşindeyiz. Evlat acısının ne demek olduğunu bilir misiniz? Yeryüzünde en büyük acıdır. Size yemin ediyorum ki bu acıyı tattırırız. Bizim fidan gibi yiğit gençlerimiz komünizm kurşunuyla toprağın bağrına girerlerken, anaları, babaları evlat acısını tattılar.

Cehennem nedir bilir misin?

Ansızın en mutlu anınızda bu acıyı size tattırabiliriz, Azrail sizi bulmadan, kara haberi almadan, gel af için Özal'ı ikna et. Eğer af yoksa, (Gök girsin kızıl çıksın) yeminimiz kutsaldır. Kurban bayramına kadar size müsaade, af varsa en güzel günler senin, yoksa siz de yok olacaksınız.

T. Özal diyecek ki, korkma hiçbir şey yapamazlar. O her şeyi bildiğini sanıyor. Ama onun son siyasi hayatı. 4,5 yıl sonra Başbakanlığı kaybedecek, bir tek koruma polisi ile kalacak. O zaman onun en karanlık günleri olacak. Son sözümüz. AF MİLLİYETÇİLER İÇİN YA ÖZGÜRLÜK ÇİÇEKLERİ GİBİ AÇACAK YA DA ÖLÜM SİZLERİ YAKALAYACAK.

Sen Sayın Yeğinmen, hapishanelerde birkaç gün yatsaydın intihar ederdin. Hapishaneler cehennemden farksız. Cehennem nedir bilir misin sen? Biliyorsan öğren.”

Aile resminin etrafına yazdıkları

19 Temmuz 1988 tarihli ekspertiz raporunda bu mektubun Kartal Demirağ'ın el yazısı olduğu tespit edildi. Demirağ ikinci mektubunda daha ilginç bir yöntem uyguladı. İkinci mektubuna Özal ailesinin resimlerini yapıştırdı ve resimler etrafına şu yazıları yazdı:

“Şu güzelliğe, temizliğe, saflığa bakın. Bunlara kıyılır mı hiç. Bunlara, iki prens ve prensese kıyılmazsa Türk milliyetçileri affedilmeli, Kurban'da kutsal bayramda, en güzel bayramda. Semra Hanım günah değil mi bu çocuklara, onları nasıl seviyorsan bizleri de sev ve (af) et milliyetçileri. Siz affederseniz hapishaneler boşalmalı, milliyetçiler kurtarılmalı, Semra Hanım yazık değil mi bu güzelliklere.”

Bu mektup için de yapılan ekspertiz incelemesi sonucunda verilen 11 Temmuz 1988 tarihli raporda, yazıların Kartal Demirağ'a ait olduğu belirlendi

Resim

=================================================================================================================================================

Uğur Mumcu Suikastı

Resim

7 OCAK 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde Uğur Mumcu birçok kişinin gözünden kaçan yazısında şöyle diyordu:


“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı. Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.


MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sidney’de yayınlanan Israel’s Secret War’s - A History of Israel’s İnteligence Services adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan lan Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü’nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkileri tarafından da incelendiği yazılıyor.



Kitapta, 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (s.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor. 1969 yılı mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Anlaşması’ndan sonra Iran Şah’ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan


Demokratik Partisi’ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor. Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-ÎRAN-İSRAİL üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor.(sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor.(sh. 328)


70′li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. “Körfez Savaşı’ sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı.(sh. 521) Baba Molla Mustafa ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek…Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek.. İlgi belli… İlişki de belli…


Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?”


Uğur Mumcu, MOSSAD-Barzani bağlantısını anlatan bu yazısından 17 gün, Süleyman Demirel’in Suriye gezisinden 5 gün sonra, 24 Ocak 1993 pazar günü arabasının altına konulan C-4 tahrip kalıbının patlaması sonucu olay yerinde hayatını kaybetti. Devletin her biriminden haber alabilen, çeşitli devlet organlarından kolayca bilgi alabilen bir gazeteciydi Uğur Mumcu. Görüşleri, Türkiye’nin sorunlarına ilişkin çözüm önerileri biliniyordu. Kimler katılmıştı Uğur Mumcu’nun cenazesine?.. Cumhurbaşkanı Vekili ve TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Başbakan Vekili Erdal İnönü, ANAP lideri Mesut Yılmaz, YDP Genel Başkanı Hasan Celal Güzel, içişleri Bakanı ismet Sezgin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Halis Burhan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Beyazıt ve sayısız üst düzey bürokrat…


Suikastten kısa bir süre sonra gündeme gelen İsrail, Şevket Kazan’ın Adalet Bakanı olması ile birlikte yeniden gündeme gelmişti. Şevket Kazan tarafından açıklanan ve MÎT Müsteşarı Sönmez Koksal imzalı bir belgeye göre 2 Şubat 1993 tarihinde, İsrail’in Türkiye’ye bir suikast timi soktuğu belirtiliyordu. Sözkonusu bilgi Başbakanlık’a verilen çok gizli bir belgede belirtilmişti. Kuşkusuz MİT, kısa bir süre sonra, sözkonusu belgenin kendilerine ait olmadığını belirtecekti. Susulması için yeterli bir sebepti çünkü…


ABD İtiraf Ediyor


AMERİKAN Genelkurmayının yayın organlarından Joint Forces Quarterly (JFQ) dergisinin Kış 1996-97 tarihli sayısında yayımlanan bir makalede 1995


