İslam tarihi

Ödevler için artık tek bir adres var aktuelbilgi.net...
Kullanıcı avatarı
büşra
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 810
Kayıt: 05 Tem 2006 [ 18:24 ]

Mesaj gönderen büşra »

Tebuk Gazvesinden Dersler

Tebuk, Vadi'l-Kura ile Şam arasında bir yerdir. Hicretin dokuzuncu yılının (M. 630) Receb ayında vuku bulan Tebuk gazvesi, Resulullah (s.a.s.)'in en son gazvesidir. Resulullah (s.a.s.) ashabına, Rum (Bizans)larla savaşmak için hazırlanmalarını emretmişti. Yol uzun, düşman kuvvetli, zaman yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Kuraklık ve kıtlık vardı. Buna mukabil hurmaların olgunlaşıp meyve vereceği, hurma ağaçlarının gölgesinde yaşandığı günlerdi. Böyle bir hayatı bırakıp aç-susuz, uzun bir sefere çıkmak zordu. Bundan dolayı Kur'an dilinde, bu seferin tesadüf ettiği zamana "zorluk zamanı", bu sefere "zorluk gazvesi", bu savaşa katılan orduya da "zorluk ordusu (ceyşu'l-usre)" denmiştir. Resulullah (s.a.s.) savaşa hazırlandığı diğer zamanlarda, nereye sefer düzenleneceğini gizli tutmasına rağmen bu kez alışılanın aksine, böyle bir ihtiyata lüzum görmeyerek Rumlar üzerine gidileceğini bildirmişti. Bunun amacı, yolun uzun, zamanın zor ve düşmanın çok olmasından dolayı, hazırlıkların ona göre yapılmasını sağlamaktı. Resulullah (s. a.s.) sefere çıkmakta kararlıydı. Ashabına yol için hazırlanmalarını emretti. Zenginleri Allah yolunda infaka teşvik edip binek hayvanları vermelerini istedi. Zengin sahabiler de bütün imkanlarını Allah yolunda seferber ettiler.

Ashabın İhlas ve İnfakı

Resulullah (s.a.s.)'in emri üzerine, sahabiler (r. anhum) orduya sadaka, nafaka ve binek hayvanları getirmeye başladılar. Hz. Ebu Bekir (r.a.) malının tamamı olan 40 bin dirhem altın getirdi. Resulullah (s.a.s.) ona: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca o: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirdi. Resulullah (s.a.s.) ona da: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca Ömer (r.a.): "Evet, malımın yarısını" diye cevap verdi. Abdurrahman ibnu Avf iki yüz evkiye altın, Asım ibnu Adiy yetmiş deve yükü hurma getirdi. Hz. Osman (r.a.) ise ordunun üçte birini techiz etti. İbnu Hişam'ın bildirdiğine göre Osman ibnu Affan bu sefer için büyük bir infakta bulundu; öyle ki, o zamana kadar hiç kimse bu kadar infakta bulunmamıştı. Osman ibnu Affan, Tebuk gazvesinde dar durumda olan orduya bin dinar infak etti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) mealen şöyle buyurdu: "Allah'ım! Osman'dan razı ol, çünkü ben ondan razıyım."

Cihada Katılamadıklarından Dolayı Ağlayanlar

Müslümanlardan yedi (diğer bir rivayette yediden fazla) kişi Resulullah (s.a.s.)'in yanına geldiler ve Resulullah (s.a.s.)'den kendilerini bindireceği ve seferde yüklerini yükleyecekleri hayvan istediler. Çünkü kendileri bu imkana sahip değillerdi. Resulullah (s.a.s.) da onlara: "Sizi bindireceğim bir binek bulamıyorum" dedi. Bunun üzerine onlar infak edilecek şey bulamamaktan ötürü üzülerek gözyaşları içinde geri döndüler.

Münafıkların Yeniden Ortaya Çıkışı ve Yaptıkları Planlar

Hudeybiye anlaşmasından sonra münafıklar hayli azalmıştı. Hudeybiye anlaşması ve Mekke'nin fethinden sonra İslam toplumu büyümeye başlamış, İslam ordusu yirmi kat artmıştı. Bu dönemde kendi istekleriyle İslam'ı seçenler olduğu gibi korkuyla İslam'ı seçenler de vardı. Münafıkların lideri Abdullah ibnu Ubey henüz hayattaydı ve münafıklar bloğunun yeniden yapılanmasını başlattı. Tebuk gazvesi sırasında münafıkların hareketi belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Münafıkların seferberlik öncesi faaliyetleri, Müslümanları Resulullah (s.a.s.)'den uzaklaştırmak ve onları dünyanın aldatıcı güzelliklerine çekmek doğrultusundaydı. Bazı münafıklar, Müslümanlarla birlikte sefere çıkmamak için: "Vallahi, kavmim ensar bilir ki, ben kadınlara düşkün bir adamım. Beni Asfar'ın (Rumların) sarışın kadınlarını görünce sabır gösteremeyip bir fitneye düşerim" diyerek mazeret ileri sürdüler.

Münafıklardan bir kısmı da izin istemekle kalmayıp havanın çok sıcak olduğundan bahsederek sefere iştirak eden müminleri de caydırmaya çalışıyorlardı. Münafıkların diğer bir kısmı da Resulullah (s.a.s.)'e gelerek: "Gücümüz yetseydi, sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan söylemişlerdi. Münafıkların ordu içindeki durumları da şöyleydi: Devamlı olarak emirlere muhalefet ediyor, ordu içinde fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. Planlarının içinde en tehlikeli olanı da Resulullah (s.a.s.)'i bir suikastla öldürme girişiminde bulunmaktı. Medine'deki münafıklara gelince, onlar sığınacakları, İslam düşmanlarına karargah olacak Dırar mescidini inşa etmişlerdi. Ayrıca Resulullah (s.a.s.)'e yahudi Süveylim'in evinde bir kısım münafıkların toplandıkları ve halkı gazadan döndürecek sözler söyledikleri bildirilmişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) bir grup sahabiyi göndererek o evi ateşe verdi ve orada toplanan münafıkları dağıttı...

Hz. Ka'b İbnu Malik ve Arkadaşlarının Durumu

Hz. Ka'b ibnu Malik ile arkadaşları Hilal ibnu Umeyye ve Murare ibnu'r-Rabi'in durumu meşhurdur ve bütün kaynaklarımızda uzun uzadıya anlatılmaktadır. Burada olayın detayına girmeyeceğiz. Fakat biz, bu yazımızdaki "Dersler ve İbretler" bölümünde günümüzün davetçileri için çok önemli bulduğumuz bazı noktalara temas etmeye çalışacağız.

Dersler ve İbretler

Tebuk gazvesi ders, ibret ve öğütlerle doludur. Dolayısıyla günümüz davetçilerinin, Tebuk gazvesini tekrar tekrar okumaları ve ondan çıkarılacak dersler ve öğütler ışığında hizmet ve çalışmalarını sürdürmeleri gerekmektedir. Tebuk gazvesi; zengin Müslümanların fedakarlığı, fakirlerin durumu, münafıkların hile, tuzak ve planları, savaşa gitmemek için uyduruk mazeretler ileri sürerek Resulullah (s.a.s.)'den izin isteyen insanların hali, hiçbir mazeret ileri sürmeden savaşa gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a yalan mazeretler ileri sürenlerin durumu, bazı dünyevi sebeplerden dolayı gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a doğruyu söyleyerek hiçbir mazeret beyan etmeyen samimi Müslümanların durumu gibi çeşitli yönleri içermektedir. Tebuk gazvesinden çıkarılacak ders, ibret ve öğütleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Bütün İslami çalışmalarda Resulullah (s.a. s.)'i ve sahabilerini örnek almak

Resulullah (s.a.s.) ve sahabileri savaşta, barışta, darlıkta, bollukta, kısacası hayatın bütün alanlarında kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlara örnektirler. Dün seferin uzunluğu, düşmanın kuvvetli olması, yaz mevsiminin kızgın sıcaklığı, zamanın kuraklık, kıtlık ve meyvelerin olgunlaşma zamanı olması gibi dünyevi sebepler sahabileri Resulullah (s.a.s.)'in emrini yerine getirmekten alıkoymadığı gibi bugün de makam, mevki, görev ve iş yerleri gibi sebepler hiçbir zaman Müslümanları İslami hizmet ve çalışmalardan alıkoymamalıdır. Dünya, içindeki eşyayla birlikte fanidir. Baki olan Allah'tır. Dolayısıyla dünyanın geçici ama aynı zamanda çekici güzelliklerine kanıp Allah yolunda yapılacak hizmetlerden geri kalmamak gerekir.

2. Zor anlarda yardımlaşma ve dayanışmanın önemi

Resulullah (s.a.s.) Allah yolunda infaka teşvik ve emir buyurduğu zaman zengin sahabilerin bütün imkanlarını Allah yolunda seferber ettikleri görülmektedir. Müslümanların bölük pörçük ve dağınık bir vaziyette oldukları şu asrımızda, dayanışma ve yardımlaşmaya daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Maddi imkanları yerinde olan duyarlı Müslümanlar Allah yolunda infaka davet edildikleri zaman gönül hoşnutluğu içerisinde vermeleri ve kıyamete kadar gelen bütün Müslümanlara örnek olan sahabilerin Allah yolunda mallarını infak ettikleri gibi bugünün Müslümanlarının da mallarını tereddütsüz infak etmeleri gerekmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki, malının en azından bir bölümünü Allah yolunda harcamayan bir Müslümandan hayır gelmez.

3. Sorulan sorularla kişilerin genel tavırlarının ve özelliklerinin ortaya çıkarılması

Resulullah (s.a.s.) infaka katılan sahabilerin arasında Ebu Bekir ve Ömer (r.anhum)'a: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" sorusunu ayrı ayrı yöneltmesi büyük önem arz etmektedir. Hz. Ebu Bekir'in: "Onlara Allah ve Resulü'nü bıraktım", Ömer'in de: "Evet malımın yarısını bıraktım" diye cevap vermeleri ayrı bir önem taşımaktadır. Bugünün dava liderleri de, kendi maiyetlerindeki şahısların genel tavırlarını ve özelliklerini anlayabilmek için onlara çeşitli sorular sorabilir ve aldıkları cevaplar doğrultusunda teşhislerini koyabilirler.

4. Allah yolunda İslami hizmetlerde harcanacak malın bulunmamasına üzülmek

Maddi imkanların yerinde olması halinde infak etmek, olmaması halinde de üzülmek ve ağlamak gerçek ve samimi Müslümanların şiarıdır. Görülüyor ki, bazı Müslümanlar yoksul oldukları zaman geçimleri samimi ve fedakar Müslümanlar tarafından karşılanıyor. Ama yoksulluk devri bitip herhangi bir şekilde durumları iyileştiği zaman mallarının az bir bölümünü bile Allah yolunda harcamamak için samimi Müslümanları gıybet ve itham ederek başkalarını suçlayıcı tavırlar içine giriyor ve kendi cimriliklerini haklı çıkarmak için de uyduruk mazeretler ileri sürmeye başlıyorlar. Biz "ama", "fakat" ve "lakin"leri bırakalım ve canımızda, malımızda ve vaktimizde İslami standartlara uygun fedakarlık zırhına bürünelim. Bize yaraşan budur. Yoksa Sa'lebe'leşmenin hiçbir manası olmadığı gibi hiçbir faydası da yoktur. Hep birlikte Sa'lebe'nin yolunda değil Ebu Bekir ve Ömer'in yolunda yürüyelim.

