Hidayet ve Dalalet-Benim Dönem ödevim-

Ödevler için artık tek bir adres var aktuelbilgi.net...
Cevapla
Kullanıcı avatarı
DMücahit
Bağımlı Üye
Bağımlı Üye
Mesajlar: 477
Kayıt: 02 Mar 2007 [ 21:04 ]

Hidayet ve Dalalet-Benim Dönem ödevim-

Mesaj gönderen DMücahit »

HİDAYET VE AŞAMALARI
"Hidayet", Türkçe'de doğru yol, hak olan Müslümanlık yolu; "hidayete ermek" de Müslüman olmak ve İslam dinini kabul etmek anlamına gelir. Herhangi bir gayr-i müslimin -kafirin, müşrikin, münkirin- dinini bırakıp İslam dinini benimsemesi, "Müslüman oldu", "hidayet erdi" cümleleriyle ifade edilir. Tam tersine -maazallah- bir Müslüman'ın İslam dinini terk edip başka bir dine girmesi veya ateist bir münkir olarak yaşaması, "irtidat etti", "dalalete düştü" cümleleriyle ifade edilir. Şu halde hidayetin zıddı küfür, şirk, inkar ve dalalettir. Bundan dolayı İslam'daki herhangi bir mezhebe veya tarikata veyahut da cemaate bağlı bulunan bir mümin ve Müslüman'ın mezhebini veya tarikatını veyahut da cemaatini terk edip İslam'daki başka bir mezhebe veya tarikata veyahut da cemaate geçmesi "hidayete erme" veya "dalalete düşme" (irtidat etme) cümleleri ile ifade edilemez, edilirse günah olur. Mesela, Selefi, Eş'arilik ve Maturidilik gibi itikadi mezheplerde veya Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbelilik gibi ameli mezheplerde mezhep değiştirme hali hidayet ve irtidat/dalalet kelimeleriyle asla anlatılamaz. Tarikat veya cemaat değiştirme olaylarında da durum budur. Bu durum hem İslam'ın genel inanç esaslarının gereğidir, hem de bu iki kavramın Türkçe'deki kullanım tarzının icabıdır. Buna rağmen mensubu olduğu mezhepten veya tarikattan veyahut da cemaatten ayrılan bir kimseye "irtidat etti" demek hissiliktir, bir öfkenin ve garazkârlığın sonucudur. Söz konusu kişinin intisap ettiği yeni mezhep veya tarikat veyahut da cemaat mensupları tarafından bu kişinin halinin; "hidayete erme" ile izah edilmesi de zımnen irtidat anlamına geldiğinden yanlış ve haksızlıktır. Maalesef, bu tür hissî beyan ve ifadelere rastlamak nadir bir hal değildir.
Hidayet teriminin genel anlamını ve günlük dilde ifade ettiği manayı bu şekilde tespit ettikten sonra, bu konu üzerinde daha ayrıntılı açıklamalar yapabiliriz:
İslam'dan önce Araplar bu kelimeyi bilir ve kullanırlardı. Onlarda "hidayet" kelimesi "yol gösterme", "doğru yola iletme" veya "doğru yolda olma" anlamına gelirdi. Yani "hidayet", doğru olan yolu gösterme anlamına geldiği gibi "doğru yolda bulunma" anlamına da gelir.
Hidayet, hem hidayete ermek, hem de hidayet etmek şeklinde kullanılır. Birinci durumda fiil lâzım/geçissiz; ikinci durumda müteaddi/geçişlidir.
Huda, hida, hidye ve hidayet kelimeleri: "Matluba isal eylemek şanından olan tarika delalet ve irşad eylemek" anlamına gelir. (Asım, Efendi, Kamus trc. IV, 229)
İrşad ve delalet de hidayet anlamına gelir. İrşad edene mürşid; delalet edene/yol gösterene delil/kılavuz denir. Hadi/hidayet eden de mürşid, delil ve kılavuzdur. Hidayete erene mühtedi ve mehdi denir.
Genel ve hakiki anlamda hâdî/yol gösteren ve hidayete erdiren sadece Hakk Teala'dır. Hidayet Allah'tandır. Onun için dualarda hidayet sadece O'ndan istenir. Fatiha Suresi'ni her okuyuşumuzda O'ndan hidayet ister ve "Bizi doğru yoluna ilet, sapkınların ve gazabına uğrayanların değil, lütfuna erenlerin yoluna!" diye dua ederiz.