Mart’ında gerçekleştirilen Çelik harekât ile ilgili iddialar yer alıyor, harekatla Türkiye’nin Çekiç Güç operasyonuna darbe vurduğu ve operasyonun başarısızlığına neden olduğu belirtiliyordu. Amerikan Hava Kuvvetleri Akademisi öğretim üyelerinden Yüzbaşı Steven R. Drago imzasıyla yayımlanan “Ortak doktrin ve soğuk savaş sonrası askeri müdahale” başlıklı yazıda harekat “bağımsız askeri eylem” olarak nitelendiriliyordu. Çekiç Güç’te görev yapan Drago ‘Çelik Harekatı’nı ABD’nin Çekiç Güç aracılığıyla kurmaya çalıştığı Kürt Devletine, Türkiye’nin müdahalesi olarak değerlendiriyor ve bunun Çekiç Operasyonu’nun birliğini bozduğunu belirtiyordu. Drago, bu durumun sonucunda resmi adı Provide Comfort (Huzur Sağlama) olan Çekiç Güç’ün bazı Amerikan Birlikleri tarafından “Huzursuzluk Sağlama” diye anılmaya başlandığını belirtiyordu. Yüzbaşı Drago, yazının Çekiç Güç ve Türkiye’ye ilişkin bölümünde şunları savunuyordu: “Provide Comfort (Çekiç Güç) birleşik ve çokuluslu büyük bir başarı olarak başladı fakat daha sonra çok büyük bir başarısızlığa dönüştü. Nisan 1991′de başlayan birleşik operasyonda, 7 ülkenin kuvvetleri, Irak’tan Türkiye’nin Güneydoğu’suna kaçan Kürt sığınmacıları korumak için koordine edilmişti. 3 yıl sonra, Amerikan kuvvetleri Kürtler’i Irak’a karşı korumaya çabalarken, Türkiye, Kürt terörizmine karşı askeri bir sefer düzenledi. Bu bağımsız askeri harekat, çokuluslu bir askeri operasyon olan Çekiç Güç’ün birliğini bozdu. Harekat şimdilerde kimi ABD birlikleri tarafından da “Huzursuzluk Operasyonu” adıyla anılmaya başlanan çokuluslu operasyonun başarıyla sonuçlanmasını tehdit ediyordu. (Fikret Akfırat, Aydınlık, 25 Mayıs 1997)


Aynı dergi Türkiye’de ordunun artan ağırlığına dikkat çeken bir başka yazıya 1995 Sonbahar sayısında yer vermişti. Jed C. Synder imzasıyla yayımlanan “Türkiye’nin Daha Büyük Bir Ortadoğu’daki Rolü” başlıklı yazıda Ordu’nun Türkiye-ABD ilişkilerinde, olumsuz rol oynadığı belirtilmişti. Makalede Türk Ordusu için şu yorum yapılıyordu: “Politikada etkin rol oynayan askerler ve politik liderlerin artan öfkesi, ABD-Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturan, karşılıklı savunma anlaşmalarının yenilenmesi konusundaki ABD çabalarını güçleştireceğe benziyor.”


Kuşkusuz her iki Pentagon yorumcusu da yanılmıyordu. Bununla birlikte Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan belgeler Türkiye’nin aslında Çekiç Güç’ten ve Çekiç Güç vasıtasıyla kurulabilecek bir Kürt Devleti’nden kurtulmanın yollarını çok önceleri düşündüğünün ipuçlarını veriyordu. Bu sözler ne anlama geliyordu?


Türkiye tüm baskı ve dayatma, uyarı ve gözdağına rağmen ABD’nin Kürt devleti projesini bölge ülkeleriyle birlikte engellemişti. Türkiye, ABD’nin uyarılarına cevap verebilmiş miydi? Elimizdeki veriler Türkiye’nin ABD’ye verdiği cevaplarda, ABD’den hiç de geri kalmadığını gösteriyordu.



Türkiye Cevap Verdi mi?


DENİZ Kuvvetleri Komutanlığı, 30 Kasım 1995 tarihinde MİT’e l ton C-4 tahrip kalıbı vermişti. Ord. Şb. Md. Dz. Yzb. İbrahim Hürmeydan, ikmal Yzb. Selim Bilgen, Deniz Ordonat Merkezi Komutanı Dz. Kd. Albay Erdal Kurumlu tarafından 30 Kasım 1995 tarihinde MİT’e teslim edilen l ton C-4 tahrip kalıbı nerede kullanılmıştı? Aksiyon Dergisi’nde 13 Temmuz 1997 tarihinde tarafımdan sorulan bu soruya, 16 Temmuz 1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinin 4. sayfasının en alt tarafında, herkesin gözünden kaçan küçük bir cevap veriliyordu:


“Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın 1995 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı’na 1 ton C-4 tahrip kalıbı verdiği öğrenildi. Belgeleriyle ortaya konulan bu işlemde el değiştirilen patlayıcıların bir yurtdışı operasyonunda kullanıldığı belirtilirken, operasyona ilişkin detaylı bilgi edinilemedi.”


Tüm bunlar şunu açık seçik gösteriyordu ki, Türkiye’deki Kürt devletinin önünde duran, “sivil çözüm” sözünü duymaktan bile hoşlanmayan sivil-asker bürokrasisi ile siyasi çevreler mutlak anlamda safdışı bırakılamadan Kürt devletine giden ciddi bir adım atmak mümkün değildi ve ilk adım böylece atıldı.

=================================================================================================================================================



Cevapla