5. Uyduruk ve yalan mazeretler ileri sürmenin münafıkların alametlerinden olması

Münafıklar ve münafık olmayan ama kalpleri hasta olan bazı Müslümanlar İslami hizmetlere iştirak etmemek için yalan mazeretler uydurmakta gayet mahirdirler. Şeytanın yardımıyla da hemen mazeret uydurabilirler. Örneğin, Resulü Ekrem (s.a.s.) münafıkların liderlerinden Cid ibnu Kays'a (ki Hudeybiye'deki Rıdvan beyatına bu adamın dışında herkes katıldı. Hatta iki defa beyat edenler oldu. Ancak o beyat etmemek için develerin altında saklandı.): "Ey Cid! Bizimle birlikte Rumlar üzerine gitmek ister misin?" diye sorduğunda münafık Cid: "Ya Resulullah! Bu seferde bana izin verseniz de, beni fitneye düşürmeseniz olmaz mı? Vallahi, kavmim ensar bilirler ki ben kadınlara düşkün bir adamım. Rumların sarışın kadınlarını görünce sabredemeyip bir fitneye düşerim" dedi. Resulü Ekrem (s.a.s.) ondan yüzünü çevirerek: "Sana izin verdim" buyurdu. Bunun üzerine şu mealdeki ayeti kerime nazil oldu: "Onlardan bir de: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyen var. İyi bilin ki, onlar zaten fitnenin içine düşmüşlerdir. Cehennem de kafirleri kuşatacaktır." (Tevbe, 9/49)

Yine münafıklardan bir kısmı Resulü Ekrem'e gelerek: "Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan söylemişlerdi. Bunların durumu da Resulü Ekrem'e vahyedilmiş ve onlar hakkında şu mealdeki ayeti celile inmiştir: "Eğer (savaşa) çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Ama Allah onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi ve onları durdurdu. Kendilerine: "Oturanlarla birlikte siz de oturun" denildi." (Tevbe, 9/46) Bu her iki olay da çok anlamlıdır ve çok şeyi ifade etmektedir. Tabii ki ahiret menfaatini dünyevi menfaatlere üstün tutan aklı selim sahipleri için.

Bugün İslami davayı omuzlayanların yukarıda anlatılan her iki olayı daima göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Belli bir sorumluluk sahibi bir Müslüman kendine verilen vazifelerde asla gevşek davranmamalı, şer'i mazeret olmadan gerekli etkinliklerden geri kalmamalı ve programını uygulamalıdır. Vazifelerinde gevşek davrandığı veya programını uygulamadığı zamanlarda da yalan ve uyduruk mazeretlere tevessül etmemelidir. Ayrıca sorumluluk sahibi diğer Müslümanları şüpheye düşürecek söz ve davranışlardan mutlaka kaçınmalıdır. Zira bu tür şeylere bulaşmak nifak kanserine yakalanmanın alametidir ve bunun kıyamet gününde vebali de büyük olur. Şu halde bu müzmin hastalığın belirtilerini taşıyan kardeşlerimize, zaman kaybetmeden bir an önce tedavi olmalarını yani tevbe edip Allah'a sığınmalarını tavsiye etmeliyiz. Şunu da unutmamalıyız ki bizim için örnek Cid ibnu Kays'lar ve İbnu Selul'ler değil, Resulullah (s.a.s.) ve sahabileri (r. anhum)dir.

6. Dünyanın çekiciliğine aldanmanın zararı ve içiyle dışının bir olmasının önemi

Hz. Ka'b ibnu Malik (r.a.) savaşa katılmak niyetindeydi. Ancak atına güvendiği için "biraz geç de çıksam, arkadan yetişirim" diye düşündü ve bahçesindeki soğuk suların ve ağaçların serin gölgesinin oluşturduğu rehavete kapılarak önce orduyla birlikte sefere çıkmayı erteledi. Sonra da artık gitmesinde fayda olmayacağını düşünerek gitmedi. İslam ordusu dönünce seferden geri kalanlar Resulullah'a gelerek mazeret beyan ettiler. Ama Ka'b, hiç bir mazeret ileri sürmedi ve doğru neyse onu söyledi. Ka'b'dan önce de Bedir gazvesine katılan Hilal ibnu Umeyye ve Mürare ibnu'r-Rebi adındaki sahabiler de hiç bir mazeret beyan etmemişlerdi. Resulullah (s.a.s.) onları affetmediği gibi onlarla konuşmayı kesti ve sahabilerin de (r. anhum) onlarla konuşmamalarını emretti. Bütün ashab verilen emre uyarak onlarla konuşmayı kesti. Ka'b (r.a.) en sevdiği amcasının oğlunun yanına gidiyor selam veriyor, onunla konuşuyor ama amcasının oğlu selamını almıyor, cevap vermiyor ve ondan yüz çeviriyordu. Daha sonra Resulullah (s.a.s.) onlara haber göndererek hanımlarına yaklaşmamalarını emretti. Onlar da bu emre uydular. Böylece geniş olan dünya Ka'b'ın başına dar gelmeye başladı. Bundan da daha zoru o sırada Gassan oğulları sultanından ona bir mektup gelmesi oldu. Mektupta, Resulullah'tan ve sahabilerinden gördüğü -haşa- bunca hakareti haketmediğini, memleketinin kapısının ona açık olduğunu ve eğer gelirse ona layık olduğu değerin verileceğini ifade eden sözler yer alıyordu. Ka'b mektubu okuyunca daha bir sıkıntıya düştü. Ama imanı onun ikinci bir hataya düşmesine engel oldu. Tam elli gün süren bu zor durumdan sonra Arş-ı A'la'dan onların tevbelerinin kabulüyle ilgili ayetler indi. Sahabiler bu duruma sevinerek onları tebrik etmeye geldiler.

Ka'b ve arkadaşlarının olayında, mal, mülk ve makamın zaman zaman rehavete ve hizmetten geri kalmaya sebep olması gibi dikkat edilmesi gereken bir çok önemli nokta vardır. Bu olayda ibret verici en önemli husus ise, her ne sebeple olursa olsun Ka'b'ın sefere çıkmadığı için cezai müeyyideye tabi tutulması ve onun sabretmesidir. Ka'b için en zoru İslami cemaatten ayrı kalması ve başkaları tarafından kendi saflarına davet edilmesiydi. Günümüzde İslami davaya gönül verenlerin de böyle durumlarla karşı karşıya kaldıkları zaman Hz. Ka'b'ın yolunu izlemeleri gerekir. Oysa günümüzde bazen yaptıkları yanlışlardan dolayı bir azar işitenler bile kendilerini haklı çıkarabilmek için kendilerini azarlayanları, yanlışlarını düzeltmelerini isteyenleri suçlamakta hatta bazı zayıf kalpliler iftira atma yoluna bile başvurabilmektedirler. Oysa bu hareketleriyle hem dünyalarını hem de ahiretlerini yıkıyorlar da farkında olmuyorlar. Allah cümlemizi hakkı görüp ona uyan, batılı görüp ondan sakınan kullarından eylesin.

DÛMETÜ'L-CENDEL OLAYI

Dûmetü'l-Cendel, Tebük'e yakin, Sam'a bes gecelik mesafede bir yerdir. Hz. Peygamber Sam'da hristiyan Araplar'in ve Bizans imparatoru Herakleios'un destekledigi Rum askerlerinin Medîne'ye saldiri için hazirlik yaptiklarini ögrenince, onlardan önce davrandi ve otuz bin kisilik bir Islâm ordusu ile hicretin dokuzuncu yilinda Tebük'e kadar geldi. Gerek Rum'dan ve gerekse Araplar'dan bir hareket görülmeyince orada durdu. Ayrica Sam'da bulasici tâûn (veba) hastaliginin bulundugu haberi de gelmisti. Allah Rasûlü, ashabi ile istisare ederek bir süre Tebük'te kaldi.

Iste Hz. Peygamber Tebük'te bulundugu sirada Hâlid b. Velid (ö. 21/641)'i çagirdi ve yanina dörtyüz atli asker verip, kendisini Dûmetü'l-Cendel'de bulunan Ükeydir b. Abdilmelik'e gönderdi. Ükeydir Kindeliler'den olup, onlarin krali idi. Ve hristiyandi. Halid, emrindeki güçlerle birlikte gece vakti Ükeydir'in kalesine yaklasti. Ükeydir o sirada bazi adamlariyle birlikte yaban sigiri avlamak amaciyle kale disina çikmisti. Hz. Hâlid ve adamlari Ükeydir'e saldirip, onu yakaladilar. Kardesi Hassan çarpismaya devam etmek isteyince öldürüldü. Digerleri kaçip kaleye girdiler. (Ibn Hisam, Sîre, Beyrut 1391/1971, IV,161,170; Ibn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957, II, 165, 167; Vâkidî, Kitabü'l-Megâzî, Kahire 1965, III, 1025, 1026, 1027, 1031; et-Tevbe, 9/117; Buhârî, Câmiu's-Sahîh, Istanbul, Âmire 1329, V, 128; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75, VI, 387; Dâre Kutnî, IV, 195-196)

Hâlid b. Velid ile Ükeydir arasinda kale halkinin durumu ile ilgili olarak yapilan anlasmaya göre, Hâlid'e, 1) Iki bin deve, 2) Sekiz yüz at, 3) Dört yüz zirh gömlek, 4) Dört yüz mizrak, verilecek; 5) Ükeydir'le kardesi Mudad, Hz. Peygamber'e kadar götürülüp, haklarinda orada hüküm verilecekti (Vâkidî, Megâzî, III, 1027; Ibn Sa'd, Tabakât, II,166). Ükeydir, kardesi ve ganîmetler Tebük'e getirildi. Hz. Peygamber ganîmetlerin beste birini beytü'l-mâl için ayirdiktan sonra, beste dördünü mücahidler arasinda bölüstürdü.

Rasûlullah (s.a.s.) Ükeydir'le kardesini Islâm'a davet etti. Fakat yanasmadilar, cizye ödemeye razi oldular. Kendileri serbest birakildi. Onlara emân ve sulh maddeleri ihtiva eden bir yazi verildi. Ükeydir Tebük'ten tekrar Dûmetü'l-Cendel'e döndü (Vâkîdî, Megâzî,III,1030; Ibn Hisam, Sîre, IV, 170). Dûmetü'l-Cendel akar suyu, hurmalik ve ekinleri bulunan, büyük bir panayir ve ticaret merkezi idi. Arap kabilelerinin birer birer müslüman olduklarini görünce, Dûmeliler, Hz. Peygamber'den korkmaya baslamislardi. Ancak bu olaydan sonra da Islâm'a girmek yerine cizye ödemeyi tercih ettiler.

RIDDE SAVASLARI

Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatindan sonra dinden dönüp Islâm devletine savas açanlarin isyanlarinin bastirilmasi için yapilan askerî harekâtlar.

Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki bazi kabileler özellikle zekât ödemeyi reddederek isyan ettiler. Ayrica Rasûlüllah (s.a.s)'in vefati ile ortaya çikan karisik ortamdan istifade etmek Isteyen bazi kimseler de peygamberliklerini itan etmisler ve kendilerine inandirdiklari kalabaliklari peslerine takarak Islâm hükümranligini tehdit etmeye baslamislardi. Rasûlüllah (s.a.s)'in sagliginda onun hakimiyetine boyun egmek zorunda kalarak müslüman olan, ancak imanin kalplerine nüfuz edip yerlesmedigi bu bedevî topluluklar, onun vefatiyla cesaretlenmis ve kalplerinde gizlediklerini açiga çikarmislardi. Aslinda onlarin bu durumu bilinmiyor degildi. Zira Allah Teâlâ onlar için bir âyet-i kerimede söyle buyurmaktadir: "Ey Muhammed! Bedevi ler "Iman ettik" derler. Sen onlara söyle de: "Hayir! Iman etmediniz. Siz ancak, müslüman olduk deyin. Çünkü iman henüz kalbinize girmemistir" (el-Hucurât, 49/ 14).