Hz. Peygamber: "Allah'ım! Hidayete erdikten sonra kalbimi doğru yoldan saptırma!" (Ebu Davud, Edeb, 99) diye dua ederdi. Yüce Allah, Resul'üne hitaben: "Şüphe yok ki, sen istediğini hidayete erdiremezsin, lakin Allah dilediğini hidayete erdirir." (Kasas, 28/56) buyurmuştur. el-Hâdî Allah'ın isimlerindendir.
Bununla beraber peygamberler de hâdî/rehberdirler. Mutlak, hakiki ve umumi anlamda Allah Teala'nın hidayetçi/rehber olması mukayyet, mecazi ve hususi anlamda O'ndan ayrı hidayetçilerin bulunmasına mani değildir. Nitekim Hz. Peygamber'e hitaben: "Şüphesiz ki, sen

doğru bir yola hidayet eden/iletensin." (Şura, 42/52) buyrulmuştur. Peygamberler gibi onları izleyen ve örnek alan takva sahibi salih müminler de birer hâdi, hidayet meşaleleri, birer rehber, birer yol göstericidirler. Yüce Allah yoldan azanları, çıkanları ve yolunu kaybedenleri, bunlar aracılığıyla yola getirdiğinden bunlara hidayet vasıtaları ve sebepleri de denir. Tıpkı peygamberler ve Kur'an gibi akl-ı selim ve kalb-i selim de hidayet vasıtası ve sebebidir. Akl-ı selimin ürünü olan ilim de böyledir.
"Şüphesiz ki, bu Kur'an en doğru olana hidayet eder/iletir." (İsra, 17/9) buyuran yüce Mevlâ, Kelamullah'ın ve Kur'an'ı Kerim'in de hâdî/rehber olduğunu bildirmektedir. Allah'ın el-Hâdî/hidayete erdirme ve irşad etme vasfı hem kelamında hem nebi ve resullerde, hem de bunların varis naibleri bulunan takva sahibi salih müminlerde tecelli eder.
Çok genel anlamda evrendeki her şey, en küçük zerreden uzaydaki en büyük cisme varıncaya kadar bütün varlıklar ve bu varlıklar arasındaki ilişkiler birer ayet, birer işarettirler, dolayısıyla da hidayet vasıtası ve sebebidirler.
Bir gayri Müslim Müslüman olunca hidayet buldu, doğru yola girdi, denir. Bu doğru ama Müslüman olduğu halde dine uymayan bir yaşayışı ve kötü alışkanlıkları bulunan, dinin emir ve yasaklarına uymayan bir kişi, bu yaşama şeklinin yanlış ve zararlı olduğuna kanat getirerek yaşadığı sefih ve berbat hayatından dolayı tövbekar olursa, dinin emir ve yasaklarına uyar ve ahlakını düzeltirse, önceki kötü ve berbat yaşama tarzını terk edip, güzel, iyi ve yepyeni bir yaşama tarzını samimiyetle benimserse acaba ona: "Hidayet erdi", "Doğru yolu buldu." denmez mi? Elbetteki denir ve bu anlamda bir Müslüman'ın intibaha gelip tövbekar olması da "hidayete ermek" deyimi ile dile getirilir. Aynı şekilde sıradan bir ibadet ve ahlaki yaşayışı bulunan bir müminin, dini ve ahlaki yaşayışını iyileştirmesi de bir hidayete ermedir, hidayetin bir aşamasıdır. Aynı şekilde esasen dini ve ahlaki hayatı iyi olan bir müminin yaşama tarzını daha da iyileştirmesi de bir tür hidayete eriştir.
Bir yandan Allah Teala el-Karib'dir, yani bize yakındır ama diğer yandan O'nunla aramızda uzun bir yol vardır ve bu yolun pek çok menzilleri mevcuttur. Hidayete ermek ve hidayet bulmak hem bu yolu bulmak ve tutmak, hem de bu yolda yürümek ve yeni menzillere ulaşmak demektir. Şu halde her ileri ve yeni bir menzile eriş yeni bir hidayettir. Çünkü bir önceki menzile göre Hakk'a daha yakın olma, daha yetkin ve ergin olma halidir. Namaz kılarken günde en az on yedi kere: "Allah'ım, beni hidayete erdir!" dememizin anlamı budur. Bu hidayet yolunda olmamızı sağlar, bizi bu yolda bulundurur, "muhafaza et ve mesafe almamıza yardımcı ol" anlamına gelir. Şu halde bir mümin Hâdî olan, yani hidayetin hakiki ve yegane kaynağı olan Hakk Teala'dan her gün, her saat ve her fırsatta hidayet talep ederek bu yolun yeni ve ileri menzillerine erme bilincine sahip olmalı, böyle bir durumun gerçekleştiğini hissettiği zaman "Bizi bu menzile erdiren Allah'a hamd olsun, eğer O'nun hidayeti olmasaydı biz buna eremezdik" (A'raf, 7/43) deyip Allah'a şükretmeli.