Irtidat hareketlerinin baslamasiyla baskent Medine her taraftan düsmanlarla kusat Ilmis bir duruma geldi. Öte taraftan Yahudi ve Hristiyanlar, ortaya çikacak firsatlari degerlendirmek için müslümanlarin durumunu izlemeye basladilar. Tarihçiler müslümanlarin o zaman içinde bulunduklari dehset verici durumu; "Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri ve azliklari ve düsmanlarinin çoklugu yüzünden sanki siddetli soguk, yagmurlu karanlik bir gecede sahrada kaybolmus koyun sürüsüsün durumunu andiriyordu" (Taberî, Tarih, Beyrut ty, III, 225; Ibnül-Esir, Tarih, Beyrut 1979, II, 333) seklinde ifade etmektedirler. Medine'nin bu sekilde ciddi olarak tehdit altinda bulunmasini ileri süren bazi kimseler, Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatindan az önce yola çikan Usame'nin ordusunu bu seferden alikoymasi için Ebu Bekir (r.a)'a müracaat ettiler. Islâm devletinin basina henüz geçmis olan Hz. Ebu Bekir son derece net ve kararli bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara; Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usame'nin ordusu için Rasulullah (s.a.s)'nin emretmis oldugu seyi uygulayacagim" (Taberi, a.g.e., III, 225, 228; Ibnül-Esir, a.g.e., ayni ver) dedi ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi.

Ilk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)'in sagliginda Yemen'de ortaya çikmisti. Kendisinin peygamber oldugunu iddia eden Esved el-Ansî, topladigi kuvvetlerle önce Necran bölgesini, pesinden de San'ayi, Vali Sehr ile yirmi bes gün savasarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye gönderdigi Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmis daha sonra Ikisi birlikte Hadramevt'e gitmislerdi (Taberi, III, 229-230). Ibnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çikarmis oldugu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamisti" (Ibnül-Esir, II, 338). Hadramevt'te toplanan müslümanlar endiseli bir sekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s)'in, Yemen bölgesinde bulunan müslümanlarin tamamina yönelik, Esved'e karsi savasIlmasi emri bölgeye ulasti. Veber b. Yuhannis vasitasiyla gönderilen mektubta; dinin korunmasi, mürtedlere karsi savasIlmasi, Esved el-Ansî'nin açikça savasilarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldirIlmasi ve bu emrin Islâm'da sebat eden bölgedeki bütün müslümanlara ulastirIlmasi gibi talimatlar yer almaktaydi (Taberi, III, 231; Ibnül-Esîr, II, 338).

Rasûlüllah (s.a.s)'in emri San'a'daki müslümanlara ulastigi zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adindaki biri tarafindan öldürülmüs ve Kenan bölgesi tekrar Islâm'in hâkimiyetine girmisti. Onun öldürüldügü haberi Medine'ye Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat ettigi günün sabahinda ulasmisti (genis bilgi için bk. Taberî, III, 227 vd.).

Peygamber (s.a.s)'in ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha, peygamberlik iddiasiyla ortaya çiktilar, Tay ve Esed kabileleri Tuleyha'ya tabi olarak dinden döndüler. Gatafan ise, Uyeyne b. Hisn'in baskanligi altinda isyan etti. Uyeyne: "Esed ve Gatafandan bir peygamber, bize Kureysten olan bir peygamberden daha sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadir" diyerek, Tuleyha'ya tabi oldu (Ibnül-Esîr, II, 342). Havazinliler ise zekâtlarini ödemeyeceklerini bildirdiler. Her taraftan irtidat haberleri Medine'ye ulastigi zaman Ebu Bekir (r.a), elçiler göndermek suretiyle Islâm'a dönmelerini saglamaya çalisti ve Usame'nin ordusunun dönüsünü bekledi. Ancak, Abslar'la, Zubyanlar'in Medine'ye saldirmalari üzerine bu tehlikeyi yok etmek için faaliyete geçmek zorunda kaldi. Bu arada diger bir takim kabilelerin elçileri Medine'ye gelerek, namazi kilacaklarini, ancak zekât'i ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu durumun kabul edIlmesini Istediler.

Ebu Bekir (r.a) elçilere; "Zekat olarak vereceginiz hayvanlarin, baglanacaklari ipleri vermediginiz taktirde bile sizinle savasacagim" seklinde sert bir cevap verdi (Taberi, III, 244). Hz. Ebu Bekir (r.a) tarafindan Istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüslerinde, Medine'de bulunan müslümanlarin azligini kabilelerine bildirerek Medine'ye yürümek için onlari heveslendirdiler. Ebu Bekir (r.a) sayilarinin azligini ögrenen mürtedlerin Medine'ye saldirabileceklerini anladigi için bir takim tedbirler aldi. Yakinda olan düsman birliklerinin sehre girisini önlemek için Ali (r.a), Talha (r.a), Zübeyr (r.a) ve Ibn Mes'ud (r.a)'i sehre giren yollara yerlestirdi ve herkesin mescidde toplanmasini Istedi. Nitekim o, düsüncesinde yanIlmamis ve üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmislerdi. Ancak yollari bekleyen birlikler onlarla savasarak sehre girmelerini engellediler ve durumu Hz. Ebu Bekir'e bildirdiler. Ebu Bekir (r.a) mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onlari geri püskürttü ve Zahusa'ya kadar onlari takip etti. Burada mürted askerlerin uyguladiklari bir yöntemle müslümanlarin develeri ürkmüs ve geri dönmüslerdi. Mürtedler, müslümanlarin korkarak geri döndükleri zannina kapildilar ve Zül-Kassa'da toplananlara haber göndererek kendilerine katIlmalarini bildirdiler. Öte taraftan Ebu Bekir (r.a), geceyi savas hazirligi ile geçirdi ve sabaha yakin, sag kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin, ortada Suveyd b. Mukarrin seklinde bir tabya düzeni ile yola çikti. Merkezinde Ebu Bekir (r.a)'in bulundugu ordu yaya olarak (sadece araci birlikte süvariler vardi) hizli bir yürüyüs yapti ve fecirde düsmanin bulundugu yere geldi. Onlar hiçbir seyden habersiz olarak dururken, müslümanlarin ani saldirisi karsisinda çok sayida ölü birakarak kaçmak zorunda kaldilar. Hz. Ebu Bekir, kaçanlari Zül-Kassa'ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin'i bir miktar askerle orada birakarak Medine'ye döndü. Irtidat eden Absogullari ile Zubyanogullari, aldiklari bu yenilginin acisiyla kabileleri içerisindeki müslümanlari öldürmeye ve çevrede bulunan diger müslümanlara saldirmaya basladilar. Bu haber Ebu Bekir (r.a)'a ulastigi zaman o, müthis bir sekilde hiddetlendi ve müslümanlari çesitli sekillerde öldüren mürted kâfirlerin, öldürdükleri müslümanlara karsilik olarak korkunç bir sekilde öldürüleceklerine dair yemin etti (Taberî, III, 246; Ibnül-Esîr, II, 345). Bu olaydan sonra, müslümanlarin moralleri düzeldi ve kabileler içerisinde irtidat eden kimselerin bir bölümü tekrar Islâma dönmeye ve yeniden zekat mallarini Medine'ye göndermeye basladilar. Ibnül-Esir'in kaydina göre de kirk gün sonra Usame b. Zeyd seferden dönerek Medine'ye geldi. Hz. Ebu Bekir onlari sefer yorgunlugunu üzerlerinden atmalari için Medine'de birakti ve tertip ettigi kuvvetlerin basina geçerek, Necd yönünde bulunan Zül-Kassa'ya dogru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebu Bekir (r.a)'in bizzat savasa çikmasini dogru bulmayan bazi kimseler ona müracaat ederek Medine'de kalmasini Istediler. Bu kimseler, eger Halife Ebu Bekir (r.a)'a bir sey olursa, içinde bulunulan kritik durumun müslümanlar için bir felakete dönüsmesinden endise ediyorlardi. Ebu Bekir (r.a); müslümanlari bizzat koruyacagini söyleyerek bu teklifi reddetti (Taberî, III, 247).

Yolda kendisine katilan komutanlarindan Mukarrinoglu Numan, Abdullah ve Suveyd kardeslerle birlikte Rebezelilerin toplandigi Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapilan savasta maglup olan ve komutanlarini kaybeden Abslar ve Benu Bekr'ler dagilarak suratli bir sekilde bölgeden uzaklastilar. Günlerce Ebrak'da kalan Ebu Bekir (r.a), Benu Zübyan'lari maglup etti ve topraklarini ganimet olarak degerlendirerek bu arazileri Benu Zübyan'lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine mürtedlerin çogunlugu tekrar Islâm'a döndü. Ebu Bekir (r.a), itaat altina aldigi bu kimselere karsi Rasûlüllah (s.a.s)'in sünnetine uyarak oldukça yumusak davranmistir. Öte taraftan, dagilan Abs ve Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasinda bulunan Tuleyha'nin yanina gittiler. Tuleyha, Sumeyra'dan hareket ederek Buzaha'ya yöneldi ve burada karargâh kurdu. Medine'ye dönen Ebu Bekir (r.a) savas hazirliklarina giristi ve orduyu on bir kisma ayirarak her birine bir bayrak verip görev sahalarini belirledi. Buna göre, Halid b. Velid, Buzaha'da bulunan yalanci peygamber Tuleyha ile savasacak, pesinden Butah'da bulunan Malik b. Nuveyre üzerine yürüyecek, Ikrime b. Ebi Cehl Müseyleme ile mücadele edecek, Muhâcir b. Ebî Ümeyye, Esved el-Ansî'nin baglilarina karsi harekete geçecek, pesinden de Kays b. Maksuh ve onu destekleyen diger Yemenliler'e karsi, Ebnalar'a yardim edecek ve sonra Kindelileri te'dip için Hadramut'a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarina; Amr b. el-As, Kuzâ'aya karsi yürüyecek; Huzeyfe b. Mihsan, Deba halkiyla savasacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle; Tureyfe b. Haciz, Benî Süleym'i ve onlarla birlikte hareket eden Havazinliler'i itaat altina alacak; Süveyd b. Mukarrin, Yemen'in Tihame bölgesine; Alâ b. el-Hadramî, Bahreyn'e gidecekti. Halife, Surahbil b. Hasane'yi de, Ikrime b. Ebî Cehl'in arkasindan göndererek, Ikrime'nin Yemen'den ayrilip Kuzâ'alilar üzerine yöneldigi zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi (Taberî, III, 248-249).

Ebu Bekir (r.a), orduyu Zül-Kassa'da taksim etti ve görevlendirdigi komutanlar birliklerini alarak görev bölgelerine dogru harekete geçtiler. Hz. Ebu Bekir irtidat eden kabilelere elçilerle, ordularin önünden mektuplar göndererek onlari Islâm'a dönmeye davet ediyor ve tavirlarinin doguracagi sonuçlar hakkinda onlari uyariyordu (Bu belgenin tam metni için bk. Taberi, Tarih, III, 249-251). Öte tarafta, mürtedlere karsi gönderdigi komutanlara da, düsmanla karsilasildigi zaman nasil hareket etmeleri gerektigi konusunda talimatlar verdi. Bu talimatlar; Allah'dan korkmalari, Allah'in emri disina çikanlarla savasmada gayretli olmalari; savastan önce düsmanin Islâm'a davet edIlmesi; karsi tarafa fayda ve zararlarina olan herseyin açikça izah edIlmesi; emirlere uyanlarin açikladiklari sözlerinin kabul edilerek iyi muamelede bulunulmasi; ganimetin ser'i kurallara göre taksimi ve müslümanlara her hal ve durumda iyi davranIlmasi gibi maddeleri içeriyordu.

Halid b. Velid'in Tuleyha meselesini Çözümlemesi

Tuleyha, Beni Esed b. Huzeyme'ye mensup olup, Rasûlüllah (s.a.s)'in son zamanlarinda peygamberlik iddiasinda bulunmustu. O, bagli bulundugu Esedogullarina kendisine Cebrail'in geldigini söyleyerek bazi tuhaf seyler uyduruyor ve onlardan kendisine tabi olmalarini istiyordu. Kendisine tabi olanlara namaz kilarken secde etmeyi yasakliyor ve Allah'in buna ihtiyaci olmadigini ve, O'nu ayakta zikretmelerini emrediyordu. Ibnül-Esir; "Kabilecilik taassubundan dolayi çok sayida Arap ona tabi oldu" demektedir (Ibnül-Esir, a.g.e., II, 344). Bu yüzden ona bagli olanlarin çogu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular. Fezare ve Gatafanlilar Taybe'nin güneyinde toplanmis,

Tay kabilesi ise kendi topraklarinin sinirda beklemekte idiler. Tuleyha'nin mensup bulundugu Esed ogullari ise Sumeyra'da toplanmisti. Abs, Sa'lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarinda, Ebrek'de beklemekteydiler. Onlarin bir kismi burada kalmis, diger bir kismi da Zül-Kassa'ya giderek Medine'yi tehdit etmislerdi. Bizzat halifenin basinda bulundugu kuvvetler tarafindan, önce Zül-Kassa'da sonra da Abrek'de yenilgiye ugrayan grup Sumeyra'dan ayrilip, Gatafan ve diger kabilelerle birleserek Tay kabilesi arasinda bir su kenari olan Buzaha'da karargah kuran Tuleyha'ya iltihak etti. Bu olay üzerine Tuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavs boylarina adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti. Onlarin bir bölümü acele olarak onun yanina hareket ettiler; arkada kalanlara da gelmelerini söylediler.

Ebu Bekir (r.a), Halid b. Velid'e Ilk önce Eknaf'da bulunan Taylilarin üzerine yürümesi, pesinden Buzaha'da toplananlarla savasmasi, sonra da Butah'a yönelmesi talimatini verdi. Halid'den önce, Adiy b. Hatem et-Taî Medine'den kabilesinin yanina giderek onlari üzerlerine gelen orduyla korkuttu ve Halife'ye itaate çagirdi. Onlar, bu çagriya uyarak, Adiy'den kendileri için Halid'den eman almasini ve kendilerine mühlet vermesini Istediler. Onlar, Buzaha'da bulunan kabilenin diger mensuplarini, Tuleyha'nin öldürmesinden korkuyorlardi. Adiy, durumu Halid'e bildirdi. O da onlara zaman tanidi. Taylilar, Tuleyha'nin yaninda bulunan akrabalarina haber gönderdiler. Onlar da oradan ayrilarak Halid'le birlestiler. Daha sonra Adiy'in tesebbüsü ile Cedileliler de Islâm'a dönüp Halid'e iltihak ettiler. Tay ve Cedilelilerden bin besyüz kisinin iltihakiyla daha da güslenen Halid, Buzaha'ya Tuleyha'nin üzerine yürüdü. Benu Amirliler etraftan, hangi tarafin galip gelecegini gözetlemekte idiler. Halid b. Velid Tuleyha ile savasa tutustu. Tuleyha'nin yaninda Uyeyne b. Hisn komutasinda yedi yüz kisilik Fezareli asker bulunmaktaydi. Savasin siddetlendigi bir sirada Uyeyne bir kaç defa Tuleyha'nin yanina gidip kendisine Cebrail'in savasin sonucu hakkinda haber verip vermedigini sordu. Tuleyha sonunda ona; "Evet geldi ve bana; "bir gün düsmanlarinla karsilasacaksin. Baslangiçta aleyhinde de olsa sonunda savasi kazanacaksin. Degirmen gibi Insan ögüten kanli bir savas... Ve Iste unutamayacagin bir söz" diye haber getirdi" dedi. Uyeyne ona; "unutamayacagin bir sözmüs..." dedi ve askerlerine; "Ey Fezareliler! Bu adam bir yalancidir. Savasi birakip geri dönün" emrini verdiginde adamlari ona uydu. Savasi kaybeden Tuleyha, atina binerek Suriye'ye kaçti. Sonra da Kelb kabilesinin yanina gitti. Esed ogullari ve Gatafanlilarin tekrar Islâm'a döndügünü duydugu zaman o da iman etti. Hz. Ebu Bekir (r.a) vefat edinceye kadar, Kelblilerin arasinda yasamaya devam eden Tuleyha ancak onun vefatindan sonra Medine'ye gitmis ve Ömer (r.a)'a bey'at etmisti. Tuleyha Hz. Ömer döneminde vukubulan Kadisiye ve daha sonraki savaslarda akil almaz kahramanliklar göstermis ve bu sefer gerçekten iman ettigi Islâm için hayatini sürekli tehlikelere atarak hizmet etmekten geri kalmamistir.


Benü Âmir, Havazin ve Suleymlilerin Irtidadi


Benü Âmirler, Tuleyha'nin komutasinda savasan Esed ve Gatafanlilarin durumunu gözetliyorlar ve tereddüt içinde bulunuyorlardi. Tuleyha maglup oldugu zaman, Kurre b. Hubeyre, Ka'b ogullarinin; Alkame b. Ulase ise, Kilabogullarinin basina geçerek kendilerine katilan diger kimselerle Ka'bogullari arazisine gelerek kamp kurmustu. Alkame, Rasûlüllah (s.a.s) zamaninda müslüman olmus, pesinden irtidat ederek Suriye'ye kaçmisti. Onlarin irtidat haberi ve hazirliklari Ebu Bekir (r.a)'a ulastigi zaman Ka'ka b. Amr'i bir birlikle üzerlerine gönderdi. Ka'ka', Alkame'nin bulundugu yere geldigi zaman, o kaçmayi tercih etti ve pesinden takip edenlerden kurtulmayi basardi. Ka'ka' ise, onun esini, çocuklarini ve orada bulunan diger kimseleri yakalayarak Medine'ye döndü. Onlar, Alkame'ye yardim etmediklerini, dolayisiyla irtidatla suçlanamayacaklarini ileri sürdüler. Ebu Bekir onlari serbest birakti. Alkame de Medine'ye gelerek Islâm'a girdigini açikladi (Taberî, III, 261-262).

Benü Âmirler ise Tuleyha'nin Buzaha bozgununu gördükleri vakit, birbirlerine; "Döndügümüz dine girelim. Allah'a ve Rasûlüne iman edelim" dediler. Onlar Halid b. Velid'e giderek ona zekat vermek de dahil Islâm'in her rüknüne uyacaklarina dair bey'at ettiler. Ancak Halid, Esed, Gatafan, Tay, Suleym ve Âmirlerden, irtidat durumunda iken müslümanlari yakarak öldüren, onlara müsle yapan ve Islâm'a düsmanlikta bulunan kimselerin teslim edIlmesinden önce bu kabilelere eman vermedi. Onlar Halid'in bu Istedigini yerine getirip bu suçlari isleyenleri ona teslim ettiler. O da müslümanlara karsi isledikleri cinayetlerin benzerlerini onlara tatbik ederek cezalandirdi (Ibnül-Esîr, II, 350).

HZ. ÖMER'IN HALIFE TAYIN EDILMESI

Hz. Ömer (r.a.)'in hilafete gelmesinde, Islam cemiyetinde yeni bir tayin veya seçim tarzi görüyoruz. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in halifeligi olayinda, ortada birkaç aday vardi ve sonunda Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçildi. Bu bir nevi seçim idi. Hz. Ömer (r.a.) için ise tayin mevzubahistir. Kesin olarak tayin edilmistir ve iktidara nasil geldiginin detaylarim biraz sonra belirtecegiz.

Ilk müslümanlarin ne kadar büyük insanlar olduklarina dair bir hadis-i serif vardir. Hasta olarak yatan ve ölecegini bilen Hz. Ebu Bekir (r.a.), katibini çagirir, bu katip de Hz. Osman (r.a.)'dir. Hz.Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a «Benim söyleyeceklerimi yaz» diyor ve baslamak için besmele, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salavatlar yazdirmaya basliyor. Devam ediyor: «Allah'in kulu olan Ebu Bekir bu dünyadaki son dakikada ve diger dünyaya intikal edecegi ilk dakikada sizden, asagidaki hususlari istiyor». Bu dünyadaki son dakika ile diger dünyaya intikal olan ilk dakika, öyle bir andir ki kafirler bile inanir, en kötü insan bile tevbe eder.» Hz. Ebu Bekir (r.a.), bu ifadelerle bu anda yalan söyleyemeyecegini ifade etmek istiyor. Ondan sonra yazdirmaya devamla, «Ben sizin su sahsa biat etmenizi istiyorum...» diyor ve sahsin ismini söyleyemeden bayiliyor. Hz. Ebu Bekir (r.a.) bayildigi için, Hz. Osman (r. a.) cümleyi tamamlayamiyor. Sonra Hz. Osman (r.a.) cümleyi kendiliginden tamamliyor ve bos birakilan yere «Ömer» adini yaziyor. Birkaç dakika sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) ayiliyor. Muhtemelen Hz; Osman (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in vefat ettigini sanmisti. Hz. Osman devlet sekreteri oldugu için halifenin vasiyetnamesini tamamlamis ve onu mühürleyip, halka göstermeyi amaçlamisti. Ve burada Hz. Osman (r.a.)'in karakterinin büyüklügünü görüyoruz. Çünkü o kendi adim yazabilirdi. Fakat Hz. Osman (r.a.), baskasinin adim yani Hz. Ömer (r.a.)'in adini yazmistir.

Hz. Ebu Bekir (r.a.), uyaninca Hz. Osman (r.a.)'a ne yazdigim sorar. Hz. Osman (r.a.) cümleyi okur:

«Ben ölürsem, Hz. Ömer (r.a.)'e biat edin.» Hz. Ebu . Bekir bundan çok mütehassis olur ve Hz. Osman (r.a.)'a, «Sen halifenin bütün sartlarim haizsin, kendi adini yazabilirdin, fakat Ömer'in adim yazdin, Allah senden razi olsun» der. Sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) vasiyetnameyi tamamlar ve Hz. Osman (r.a.)'a bunu hilafet mührü ile mühürlemesini söyler, vasiyetname, mühürlenir ve kapatilir.

Bundan sonra emniyet müdürünü çagirirlar. Emniyet müdürü geldiginde, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ona söyle der: «Bu zarfi al, disari çik ve müslümanlari çagirarak onlara de ki, bu kapali zarfla, Ebu Bekir'in vasiyetnamesi ve O'nun yerine geçecek olan halifenin adi yazilidir. Bu adi yazili olan halifeye biat edin» Filhakika, bu kagitta kimin adinin yazili oldugunu emniyet müdürü dahi bilmiyordu. Bunu sadece Halifenin sekreteri olan Hz.Osman (r.a.) biliyordu. Ve bu böyle oldu. Yani emniyet müdürü, Halifenin vasiyetim söyleyince, bütün müslümanlar, seçilen fakat ismi bilinmeyen Halifeye biat ettiler. Çünkü onu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçmisti. Ve o müslümanlar dediler ki: «Madem ki bunu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçti, o kim olursa olsun, o bizim halifemiz olacaktir».