Hidayet kelimesi olumsuz anlamda da kullanılmıştır. "Onları Cehennemin yoluna hidayet edin" (Saffat, 36/23, Hac, 24/4) ayetleri böyledir. Fakat bu ifadede hidayet, alay edenlere karşı alay etme tarzında kullanılmıştır. "Onlara elim bir azabı müjdele" (Tevbe, 9 / 34) ayetinde olduğu gibi.
Ragıb hidayetin dört çeşit olduğundan bahseder.
a) "De ki: Rabbimiz her şeye hilkatini/varlığını veren, sonra da hidayet edendir." (Tâhâ, 20/50) Allah, bütün insanlara akıl, zeka ve zorunlu bilgiler vererek bütün mükelleflere yol göstermiş, hidayet etmiştir. Bu ayet şöyle de anlaşılmaya müsaittir: Hakk Teala bütün canlılara ve varlıklara, var olmaları için gerekli olan en uygun şekli vermiş, sonra da akılları, hisleri ve iç güdüleri ile onlara doğru yolu; yaşamanın ve varlıklarını sürdürmelerinin yolunu göstermiştir. Genel hidayet budur.
b) Peygamberlerin dili ve ilahi kitaplar vasıtasıyla Hakk Teala'nın bütün insanlığa hidayet etmesi ve yol göstermesi. "Biz, onları emrimizle hidayete erdiren önderler kıldık" (Enbiya, 21/73) mealindeki ayet bu anlama gelir.
c) Esasen hidayet üzere bulunan müminlere özgü olan başarılı kılma hali anlamına gelen hidayet. "Allah hidayete ermiş olanların hidayetini daha da artırır." (Meryem, 19/76) mealindeki ayette geçen hidayet böyledir. Fatiha Suresi'nde talep edilen hidayet de böyledir. Bu nur üzerine nurdur, var olan ışıktan daha fazla ışık veren yeni bir ışıktır, yeni bir fetihtir.
d) Ahiretteki hidayet. Cennetin yolunu gösterme şeklindeki hidayettir. Muhammed, 47/5 ayetinde geçen hidayet gibi.
Ragıb'a göre bu dört hidayet bir merdivenin dört basamağı gibidir. İkinci basamağa çıkmak için birinci basamak, üçüncüye çıkmak için birinci ve ikinci, dördüncüye çıkmak için de daha evvelki üç basamak şarttır. Bu dört basamağın ilkinde veya ikincisinde veyahut üçüncüsünde kalıp daha sonraki basamaklara çıkamayanlar vardır. İnsan dört hidayet türünden sadece ikincisini gerçekleştirme iradesine ve gücüne sahiptir. O da Hakk'a davet etme ve yol gösterme şeklindeki hidayettir. Hakk Teala'nın kafir ve münkirlere vermeyip müminlere tahsis ettiği hidayet tevfik, muvaffak kılma şeklindeki üçüncü hidayettir. İnsana akıl verme, onu başarılı kılma/tevfik ve Cennete koyma şeklindeki hidayet türleri Allah'a mahsustur. Doğru yolu/hidayeti arayanı Allah buna muvaffak kılar; zıddı bir yola talip olana da hidayet etmez (el-Müfredat, 538- 40); yani ikinci hidayet türünü gerçekleştirmek insanın elinde ve iradesi dahilinde ise de diğer üçü onun iradesi haricindedir. Bu üçünü veya bunlardan birini veya ikisini Allah dilediğine lutf ve tahsis eder.
İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye hidayeti önce ikiye ayırır. Birincisi beyan ve delalet (açıklama ve yol gösterme), ikincisi tevfik ve ilham şeklinde olan hidayet. (Medâricu's-Salikin, I, 9, 15) Daha sonra hidayetin on bir farklı şeklini genişçe anlatır. (I, 47-63) (1) Allah'ın Musa'ya doğrudan hitap etmesi. (bkz. Nisa 4/163) (2) Vahiy ile olan hidayet. (bkz. Nisa 4/163, Şura, 51) (3) Peygamber aracılığı ile hidayet. Bunlar peygamberlere özgü hidayet türleridir. (4) Tahdis-muhadese-mükaleme. Muhaddes, sırrına nida edilen ve kalbine söylenen kişidir. Hz. Ömer böyle idi. Sufiler "Haddese kalbî an Rabbî" derler. Bu husus: "Sırrıma ilham edildi ki… ruhuma nida edildi ki… kalbime hitap edildi ki… içime doğdu ki…" ifadeleriyle anlatılır. Allah'tan ve melekten olan hâtırı ve hitabı nefisten ve şeytandan olandan ayırt etmek gerekir. Bunu ayırmanın ölçüsü de şer'î bilgilerdir. (5) İfham/Tefhim (fehmettirme, anlatma) şeklinde olan hidayet. Hz. Süleyman'a böyle bir fehm ve izan verilmişti. (bkz. Enbiya 21/78,79) Fehm/doğru kavrama, Allah'ın kuluna bir lutfudur. Fehm, Allah'ın kulunun kalbine attığı bir nur olup, başkalarının anlayamadıklarını ve algılayamadıklarını kul bu nur ile anlar ve algılar. Bu da bir hidayettir. (6) Genel hidayet. Delil ve şahid gerektirerek hakkı gösterme, hakkın hak, batılın batıl olduğunu kanıtlamak. Sorumluluğu temel teşkil eden hidayet budur. (7) Özel açıklama. Bu inayet ve tevfik şeklinde gerçekleşen bir hidayettir. Hak Teala'ya özgüdür. (8) İsma/işittirme şeklindeki hidayet. "Şüphesiz ki Allah dilediğine (hak olanı) işittirir." (Fatır, 22, Enfal, 8/23) İşitme can kulağı ile, görme kalp gözü ile vukua gelir. (9) Sarih ilham şeklinde vaki olan hidayet. Bunda hiç hata olmaz. (10) Sırf hakikat olan hususu açıkça ortaya koyma şeklindeki hidayet, bu da ancak fena halinde gerçekleşir. (11) Doğru çıkan rüya da bir hidayet sebebidir. Kerametler de buna benzer. (Medaricu's-Salikin, I, 47-63) İbnu'l-Kayyım haklı olarak, "hidayet merhaleleri ve menzilleri sonsuzdur, kul hangi menzile varırsa varsın, behemehal onun üstünde bir hidayet bulunur," der. (el- Fevaid, 130)
S. Ş. Cürcani hidayeti: "Amaca ulaştıran hususu gösterme," veya "Amaca ulaştıran yolu tutma şeklinde tarif eder. (s. 229)
Gazali'ye göre tevfik/başarılı kılmak herkesin ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Bu da kulun iradesiyle Allah'ın kaza ve kaderini bağdaştırma ve uyumlu hale getirmekten ibarettir. Saadete ermenin olmazsa olmaz şartı olan hidayettir. Hidayetin üç mertebesi vardır. Birinci mertebe hayır ve şerrin yolunu gösterme. ((bkz. Beled, 90/10) Resuller, kutsal kitaplar ve akli deliller hidayet sebepleri olup her yerde bol bol bulunur. İkinci mertebe yukarıdaki genel hidayetten sonra gelir. Bu da mücahedenin semeresi olup Hakk Teala bununla her hâlükârda kulunu destekler. (bkz. Ankebut 29/69) Üçüncü derecedeki hidayet ikincisinden sonra gerçekleşir. Bu da mücahedenin mükemmel bir noktaya ulaşma zamanında ortaya çıkan bir nur olup peygamberlik ve velilik alemini aydınlatır. Akılla erişilemeyen noktalara bu nur ile ulaşılır. "Şüphesiz ki Allah'ın hidayeti hakiki hidayettir" (Bakara, 2/120), "Ölü iken hayat bahşettiğimiz kimse" (Enam, 6/122) ayetinde geçen "hayat" ile İbrahim, 24/35 ayetinde geçen "nur"dan maksat bu mertebedeki hidayettir. (İhya, IV, 105-106)