KUDÜS'ÜN FETHI:

KUDÜS KIMLERE AGLIYOR



Muaz b. Cebel r.a. rivayet ediyor: Allah Rasulü s.a.v. söyle buyurdu:

“Ey Muaz, Allah benden sonra Aris’ten Firat’a kadar Sam bölgesini size nasib edecek. Oranin erkekleri, kadinlari ve dullari kiyamete kadar sinir bekçisidirler (murabit). Herhangi biriniz Sam sahillerinden birini yahut Beyt-i Makdis’i (Kudüs) seçerse kiyamete dek cihad halindedir.”

EY KILIÇTAN DAHA ZALIM MERHAMET!

Hicretin 14. yili. Yani miladî 636. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyasini degistirmesinin üstünden koskoca dört yil geçmis. Hz. Ebu Bekir r.a.’in vefatindan sonra ise iki yil... Hz. Ömer r.a. hilafete geleli de henüz iki yil olmus. Islâm ordulari, Suriye, Irak, Filistin ve Misir cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebu Süfyan, asere-i mübessereden Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Allah’in kilici Halid b. Velid r.a. komutasinda zaferden zafere kosuyor. Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulasiyor. Fethedilen topraklarda halk Islâm kahramanlarini birer kurtarici olarak karsiliyor. Çünkü yillardir Bizansli valilerin doymak bilmez istahlarini doyurmaga çalismaktan bezmis, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüge konan vergilerden yilmis, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde ugradigi haksizliklarin, zulümlerin sona ermesini beklemektedir. Ve beklenen ilâhi yardim gelmistir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla esit haklara sahip oluyor. Isterse kendi dininde kaliyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapiyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksizlik yapmiyorlar. Canlari, mallari, haysiyetleri, seref ve namuslari güvence altina aliniyor. Her sey kurallara bagli. Hiçbir sey rastgele degil. Yillar sonra bir hiristiyan rahip-bilim adami bu durumu söyle degerlendirecektir: “Ey kiliçtan daha zalim merhamet!..” Rahip, kendi bakis açisindan haklidir. Gerçekten müslümanlarin adaleti, sefkat ve merhameti, fethedilen topraklardaki ahalinin Islâm’a girmesi gibi bir tabii sonuç vermistir. Rahip, Islâm’in merhametine hayiflanmasin da ne yapsin?!

KUDÜS YOLUNDA IKI GARIP YOLCU

Iki yolcu... Sadece bir binitleri var. Binite sirayla binmek üzere anlasmislar. Bir beriki binecek, bir öteki. Hayvanin hakkini da unutmamislar. Nöbetlese bindikten sonra hayvani bir binis süresi bos yürütecekler. Çünkü onun da dinlenmeye hakki var. Allah’in selami her birinin üzerine olsun, Ibrahim, Ismail, Ishak, Yakup ve Yusuf... Davud, Süleyman, Musa, Harun, Isa ve elbette Muhammed Mustafa... ve kim bilir adini bildigimiz, bilmedigimiz daha nice peygamberin gelip geçtigi, hatta defnedildigi Filistin topraklarinda Ilya’ya, yani Kudüs’e dogru ilerliyorlar.

Konusmalardan anlasildigi kadariyla bu iki yolcudan biri efendi, digeri köle... Fakat efendinin efendiligi, ona kölenin insanligini, hayvanin hakkini unutturmuyor. Nihayet sehre hakim yüksek bir tepeye ulasiyorlar. Efendi binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sirasinin bittigini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada el-Cebelü’l-Mükebber (Tekbir Dagi) adini aliyor ve hâlâ bu adla anilmakta. Binme sirasi kölede... Itiraz ediyor. “Efendim...” diyor, “ne sen in, ne de ben bineyim. Bir sehre girmek üzereyiz. Orada besili, egerli atlar, altinla süslenmis arabalar var. Sehre ben binekte, sense benim bindigim hayvanin yularini tutmus vaziyette girecek olursak bizi alaya alir, küçümserler. Bu da zaferimize gölge düsürür.” Efendi israrli. “Ama sira senin...” diyor; “sira benim olsaydi inmezdim. Sira seninse senindir. Ben inmeliyim, sen binmelisin.” Köle çaresiz... Hayvana biniyor. Efendisi hayvanin yularindan tutuyor. Sehre böyle giriyorlar.

ZULMÜN HAKIMIYETI BIR ANDIR, ADALETINKI KIYAMETE KADAR

Hiristiyan halk, sehirlerini teslim almaya gelen devlet baskanini karsilamak üzere Sam Kapisi’nda toplanmis. Baslarinda Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanin üstünde görünce saygilarini sunmak üzere önünde secdeye kapaniyor. Köle, elindeki asa ile onlara dürtüyor “Yaziklar olsun size...” diye haykiriyor, “kaldirin basinizi. Allah’tan baskasina secde edilmez.” Ve halka haber veriyor ki, kendisi köledir, devlet baskani yulari tutan kimsedir... Patrik Sophronius bir köseye çekilip aglamaya basliyor. Misafir devlet baskani üzülüyor. Gönlünü almak, teselli etmek için patrigin yanina gidiyor. “Üzülme. Degmez. Dünya böyledir. Bir güldürür, bir aglatir.” diyor. Sophronius “Saltanati kaybettigim için mi agladigimi zannediyorsun? Tanri’ya and olsun ki bunun için aglamiyorum. Sirf sizin hakimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edecegini anladigim için agliyorum. Zira zulmün hakimiyeti bir andir. Adaletin hakimiyeti ise kiyamete kadardir. Ben sizi fethedip geçen, sonra yillar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmistim.” diye cevap veriyor. Burada kendisinden efendi olarak söz edilen sahis, müminlerin emiri, müslümanlarin ikinci halifesi Hz. Ömer r.a.’dan baskasi degildir.

Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a. komutasindaki Islâm ordulari Kudüs’ü kusatmis, sehrin düsecegini anlayan patrik bir sartla teslim olabileceklerini belirtmisti. Islâm ordularinin daha önce fethettikleri yerlerdeki halka verdigi eman üzere teslim olacaklardi. Fakat bu islemi bizzat emirleriyle gerçeklestirmek istiyorlardi. Ebu Ubeyde r.a., “Emir benim. Buyurun sartlari görüselim.” demisti. Sophronius “Hayir ordu komutanina degil, sehri bizzat devlet baskaniniza teslim edebilirim.” diye israr etmisti. Bunu haber alan Hz. Ömer r.a., Medine’de yerine Hz. Ali r.a.’i vekil birakip yola çikmisti. Iste simdi Kudüs’teydi.

Hz. Ömer r.a., patrigi teselli ettikten sonra “Ey Ilyalilar, lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...” diye baslayan bir konusma yapti. Sonra Sophronius, Hz. Ömer r.a.’i Kiyame Kilisesi’ne davet etti. Kiliseyi gezerlerken namaz vakti girdi. Hz. Ömer r.a., patrige “nerede namaz kilayim?” diye sordu. Rahip, “oldugun yerde.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer r.a.: “Ömer, Kiyame Kilisesi’nde namaz kilmaz. Sonra pesimden gelecek müslümanlar, Ömer namaz kildi diyerek burada mescit insa ederler.” diye karsi çikti. Bir tas atimi uzaklasti ve abasini yere sererek namaz kildi. Hakikaten daha sonra müslümanlar onun namaz kildigi yere bir mescid insa ettiler. Bu mescid o günden beri hâlâ ayaktadir ve Mescid-i Ömer adiyla anilmaktadir.

Hz. Ömer r.a. namazini kildiktan sonra Patrik Sophronius’tan kendisine Mescid-i Aksa’nin yerini göstermesini istedi. Mescid’in çöplük haline getirildigini gören Hz. Ömer r.a., abasini yere serip çöpleri doldurmaya ve götürüp uzaklara dökmeye basladi. Bunu gören müslümanlar da onun gibi yaparak mescidin yerini temizleyip üzerine bir mescit insa ettiler.

Bu olayi tarihçilerimiz (Taberî, Yakubî, Belazurî, Ibnü’l-Esir) yaklasik böyle anlatirlar. Ama biz 1948 Arap-Israil Savasi komutanlarindan, Askeri Komiser Abdullah et-Tell’in Kudüs’te bir Hiristiyan mabedinde buldugu eski ve önemli bir Yunanca tarihi yazmadan aktarmayi tercih ettik.

KIM MEDENI, KIM VAHSI?

Iste Kudüs müslümanlar tarafindan böyle teslim alinmisti. Hz. Ömer r.a. zamaninda henüz konvansiyonel silahlar kesfedilmemisti, kitalararasi füzeler yoktu. Tanklar, toplar gürlemiyor, büyük küçük bombalar patlatilamiyordu. Ama müslümanlar isteselerdi manciniklarini kurarak sehri bombardimana tutabilirlerdi. Arradelerini isletebilirler, kapilari bombalarla degilse bile kebs denilen koç basliklariyla paramparça edebilirlerdi. Cinayet islemek veya katliam yapmak için 21. yüzyilin gelismis silahlarina ihtiyaç yoktu. Pekala o günün silahlariyla ve imkanlariyla da toplu katliamlar, cinayetler islenebilirdi. Nitekim dünyanin baska yerlerinde isleniyordu. Fakat müslümanlar, bugün evlerimize ve odalarimiza her biri bir hüzün bombasi gibi düsüveren televizyon görüntülerini yasatmadilar o günün Kudüslülerine. Çünkü onlar ne haçli sürüsüydüler, ne de yahudi kasaplar...

Evet... Yahudilerden önce de haçlilar gelmislerdi. Papanin tesvikiyle yola çikan 600 bin kisilik ilk haçli ordusu 1099 yilinin Temmuz ayinda Kudüs’e girdiginde komutanlari Goldfrei de Buillon, Kiyame Kilisesi’ne gitmek için sehri savunan 70 bin müslümanin cesedini çigneyerek ve kan deryasina gömülerek geçmek zorundaydi.

Ikinci Haçli Seferi, ordunun Kudüs’e varamadan Sam’dan geri dönmesiyle sonuçlandi. Bu arada Suriye ve Misir topraklarinda meshur Eyyubî Devleti kurulmustu. Devletin azimli sultani Selahaddin Eyyubî’nin odasindaki mum geceler boyunca sönmedi, hep yandi durdu. Bir gün veziri bütün cesaretini toplayarak bunun sebebini sordu. Selahaddin Eyyubî dedi ki “Allah Rasulü’nün s.a.v. miraca çiktigi, yillarca müslümanlara kiblegâh olmus, üçüncü harem düsmanin elinde iken bana uyumak yarasir mi hiç?”

Selahaddin uyumadi. Adim adim ilerleyerek sonunda Kudüs kapilarina dayandi. Fakat bu mukaddes sehre kan dökerek girmek istemiyordu. Sehir halkina “Sizin gibi ben de kesin olarak inaniyorum ki, Kudüs Allah’in mukaddes beytidir. Bu beytullaha saldirarak hürmetini ihlal etmek istemiyorum.” diye haber saldi. Teslim sartlarini da sunmustu. Fakat sehrin azililari direnme karari aldilar. Müslümanlar, bir haftalik siki bir kusatmayla sehre girdiler. Fakat kan deryasinda yüzerek degil... Selahaddin Eyyubî, hiristiyanlara sehri terk edebilmek için kirk günlük bir süre tanimisti.

Tarihle biraz olsun ilgilenen herkes, dünya tarihinde yahudilere ve hiristiyanlara insan onuruna yakisir biçimde muamelede bulunanlarin sadece müslümanlar oldugunu bilir. Zaten, Sevgili Peygamberimiz s.a.v., “zimmiye eziyet veren bana eziyet vermistir.” buyurarak Islâm tebasina giren gayri müslime insanca muamele yapilmasini emir buyurmusken, nasil baska türlü davranilabilirdi ki?..

BITMEYEN SAVAS: HAÇLI SEFERLERI

Bati dünyasi Kudüs’ün yeniden müslümanlara yar olmasina çok sinirlenmisti. Hiristiyanlar, Alman Imparatoru I. Frederick, Fransiz Krali Philiph August ve Ingiltere Krali Richard komutasinda yeni bir haçli seferi düzenlediler. Bu sefer de basarisiz oldu. Fakat yilmadilar. Dördüncü, besinci, altinci... derken dokuzuncu haçli seferini düzenlediler. Dokuzuncu Haçli Seferi, resmi haçli seferlerinin sonuncusu idi güya. Ama herkes biliyor ki, yeni bir haçli seferi her Batilinin içinde bir ukdedir. Siyasi mahfilleri, “spor baris ve kardesliktir” sloganina ragmen spor karsilasmalari dahil, her alanda firsat buldukça maskeli bir haçli seferini yürütmeye her an hazirdir. Haçli savaslari, sömürge savaslari, siyonizm, eski sömürgecilik, yeni sömürgecilik, askeri sömürgecilik, iktisadi ve kültürel sömürgecilik, vs. vs... Hepsi aslinda ayni bütünün parçalaridir. O bütünün adi ise, küfrün Islâm’a karsi birlikteligidir.

13. yüzyilin sonunda bu mukaddes diyar, güçlü bir koruyucuya, yani Osmanli’ya kavusmustur. 13. yüzyildan 19. yüzyilin ortalarina kadar Kudüs huzur dolu bir hayat yasadi. Çünkü Osmanli, savasi Kudüs önlerinden Avrupa içlerine tasimisti. Birakin Filistin’i, Suriye’yi, Anadolu’yu, Trakya’yi; hiristiyanlarin Balkanlari bile geçmeye mecali yoktu artik. Ancak Viyana önlerinde savunma savasi veriyorlardi.

KOVULMUS BIR MILLETE AÇILAN SEFKAT KOLLARI

Bu sirada yahudiler Avrupa’da yüzyillarca var olma mücadelesi verdiler. 1290’da Ingiliz Krali I. Edward, Ingiliz topraklarindaki yahudilere sürgün cezasi vermisti. 1306’da Fransiz Krali Philip de Bell yahudilere ayni cezayi uygun görmüstü. 1498’de XII. Louis, yahudileri Fransiz topraklarindan sürülmekle Hiristiyanliga girmek arasinda serbest birakmisti. Almanya, Rusya ve öteki Avrupa ülkelerinde de yahudiler, daima istismar edilmis, asagilanmis, insanca muameleye hasret bir hayat sürmüslerdi. Yahudiler, siyasi ve dinî haklarini, olusumuna katkida bulunduklari 1789 Fransiz Ihtilali’nden yillar sonra ancak 1874’de elde edebilmislerdi.

Bu birkaç örnekten de rahatça anlasilabilecegi gibi, Orta çagda ve Modern çagda yahudiler Avrupa’da ezilirken, Islâm topraklarindan baska siginak bulamamislardi. Yahudileri, Engizisyon mahkemelerinde cayir cayir yakilmaktan Kemal Reis komutasindaki Osmanli donanmasi kurtarmis ve dönemin sultani II. Bayezid daha 1493’te yahudilere insanca muamele edilmesini emreden bir ferman yayinlamisti. Bu ferman sayesinde onlar, kisa vadede ülkenin bütün ticari ve iktisadi hayatina hakim olmuslardi. Sultan Bayezid, yahudilere su ilâhi emir çerçevesinde Ehl-i Kitap muamelesi yapiyordu: “Allah, sizinle din ugrunda savasmayan ve sizi yurtlarinizdan çikarmayanlara iyilik yapmanizi ve onlara adil davranmanizi yasaklamaz.” (Mümtahine, 8)

Fakat daha sonralari Osmanli yöneticileri, yahudilerin Islâm topraklari üzerinde milli devlet kurmaya tesebbüs ettiklerini anlayinca tavirlarini degistirmislerdir. Mesela, yahudilerin 1876’da zirai alan olusturma bahanesi altinda Filistin’den arazi satin alma girisimi ve 1882’de Filistin’e yapilmasi plânlanan yahudi göçü, Osmanli yönetimi tarafindan engellenmistir. 1876-1888 yillari arasinda Kudüs mutasarrifligi yapan Rauf Pasa, Filistin topraklarina gayri kanuni yollardan yerlesen yahudileri tespit edip attirmistir. Devlet iç ve dis meselelerle bogusurken bile denetimi ihmal etmemistir. 1882’de Babiali, Kudüs mutasarrifindan Rus, Romen ve Bulgar pasaportu tasiyan Yahudilerin sehre girisini engellemesini istiyordu. Hatta 1888’de yahudilerin baska bir ülkenin vatandasiymis gibi bölgeye sizmasini önlemek için Filistin’i ziyaret etmek isteyen turistlerin üzerlerinde dini kimliklerini belirten bir sefer izni bulundurmasini sart kosmustu. Ne zaman ki Osmanli bölgeden çekildi, sömürgeci Ingiliz ve Fransiz yönetimi bölgeye hakim oldu...

Iste Filistin ve Kudüs o gün kaybetti. Ve o günden beri ariyor Kudüs. Kiliçtan keskin müslüman merhametini ariyor..

KUDÜS NOTLARI...

Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nin Islâm dini nazarindaki yeri ve önemi büyüktür. Her seyden önce Mescid-i Aksa müslümanlarin ilk kiblesidir. Peygamber Efendimiz s.a.v. ve müslümanlar, kible Kâbe’ye döndürülünceye kadar yillarca Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kilmislardir. Peygamber Efendimiz s.a.v. sadece üç mescid için yolculuk sikintisina katlanilabilecegini belirtmistir. Bunlardan ilki Mekke’de, ortasinda Kabe’nin yer aldigi Mescid-i Haram, ikincisi Medine’deki Mescid-i Nebevî ve üçüncüsü Mescid-i Aksa’dir. Ve yine Peygamber Efendimiz s.a.v. Mescid-i Aksa’da kilinan bir namazin baska bir mescidde kilinacak namazdan bin, Mescid-i Nebevî’de kilinan bir namazin Mescid-i Aksa’da kilinandan bin, Mescid-i Haram’da kilinan bir namazin da Mescid-i Nebevî’de kilinandan bin kat daha sevap oldugunu haber vermislerdir. Mescid-i Aksa, Peygamberimizin s.a.v. Mirac yolculugundaki ilk duragi olmasi bakimindan da ayrica önemlidir.

SULTAN ABDÜLHAMID VE YAHUDI HERZL

Osmanli Devleti’nin bütün dis borçlarini kapatmaya karsilik, kendisinden Yahudilere Filistin’de azicik toprak vermesini isteyen Theodor Herzl baskanligindaki heyete, Sultan II. Abdülhamid’in verdigi cevap altin suyu ile yazilip çerçeveletilecek türdendir:

“Bu konuda sakin bir adim daha atmayin. Ülkemin bir çakil tasini bile satamam. Çünkü o benim degil, halkimindir. Bu devlet onu kani pahasina aldi, kani pahasina yasatti. Birilerinin gasbetmesine izin vermeksizin kanimiz pahasina da koruruz. Iki tabur askerimiz Suriye ve Filistin’de savasti. Askerlerimiz Plevne’de bir bir sehit edildi. Çünkü teslim olmaktansa savas meydaninda ölmeyi tercih ettiler. Osmanli Devleti benim degil, milletindir. Hiçbir parçasini veremem. Yahudiler milyonlarini saklasinlar. Devlet parçalanirsa, Filistin’i karsiliksiz da alabilirler. Su kadar var ki, bu devlet cesetlerimiz çignenmeden parçalanamaz. Ne için olursa olsun, biz ölmeden kimse bizi birbirimizden ayiramaz.”

HZ. ÖMER'IN KUDÜS HAKKINDA VERDIGI EMANNAME

Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Allah’in kulu, Müminlerin Emiri Ömer b. el-Hattab’in Ilya (Kudüs) halkina verdigi emandir. Bu emani, canlarina, mallarina, kilise ve mabetlerine, hastalarina, sagliklilarina ve sair halka vermistir. Kiliseleri müslümanlarca kullanilmayacak ve yikilmayacaktir. Kiliseden ve arsasindan, hiristiyanlarin haçindan ve mallarindan hiçbir sey eksiltilmeyecektir. Din degistirmeleri için baski yapilmayacak, hiçbiri bu ugurda zorlanmayacaktir. Ilya’da onlarla birlikte hiçbir yahudi oturmayacaktir. Ilya halki Medain halki gibi cizye verecektir. Buradan ayrilarak Rum’a (Bizans) ve Lusut’a (Lusus) gitmekte serbesttirler. Ayrilan kimsenin cani ve mali gidecegi yere varincaya kadar güvendedir. Sehirde kalanlar da güvendedirler. Ilya halkindan mabetlerini ve haçlarini birakip mallariyla birlikte Rum’a gitmek isteyenlerin canlari, mallari ve haçlari gidecekleri yere varincaya kadar güvencededir. Falan savastan önce, orada oturan herhangi bir kimse de, dilerse Ilya halki gibi cizye vermek sartiyla orada kalabilir, dilerse Rum’a da gidebilir. Allah’in ahdi ve Rasulü’nün, halifelerin ve müminlerin zimmeti, üzerlerine düsen cizyeyi verdikleri sürece burada yazildigi sekildedir.

Halid b. Velid, Amr b. el-As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebû Süfyan buna sahittir. Hicri 15. yilda kaleme alinmistir.

(Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-Mülûk)

Hz. Ömer (r.a.)'in Askerî Siyaseti

Hz. Ömer (r.a.)’in devlet baskanligi ve bu devlet baskanligi sirasinda gerek Müslüman, gerekse gayri müslim olan reayasina uyguladigi adalet, tarihin örnek sahifelerinden birini teskil etmistir.

Bu küçük yazimizda, onun mümtaz kisiliginden, Islâm’i uygulamasindaki tavizsiz siyâsetinden ve de bütün hayati boyunca Allah için göstermis oldugu cesaret ve fedâkârliktan sözetmiyecegiz. Bu hususlar basli basina birer kitap olacak niteliktedir.

Bütün insanlarin bas düsmani olan seytan, sadece taviz vermeyen Müslümana yaklasamaz ve ondan çekinir. Seytanin, bu tavizsiz Müslümanlardan Hz. Ömer'e karsi olan tutumunu, Resulullah (s.a.s.). söyle anlatiyor:

"Gökte Ömer'e saygi duymayan bir melek ve yerde ondan korkmayan bir seytan yoktur" (1).

Hz. Ebu Bekir (r.a.), ölmeden önce, onu yerine Halife, yâni Devlet Baskani olarak seçti.

Hz. Ömer (r.a.), Islâm'in Devlet Baskani olunca, devletinin, gerek iç, gerekse dis siyasetinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in izini takibetti. Askerî cihadi, yani îslâm'in savasla olan tebligini de, onlarin biraktigi yerden devam ettirdi.