Gazali, Allah Teala'nın el-Hâdî (irşad eden, yol gösteren) ismini açıklarken şöyle der: Hakk Teala özel kullarına zatı ile ilgili marifeti gösterir, onlar da bu marifetle O'nun zatına istidlal ederler. Sıradan kullarına da yaratıklarla ilgili hususları gösterir, onlar da bu hususlarla Allah'ın zatına istidlal ederler. Ayrıca her yaratığı ve canlıyı, onun yaşaması için mutlaka gerekli olan ihtiyaçlarına hidayet eder. Mesela bu hidayetle bebek ve yavru annesinin memesini, civciv taneleri bulur, arı petek yapar. "Ölçüp biçip yol gösteren" ayetiyle buna işaret edilmiştir. Peygamberler ve ulema hidayet meşaleleridirler. Daha doğrusu onların diliyle insanlara yol gösteren Hakk Teala'dır. (el-Maksadu'l-Esna, Kahire, 1322, s. 107)
Kelam alimleri hidayet ve dalalet kavramını ilahi irade ile beşeri iradenin örtüştüğü veya kesiştiği bir bağlamda ele almışlardır. Mutezile'de olduğu gibi beşerî iradenin Allah'ın iradesini işlevsiz bırakması gibi, bazen de Eş'arilik'te olduğu gibi tam tersine ilahi iradenin beşerî iradeyi etkisiz hale getirmesi ve silmesi gibi bir sonuca ulaşmışlar, daima bu iki durum arasında sıkışıp kalmışlardır. (bkz Teftazani, Şerhü'l-Makasıd, İst. 1305. II, 158) Eş'arilere göre hidayet Allah'ın kulda iman ve hidayet yaratmasından; dalalet de küfür ve dalalet yaratmasından ibarettir. Zira yaratıcı olan sadece Allah'tır. Mutezile'ye göre ise hidayet yapılan açıklama ve getirilen delillerle doğru yolu göstermek ya da ahirette Cennete giden yola irşaddır. İdlal/dalalete düşürme ise helak ve azab etme veya yoldan azan kişiye dâll/sapkın adını vermek veya kulu yoldan çıkmış olarak bulmak anlamına gelir. Hidayeti amaca ulaştıran yolu gösterme şeklinde tarif eden Mutezile alimleri de vardır. (bkz. Eş'âri, el-İbâne, Medine, 1405,5. 189-199. Eş'ari, Makalatu'l-İslâmiyyîn, Kahire, 1969. 323-27)
Hidayet belli, sabit ve değişmez bir kavram değildir. Tersine değişen, gelişen ve güçlenen ya da gerileyen ve zayıflayan bir husustur, dinî hayatı derin ve etkin ya da sathî ve silik bir şekilde yaşama tarzıdır, bir süreçtir. Bu bakımdan her zaman bu hayatın ve sürecin dikkatli bir denetim ve gözetim altında bulundurulması, müminin daima nefsini sorgulaması lazımdır. Yoldan çıkmanın, yolu kayıp ve hedefi şaşırmanın pek çok şekilleri mevcuttur. Bu yolun zemini kaygandır. Bazen insan yoldan çıktığını fark ettiğinde de iş işten geçmiş olur. Bu sebeple insan her an yeni ve taze bir hidayete, ilahî tevfik ve inayete muhtaçtır. Daima Hz. Şuayb gibi "Benim başarım ancak Allah'adır, O'na güveniyorum ve gönül veriyorum" (Hud, 11/88) duasını dilinden düşürmemeli, bu yolda sabit-kadem olması için Allah Teala'dan yardım istemelidir. İtikadî anlamda hidayete eren nice Müslümanlar vardır ki, onlardan çok sonra hidayete erip Müslüman olanlar kısa bir sürede onları geçer ve geride bırakırlar.
2005 senesinin Mayıs ayında Almanya'nın Herne şehrinde önceki adı Burance Otte olan, hidayete erdikten sonra Ahmet adını alan Viyanalı genç bir doktorla tanışmıştım. Babasının Darwinci ve ateist, annesinin ise onun etkisinde bulunduğunu, huzur bulmak, ruhî bir tatmine ermek için Uzakdoğu dinleriyle ve bu dinlerdeki bazı pratiklerle ilgilendiğini, fakat sıkıntısını gideremediğini, Mısırlı bir gençle tanıştıktan sonra onun aracılığıyla İslam'ı seçtiğini, bundan sonra da pek mutlu ve huzurlu olduğunu ifade etmişti. Namaz kılarken ta'dil-i erkana riayet ediyor, namazı adabına uygun olarak kılıyordu. Ayrıca namazda okunan zamm-ı sureleri güzel ve düzgün okuyordu. Yeni hidayete eren bir kul taze bir çiçeğe, bir goncaya, yeni açılmış bir güle benzer. Onu görünce gönlünüz açılır, konuşmasını dinlemek insana haz verir. Ondan esen iman ve muhabbet meltemi ayrı bir alemin buram buram kokularını size ulaştırır. Derya içindeki balıkların suyun değerini bilmedikleri gibi doğuştan Müslüman olduğunuz halde bu nimetin kıymetini bilmediğinizi kavrarsınız ve bu idrak belki de sizin yepyeni ve ileri bir aşamada bir hidayete ermenize de vesile olur. Dilerim Ahmed'in içinde bulunduğu samimi huzur hali daimi olur ve son nefesini verene kadar manevi hayatı gelişerek bu minval üzerine devam eder.
Ahmed gibi hidayete erenleri gerçekten Müslüman olmuş ve hidayete ermiş olarak kabul etmek, onları şüpheli bakışlarla taciz etmemek, öküzün altında buzağı aramamak mümin ve Müslümanların zahiri hallerine itibar etmenin ve onlar hakkında hüsnü zan beslemenin gereğidir. Hallerinde samimi olmaları ve bunu da son nefeslerini verene kadar muhafaza etmeleri için dua ederiz. Buna rağmen hiç arzu edilmemekle beraber sahip oldukları manevi hallerini zayıflatanlar ya da yitirenler de olabilir. Nitekim Sahabeden iken irtidad edenler olmuştu. Bu sebeple bu hususu da dikkate alarak sadece yeni hidayete girenlere karşı değil, bütün Müslümanlara karşı dikkatli olmalıdır.
Aynı seyahat esnasında Köln'de tanıdığım mühtedi Dr. Murad Hofmann da Almanya'nın Tunus ve Cezayir büyük elçiliğini yapmış, ülkesini Nato'da temsil etmiş şuurlu ve bilgili bir Müslüman'dı. İslam'ı savunmak için Almanca yazdığı eserlerden birkaçı Türkçe'ye de çevrilmişti. Bu çeviriden birini bize hediye etmek lütfunda da bulunmuştu. Dr. Ahmed için söylediklerim onun için de geçerlidir. İnsan bu tür hidayete ermişlere bakınca kendi geri kalmışlığına bakıp hayıflanırken onlara da imreniyor.
Ve'sselamu alâ menittabe'al-hüdâ, (Taha, 20/47) Allah'ın selamı hidayete erenlere olsun.
"Ne mutlu İslam'a hidayet edilene." (Tirmizî, Zühd, 35)
"İslam'a hidayet edilen kurtuluşa ermiştir." (İbn Mace, Zühd, 9)
"Fıtrata/yaradılışın amacına hidayet eden Allah'a hamd olsun" (Buhari, Enbiya, 48, Müslim, İman, 272)
Öz
Bu makalede, Türkçe'de "doğru yol, hak olan Müslümanlık yolu" demek olan "hidayet" ile; "Müslüman olmak ve İslam dinini kabul etmek" anlamına gelen "hidayete ermek" kavramlarıyla ve "bir Müslüman'ın İslam dinini terk edip başka bir dine girmesi veya ateist bir münkir olarak yaşaması"nı ifade eden "irtidat" ve "dalalet" kavramlarının genel anlamı ve günlük dilde ifade ettiği mana tespit edilmekte ve bu konu üzerinde ayrıntılı açıklamalar yapılmaktadır.
Sürekli değişen, gelişen ve güçlenen ya da gerileyen ve zayıflayan bir husus olan hidayet, dinî hayatı derin ve etkin ya da sathî ve silik bir şekilde yaşama tarzıdır, bir süreçtir ve kul açısından bakıldığında da saadete ermenin olmazsa olmaz şartıdır. Bu bakımdan her zaman bu hayatın ve sürecin dikkatli bir denetim ve gözetim altında bulundurulması, müminin daima nefsini sorgulaması lazımdır. Yoldan çıkmanın, yolu kayıp ve hedefi şaşırmanın pek çok şekilleri mevcuttur. Bazen insan yoldan çıktığını fark ettiğinde de iş işten geçmiş olur. Bu sebeple insan her an yeni ve taze bir hidayete, ilahî tevfik ve inayete muhtaçtır.