Bilindigi gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.), daha Islâmî tebligin Mekke dönemindeyken, Müslümanlara su hedefi gösteriyordu:

"Lâ ilâhe illallah deyin, Iran ve Bizans'in saraylari sizin olacak!" (2). Yani, Allah disindaki güçlere, iktidarlara karsi çikarak Islâm'i kabul edin, insanligi sömürmekte olan Iran ve Bizans devletleri yikilacaktir!...

Hz. Peygamber (s.a.s.)., Islâmî tebligin Medine döneminde, bu iki süper devletten Bizans'in sinirlarini zorlamis, Tebuk seferiyle (3), Islâm Devletinin sinirlarini bugünkü Ürdün topraklarina kadar vardirarak, Islâm kanunlarinin oralarda da hükümfermâ olmasini saglamistir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vefâtindan sonra, onun cihâdini Hz. Ebu Bekir (r.a.) sürdürdü ve Irak'in güneyine kadar olan Bizans topraklarinin tamami fethedildi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) vefat ettiginde, Halid b. Velid komutasindaki ordulari, Fihl ve Sam kalelerini zorluvor, insanlari Islâm'a davet ediyorlardi.

Ordunun sultalasmamasi için Hz. Ömer (r.a.), Islâm Devlet Baskani olur olmaz, bazi mülahazalarla, Islâm ordulari Baskomutani olan Halid b. Velid'i degistirerek, yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'i tayin etti.

Hz. Ömer'in, Halid b. Velid'i görevden almasi, bazi dedikodulara sebep olduysa da, Devlet Baskani Hz. Ömer, bu kararindan vazgeçmedi ve bu kararinda gayet hakliydi.

Hz. Ömer (r.a.), Halid b. Velid'in üstüste kazandigi zaferlerden dolayi, esas görevi devlete hizmet olan ordunun, simararak sultalasmasini istemiyordu. Zira böyle bir durumda, Islâm'm tatbikati için varolan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, Islâm Devletinin bekasi noktai nazarindan fevkalade tehlikeli bir husustu. Baska bir deyisle Hz. Ömer (r.a.), Islâm kanunlarinin harfiyyen ve de tavizsiz uygulanmasi için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine Ordu Baskomutaninin, hattâ Devlet Baskaninin sahsî despotizminin yeralmasini istemiyordu. Yoksa, onun Halid b. Velid'i görevden almasi, sahsî bir meseleden, ya da Halid'in herhangi bir yolsuzlugundan kaynaklanmiyordu. Nitekim, komutanliktan azlinin sebebini ögrcnmek için baskent Medine'ye giden Halid'e, Hz. Ömer (r.a.), "Yâ Halid, sen benim yanimda çok degerlisin ve seni çok severim'‘ dedikten sonra, Devletin bütün valilerine su tamimi gönderdi:

"Ben, Halid'i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayi azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah'i birakip ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu basarilarin Allah'tan geldigini bilmelerini istedigim için böyle hareket ettim" (4).

Devlet baskani Hz. Ömer'in bu hassasiyetini gören Halid b. Velid, Medine'de kalabilme imkâninin olmasina ragmen, ordusuna dönerek, Ebu Ubeyde b. Cerrah'in maiyetinde cihada devam etti.

"Dünya seni de helâk etmesin"

Hz. Ömer (r.a.), ordu komutanlarinin azlinde gösterdigi titizligi, onlarin tayininde de gösteriyordu. Nitekim Halid'in yerine tayin ettigi yeni komutan Ebu Ubeyde b. Cerrah'a da söyle yaziyordu:

"Ben sana, tek kalici sey olan Allah'in takvasini tavsiye ediyorum ki, ondan baska hiçbir seyin degeri yoktur. O Allah ki, bizi dalâletten hidâyete, karanliklardan aydinliga çikardi. Seni Halid b. Velid'in ordusuna komutan tayin ettim. Onlarin hakki ne ise, ona göre davran! "Ganimet alacagim" düsüncesiyle, Müslümanlan helâke götürme! Araziyi iyice kesfetmeden onlan oraya sevketme! Muhafizsiz birlikler gönderme! Müslümanlari felâketlere götürmemen için seni uyariyorum. Allah seni benimle, beni de seninle imtihan edecek. Gözünü ve kalbini dünyadan çevir, dünyaya dalma! Dikkat et ki bu dünya, senden evvelkileri oldugu gibi, seni de helâk etmesin..." (5).

Hz. Ömer (r.a.)’n, normal vatandasa oldugu kadar, komutan ve askerlerine karsi da bu kadar hassas olmasinin tek sebebi, onlarin hak hukuklari hakkinda Allah'a verecegi hesabin kendisine yüklemis oldugu agir mesuliyetti. Nitekim o, sürekli olarak kendi kendisini muhasebe etmekle mesguldü. Günümüz sosyolog, psikolog ve felsefecilerinin efkâri umumiyyeye empoze etmeye çalisip, bir türlü ne kendi nefîslerinde, ne de toplumun hiçbir kesiminde uygulayamadiklari meshur otokritik müessesesi, Müslümanlar tarafindan bu sekilde gerçeklestirilmistir. Bunun baska yolu da yoktur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.). söyle buyuruyor:

"Hikmetin basi, Allah korkusudur" Baska deyisle, insanhgin ölçüsü, Allah'a ve O'nun kanunlarina olan bagliliktadir.

Hz. Ömer (r.a.), özel olarak görevlendirdigi postacilar vasitasiyla, günü gününe ordusundan haber aliyor, âdeta onlarin yaninda savasiyormus gibi, ordusunu sevk ve idare ediyordu. Nitekim komutanlarina göndermis oldugu emirlerde, hergün durumlanin bildirir mektuplar yazmalarini, bu mektuplan postayla Medine'ye göndererek, Devlet merkezini olup bitenden haberdar etmelerini istemistir (6).

"Hz. Peygamber'in dayisi olman seni yaniltmasin!'

Islâm ordulari, Suriye fethinde Bizans ordulariyla çarpismaya devam ederken; Hz. Ömer (r.a.), Iran cephesindeki cihadi da hizlandirdi.

Hz. Ömer (r.a.), Iran'in fethi için, Islâm ugruna ilk defa kan döken (7) ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’n cennetle müjdeledigi on kisiden biri olan Sa'd b. Ebi Vakkas’i görevlendirdi.

cephesi Baskomutanligina tayin edilen Sa'd b. Ebi Vakkas’a da, Devlet Baskani Hz. Ömer söyle tavsiye ediyordu:

‘‘Ey Sa’d, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in dayisi ve onun sahabisi olman seni yaniltip Allah'tan uzaklastirmasin! Allah, kötülügü kötülükle degil, iyilikle yok eder. Allah ve insanlar arasinda, O’na itaatte baska hiç kimse yoktur. Allah katinda bütün insanlar esittir. Allah onlarin Rabbi, onlar da O'nun kullaridirlar. Onlara verilen hayat için, O'nu zikrederek, O'nun kanunlarina tabi olarak, O'na hamdederler. Resulullah (s.a.s.)’den gördügün gibi hareket et!.." (8).

Hz. Ömer (r.a.), bu tavsiyesiyle, gayelerinin insanlara kötülük yapip onlari öldürmek olmadigini, bilakis, Allah davasini insanlara teblig ederek, onlari Allah'in kanunlari altinda birlestirmek oldugunu vurgulamak istiyordu.



Hz. Ömer dönemindeki Islam devleti


Hz. Ömer (r.a.)’dan son emirleri aldiktan sonra, Sa'd b. Ebi Vakkas Iran üzerine yürüdü.

Sa'd'in komutasinda birlesen Islâm ordulari, kazandiklari Kadisiyye savasindan sonra Iran'i tamamen fethedecekler ve Hz. Ömer (r.a.) vefât etmeden önce Iran Müslüman olacaktir.

Hz. Ömer (r.a.), Kadisiyye öncesi, komutani Sa'd'a gönderdigi mektupta, sadece ona dinî vaazlarda bulunmuyor, en ince teferruatina kadar askerî talimatlarini bildiriyordu. Mektubunun bir bölümünde söyle diyordu Hz. Ömer:

"Durumunuzu araliksiz olarak ve bütün tafsilatiyla bana yaz. Nasil hareket ettiginizi; sizin düsmana, düsmanin da size olan nisbet ve harekât tarzini öyle yaz ki, mektuplarindan âdeta savasi izleyeyim..!' (9).

Bu talimatlardan sonra, Islâm askerinin parolasini bile veriyordu. Hz. Ömer; "Savas baslayip, bitene kadar herkes ‘Lâ ve lâ kuvvete illâ billâh' diyecek!.." Müslüman askerinin kolu kiliç sallayarak, dili de Allah'i zikrederek Rablerine kulluk edecekler. Baska deyisle, biri digersiz olmaz.

Kadisiyye savasi arefesinde, Iran ordu komutaniyla görüsen ve her savas öncesi oldugu gibi düsmani Islâm'a davet eden Müslüman elçi, Müslümanlarin gayesini Iranlilara söyle anlatiyordu:

"Bizim arzumuz dünya degil. Bizim arzu ve istegimiz Ahirettir. Allah bize bir Peygamber göndererek ona söyle dedi: Ben su taifeyi, benim kanunlarimla amel etmiyenlere musallet ettim. Bunlar vasitasiyle, benim kanunlarima karsi gelenlerden intikam alacagim. Bu tâife (yani Müslümanlar), benim kanunlarima bagli olduklari sürece onlari galib kilarim. Bu hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki zillete, ona baglanan hiç kimse yoktur ki izzete kavusmasin."

"Bu dinin esasi, Allah'in birligine ve Muhammed (s.a.s.)’in Onun Peygamberi olduguna inanip sehâdet etmek ve Allah katindan gelen her seyi noksansiz ikrar etmektir."

"Dinimizin gayesi, insanlari, insanlari kulluktan kurtarip, onlari Allah'a kul etmektir" (10).

Degerlendirme

1. Hz. Ömer (r.a.)’in da siretiyle göstermis oldugu gibi, Islâm inancina göre esas olan, ne devlettir, ne ordu ve ne de Ordu komutanlari; degismez esas olan, Islâm'in tavizsiz ve noksansiz tatbikatidir. Onun için Hz. Ömer, çok sevdigi ve gerçekten hayatini Islâm'a adamis olan Halid b. Velid’i, yukarida belirttigimiz gibi, Islâm yararina görevinden aliyor. Kisacasi, Hz. Ömer, kim olursa olsun, insanlarin putlasmasini istemiyor.

2. Hz. Ömer, komutanlarini, kendi sahsî kaprisleri degil, Islâm'in emirleri dahilinde hareket etmeleri hususunda uyariyor. Yani Islâm'a göre, "her seyi ben bilirim, herkes benim emrimde olacak, emir komutayi ben veririm, kimse bana karisamaz" gibi keyfî davranislar yasaktir. Islâm neyi gerektiriyorsa o yapilir.

3. Hz. Ömer (r.a.) en küçük rütbeli askerine kadar her tebaasini düsünüyor, onlara en ufak bir hakaretin, haksizligin yapilmasina müsaade etmiyor. Islâm’a aykiri davranislarda bulunan olursa, isterse bu kisi vali, ya da komutan olsun kamçisiyla düzeltir ve de düzeltmistir.