Hidayet büyük bir nimettir. Mümin, derya içinde olup suyun değerini bilmeyen balıklar gibi olmamalı, bu nimetin kıymetini kavramalıdır. Bu idrak belki de sizin yepyeni ve ileri bir aşamada bir hidayete ermenize de vesile olur.
Anahtar Kelimeler: Hadi (yol gösteren), Hidayet, dalalet, tevfik, mümin


TEOLOJİK AÇIDAN HİDÂYET OLAYININ YORUMU


GİRİŞ
Hidâyet olayı, sadece Kelam İlmi’nin uğraştığı bir mesele değildir. Psikoloji ve Felsefe gibi sosyal bilim dallarının da inceledikleri bir konudur. Özellikle“ihtidâ psikolojisi”ni Din Psikolojisi bir problem alanı olarak ele almaktadır. Çünkü ihtida dediğimiz değişim, insan hayatını derinden etkileyen bir olaydır. Hidâyetle buluşan bir birey; doğrudan inancıyla, kültürel değerleriyle, örf ve adetleriyle yüzleşmekte ve bu hesaplaşma neticesinde farklı bir dünyaya yeniden doğmaktadır. Elbette, zihniyet plânında meydana gelen bu büyük doğumun, sancısı da kolay olmayacaktır. Yetişkinlerde önceleri bir duygu açlığı şeklinde tebarüz eden bu sancı, geçirdiği merhaleler sonucu, dini duyguda düğümleniyor. Hidâyet olayında “olgunlaşma zamanı” fertten ferde başkalaşım gösterir. İnsanda aşkın olan Varlık’a bağlanma duygusu, sonlunun sonsuz yüce hakikate yönelmesi, güvenmesi, sığınma ve teslim olmasıyla tekâmüle erecektir. Bir çeşit hidâyet, insanın kendisini güvende hissetmesi olayıdır. İhtidâ alanında yazılan “hidâyete ulaşma biyografileri” diyebileceğimiz eserler, ihtida analizleri konusunda bize yardımcı olmaktadır. Hiç kuşkusuz Din Psikolojisi için bu eserler çok önemli bir malzemedir. Bu disiplinin “dine dönüş” olayını yorumlaması, insanda meçhul kalan yönleri anlamada bize yardımcı olacaktır. Ama ne var ki biz, hidâyet olayına Din Psikolojisi açısından değil, konunun iman ve irade alanlarıyla ilişkisi olduğu için teolojik açıdan bakacağız.
Bilindiği gibi ihtidâ olaylarının doğrudan Allah’ın fiilleriyle ilişkisinin yanında insanın özgürlüğü ile de çok yakın bağlantısı vardır. Konunun can damarını; “insan davranışlarında özgür müdür yoksa mecbur mudur?” sorusu oluşturur. İslam düşünce tarihine baktığımız zaman insanın fiilleri konusunda kullara ait “ihtiyari fiilleri” tamamen reddeden Cebriye akımı ile, insana mutlak bir hürriyet tanıma noktasında insanı, eylemlerinin yaratıcısı olarak nitelendiren Mu’tezile akımı, bu tür tartışmaların daima merkezinde yer almışlardır. Bütün bu fırkaların görüşlerine aykırı olarak, orta bir yol izleyen Mâtürîdîlik ve Eş’arîlik gibi itikadî akımlar da olmuştur. İşte bu makalemizde “hidâyet-özgürlük ilişkisi” bağlamında kelamî ekollerin soruna bakış açılarını ele alacağız. Ama itikâdî mezheplerin hidâyet konusu ile ilgili görüşlerine geçmeden önce, hürriyet kavramı üzerinde durmakta yarar olduğuna inanıyorum. Bu sebeple evvelâ, hürriyet kavramının tam ve mutlak bir tanımı yapılabilir mi? gibi sorulara cevap bulmak konunu anlaşılırlığını sağlama bakımından faydalı olacağı kanaatini taşıyorum.