4. Ganimet almak için cihad yoktur. Cihad, Allah ahkâmini bildirmek



Kullanıcı avatarı
büşra
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 810
Kayıt: 05 Tem 2006 [ 18:24 ]

Mesaj gönderen büşra »

HZ. OSMAN'IN HALIFE SEÇILMESI

Hz. Ömer (r.a.), bir halife seçmeye mecbur edilince, yani bir düsman tarafindan sirtindan hançerlenip, ölüm dösegine düsünce, bir sey yapmali idi. Filhakika, kendisini ziyarete gelen birçok sahabi O'na, bir halife seçmesinin zorunlu oldugunu söylemislerdi. «Çünkü Hz. Ebu Bekir (r.a.) bunu yapti» demisler ve ilave etmislerdi: «Sayet sen kendine bir veliahd seçmezsen, karisikliklar olabilir ve belki de bir iç savas çikabilir.» Gelen müslümanlardan bazilari, Hz. Ömer (r.a.)'in kendi oglu, Abdullah b. Ömer'i seçmesini teklif ettiler. Çünkü Abdullah b. Ömer, çok iyi bir müslümandi. Alimdi, mütedeyyin idi ve Halife olmak için, bütün sartlara sahip idi. Hz. Ömer (r.a.) bu teklife çok kizmis ve yanlis hatirlamiyorsam, bu teklifte bulunani tokatlamis ve söyle söylemisti: «Sen benim cehenneme gitmemi mi istiyorsun?» Daha sonra devam etmisti «Ne yapacagimi bilemiyorum. Sayet birini tayin edersem, benden önce, benden daha iyi olan birisi, yani Hz. Ebu Bekir (r.a.), bunu yapmisti. Sayet kimseyi seçmezsem, bunu da benden önce ve benden çok daha iyi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) yapmisti. Su halde, her iki sekilde de hareket edebilirim.» Hz. Ömer, «Bu dünyada oldugu gibi, öbür dünyada da sizi idare etmenin mes'uliyeti altina girmek istemiyorum» diyordu. O demek istiyordu ki «Ben bir veliahd tayin edecek: olursam, dolayli olarak, öldükten sonra da sizi idare etmis olacagim ve bu veliahdin vasitasiyla ben mes'ul olacagim; bunu istemiyorum». Ve sonunda Hz. Ömer söyle demisti: «Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat ettiginde, O'nun en çok sevdigi on kisi vardi, hatta Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlarin öldükten sonra cennete gideceklerini müjdelemisti (asere-i mübessere). Iste bunlar arasindan kendinize bir halife seçin.»

Bu arada, bu on kisiden üçü vefat etmisti. Daha dogrusu iki kisi ölmüs ve Hz. Ömer (r.a.) de yaraliydi. Geriye yedi kisi kaliyordu. Fakat bu yedi kisiden, sadece altisi Medine'de bulunuyordu. Yedincisi seyahatte idi. Iste, Hz.Ömer bu alti kisinin toplanip aralarinda halîfe seçmelerini istedi. Fakat bunda bir güçlük ihtimali vardi. Sayet üç kisi bir tarafta, üç kisi diger tarafta olacak olursa, seçim imkani olamazdi. Hz. Ömer (r.a.) bu güçlügü düsündü. Mesele çok mühimdi. Halife'nin hemen seçilmesi icap ediyordu. Yedinci olan sahabi beklenecek olursa, karisikliklar olabilirdi. ve onun ne zaman dönecegi belli degildi. Bunun için Hz.Ömer (r.a.), bu alti kisilik heyete, bazi sartlarda dahil olmak üzere, yedinci bir sahis seçti: Abdullah b. Ömer. Sartlar sunlardi:

O, halife olarak seçilemeyecekti. Sayet seçimde ekseriyet temin edilirse, mesele, dörde karsi iki gibi, bu durumda Abdullah b. Ömer, ekseriyete uyacak ve sahsi görüs serdetmiyecekti. Sayet her iki tarafta, esit olarak üçer kisi olursa Abdullah, Abdurrahman b. Avf hangi tarafta ise, reyini o tarafa kullanacakti.

Hz. Ali r.a.'in hilafet hakkindaki görüsü

Hz.Peygamber (s.a.s.). vefat edince, Müslümanlar kendilerini idâre etmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'i Devlet Baskanligina getirdiler.

Bilindigi gibi, Hz.Peygamber (s.a.s.), iki görevi birden üstlenmisti: Birisi, Allah'tan gelen vahyi, yâni ilâhi emirleri insanlara teblig etmek; ikincisi, bu vahiy hükümlerine göre, baskani bulundugu devleti yönetmekti.

Onun vefatiyla sadece vahiy degil, Peygamberlik de son buldu. Artik Peygamber gelmiyecek, inanan insanlar, son peygamber vasitasiyla gelen Kur'an'la ve bu son peygamber'in Sünnetiyle kendi yasamlarina yön verecek, düzenlerini kuracaklardir. Baska deyiçle, inanmak isteyen insanlar, yâni Müslümanlar, yasantilarinin her yönünü bu iki kaynaga göre tanzim edecekler, bu iki kaynaga ters düsen hayat kanunlarini tanimayacaklardir.

Bu iki kaynagin özü olan Islâm'i Allahu te'âlâ tek nizam kabul etmis ve bunun disinda kalan sistemleri tanimayacagini söyle ferman buyurmustur:

"Kim Islâm'dan baska bir din (top yekün bir hayât nizami) ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara ugrayanlardandir"(1)

Hz.Peygamber (s.a.s.)'in vefatiyla, kanun degil, kanunun tatbikçisi olan Hz.Muhammed (s.a.s.). Müslümanlar arasindan ayrilmistir. Dolayisiyle, onun ölümünden sonra, Müslümanlar yeni kaynaklara degil; zaten mevcut olan kaynaklari tatbik edecek bir insana, bir idâreciye muhtaçtilar. Yâni vakia, kanun boslugu veya yoklugu degil, lider yokluguydu; bu lideri bulmak lazimdi ki, bu ihtiyaci da, baslarina "Halife dedigimiz devlet baskanlarini getirerek giderdiler.

Halife seçimi

Hz.Peygamber (s.a.s.). kendi vefatindan sonra, Müslümanlari yönetmek üzere, sarahaten bir halife seçmek istemediginden çünkü buna yeteri kadar vakti vardi, halife seçim isi Müslümanlarin insiyatiflerine birakilmis; onlar da, Peygamber'lerinin vefatindan sonra, kendilerini yönetmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'i seçip biat' etmislerdir.

Hz.Ebû Bekir r.a'a biat etmis olmasina ragmen, daha sonraki senelerde, bazi grublar Hz.Ali r.a'i ona karsi göstermek istemisler ve maalesef bu sekilde baslatilan ihtilâf asirlarca sürmüs, binlerce Müslümanin ölümüyle neticelenen savaslara sebebiyet vermistir. Halbuki bunlar, dava arkadasi, cihâd ve siper ortaklariydilar. Bunlar, hayatlarini Allah'a hizmette yaristirmis olan insanlardi.

Iste, bu konuyu en güzel bir sekilde tahlil ettigine inandigimiz, Hz.Ali r.a'in bir konusmasiyla açiklamak istiyoruz.

Hz.Osman r.a'in sehid edilmesiyle baslayan ve Islâm tarihinde "el fitnet'ül kübrâ" (en büyük fitne) diye adlandirilan hareketten sonra, halife seçilmis olup, hilâfetini tanimayanlarla savasmak üzere Basra'ya gitmis olan Hz.Ali La'a, Ibnu'l Kevva' ve Kays b. Ibâd Basra'ya gidisinin sebebini sorup söyle dediler:

Bu konuda Resulullah'in bana bir ahdi yoktur

"Müslümanlarin karsi karsiya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelisin, Resulullah (s.a.s.)'in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?" Hz.Ali r.a. su cevabi verdi:

"Bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olup olmadigini soruyorsunuz. Bana verilmis böyle bir ahid yoktur. Vallahi ona ilk inanan ben oldugum gibi, ona ilk defa yalan isnâd eden ben olmayacagim. Sayet bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olsaydi, Ebû Bekir ve Ömer'in onun minberine çikmalarina müsaade etmezdim, elimle onlarla savasirdim (Resulullah (s.a.s.)'in emri oldugu için. Fakat Resulullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastaligi bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiginde, O Müslümanlara namaz kildirtmak için Ebû Bekir'e emrederdi. Kaldi ki, benim orada oldugumu da görüyordu. Hanimlarmdan birisi (2) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, bu görevi Ebû Bekir'den almasini söyleyince kizdi ve "siz kadinlar Hz. Yusufun basini derde sokanlarsiniz, Ebû Bekir'i geçirin Müslümanlara namazi kildirsin!" dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alinca, isimize baktik ve Resulullah (s.a.s.)'in dinimiz için lâyik gördügünü dünyamiz için seçtik. Namaz, Islâm'in aslidir; o dinin emri, dinin diregidir. Biz (bunun için) Ebû Bekir'e biat ettik ve o bu isin ehliydi. Içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir'e hakkmi edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihad ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadasinin (yâni Ebû Bekir'in) yolunu takib etti, onun gibi hareket etti. Böylece Ömer'e biat ettik ve içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de baskasini ona tercih etmedik. Ömer'e hakkim edâ ettim ve

ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihad ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan akrabaligimi, Islâm'da önceligimi ve selefiyyetimi ve bu ise liyâkatimi düsünerek bu konuda baskasinin bana tercih edilmeyecegini sandim. Öldükten sonra, onun yüzündcn halifenin bir günah islememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuguna yasakladi ve yeni halifeyi seçmek üzere alti kisilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oglunu seçebilirdi; yapmadi.

Heyet toplaninca, kimsenin bana tercih edilmeyecegini sandim. Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse (3) ona kesinlikle itaat edilecegine dair bizden söz aldiktan sonra Osman b. Affan'in elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de isime baktim. Ona itaatim ise, biatimdan önce oldu. Böylece Osman'a biat ettik. Ona hakkini edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim.

Vurulunca, kendi isime baktim. Resulullah (s.a.s.)'in iki halifesi gitmis, birisi de vurulmustu. Haremeyn'deki (Mekke ve Medine'deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler. Bunun üzerine birisi ortaya atildi ki, dengim degil; ne Resulullah (s.a.s.)'e olan akrabaligi benimki kadar yakin, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de Islâm'daki önceligi benimki gibi eskiydi. Dolayisiyle ben bu ise ondan (yâni Muaviye'den) daha lâyiktim!"(4)

Degerlendirme

1. Hz. Peygamber (s.a.s.)., hilâfet konusunda kesin bir tavir takinmamis, kimseyi halife seçmemistir. Nitekim Hz. Ali'nin yukarida buyurdugu gibi, o bu konuda bir emir vermis olsaydi, onun emri kanun oldugundan, mutlaka yerine getirilirdi.

2. Namaz Islâm'm aslidir. Asilsiz, yâni temelsiz hiç bir sey düsünülemedigi gibi, namazsiz bir Islâm tasavvur edilemez. Hz.

Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in namaz için seçtigi imâmi, yâni devlet baskani olarak kabul ediyor.

3. Hz. Ali, kendinden önce biat ettigi halifelere kesin bir itaatla baglidir.

4. Hz. Ali, Hz. Muaviye'den de kendisine ayni sekilde itaat istiyor ve hilâfete kendisinin lâyik oldugunu söylüyor.

5. Asirlardir Müslümanlara kabul ettirilmeye çalisildigi gibi, Hulefayi rasidin birbirine düsman degillerdir. Öyle olsaydi, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer'i sevmeseydi ona kizi Ümmü Gülsüm'ü verir miydi? Allah'in aslani olan Hz. Ali'nin korkudan "takiyye" yapip kizini Hz. Ömer verdigini düsünmek en azindan haksizlik olur.

6. O örnek halifelerin bir tek endisesi vardi: Islâm'in geregi gibi tatbiki!

Cevapla