A. HÜRRİYET KAVRAMINA GENEL BİR YAKLAŞIM
Sözlükte hürriyet; Arapça bir kelime olup, hurr” kökünden türemiş, köle olmayan insan anlamına gelir.1 Günlük hayatımızda bu kelime, zorlamanın yokluğu, tutuklu olmayan bir varlığın durumu, bir eylemde bulunma veya bulunmama iktidarı/gücü2 şeklinde kullanılır. Hürriyetin varlığı veya yokluğu, insanın doğuştan getirdiği temel hak ve hürriyetlerinin askıya alındığı ve kısıtlandığı ortamlarda daha iyi anlaşılır. İnsanlık düşüncesi tarihi içerisinde bazı kavramları, somut bir biçimde tanımlamak oldukça zorluk meydana getirmiştir. Bu nedenle de tam ve mutlak bir tanımı yapılamamıştır. Bunun başlıca sebebi de o kavramların daha çok duygusal alana ait ve de duygusal olmalarıdır. Örneğin, renk, aşk, sevgi, güzellik ve hürriyet kavramları bunlardan sadece bir kaçıdır. Gerçekte hürriyet, kolayca tarif edilemeyen, zekânın kadrolarına sığmayan, anlaşılmaktan daha çok yaşanan bir olaydır.3 İşte bu açıdan hürriyet, insanın yaşama halidir, denilebilir.
Erich Fromm (d. 1900), insanda ferdîleşme süreci arttıkça hürriyet ve bağımsızlık düşüncesi gelişir,4 der. E. Fromm’a göre modern tarihte, Aydınlanma Çağı ile birlikte ferdin aslî bağlardan gitgide kurtulmasıyla özgürlüğü artmıştır.5 Özellikle Batı’da, modern hürriyetin nedenli istenmeyen bir takım sonuçlar doğurduğu görmezden gelinmiştir. Bunun en açık kanıtı, insanın, hürriyet adına mensûbiyet ve ait olma duygusu veren sosyal ve manevî kalıplardan koptukça, güçsüzlük ve yalnızlık duygusu derinleşmiştir. Bu aslında modernizmin dayatmacı, jakobenci, tekçi totaliter ve müdahaleci tavrının bir sonucudur. Her ne kadar Aydınlanma düşüncesinin dünyasında hürriyet gibi efsunlu bir kavrama yer verilmişse de, o kendi paradigması içerisinde bir anlam ifade eder. Ötekisi için, hürriyet tuzağıyla, bütün farklılıklara (din, kültür) son verip homojenleştirici bir siyaset izler. Bunun tatbikini biz Batının sömürge haline getirdiği ülkelerde daha iyi gözlemleyebiliriz.
Kelâm İlmi’nin önemli ve aslî problemlerinden birisi, Allah’ın birliğini ele alan “tevhid” meselesidir. Allah’ın en önemli sıfatlarından ilki O’nun bir, tek ve eşsiz oluşudur. Şu halde biz de bir, yani kendi iradesiyle hareket eden olmayı istemeliyiz. Bu özgürlük, diğer bir deyimle insanın otonom oluşu aklın bir görünüşü değil, varlığımızın doğal yapısıdır. Biz farklı, ferdîleşmiş bir vahdetten yaratıldık ve her birimizin öbür âlemde dirilişi de ferdî olacaktır.6 Ama burada tanımlanan ferdîlik, Aydınlanmanın evrenindeki her türlü mensûbiyet duygusundan tecrit olmayı beraberinde getiren, insanı güçsüzleştiren ve yalnızlaştırın ferdîleşme süreci değildir. Çünkü; ferdiyetçilikte insanın benliğini tanrılaştırması, kendi kendini bütün değerlerden müstağni sayması, ihtiyaç hissetmemesi vardır. Halbuki İslâm, insanı fert olmaktan çıkarıp şahıs haline getirmiştir. Biz bunu Muhammed Aziz Lahhabi’nin tanımında daha iyi görüyoruz. Gerçekten şahıs, toplumcu benliğe sahip bir varlıktır. İslâm, insanın yalnızlık hissini bir cemaat kavramı ile gidermiştir. İnsan ben demekle, başkalarını da ifade etmiş, diğerlerinin de varlığını tespit etmiş oluyor. Benliğimiz, bizin birbiriyle sıkı sıkıya bağlılığı içinde bağımsızdır.7
Bir başka bilinmesi gereken önemli konu da İslâm’da insan, sadece kul olarak değerlidir. Ne var ki buradaki kulluğu, Batı düşüncesindeki kullanıldığı biçimiyle kölelik şeklinde anlamamak gerekir. Eğer insan Allah’ın kulu olduğu hususunda bir bilinç taşıyorsa, Allah’tan başka her şeyden özgürdür. Böyle bakınca insan, özgürlükten de özgürdür. Hiçbir zaman o, Batılı manadaki özgürlük adına, özgürlüğe köle olmaz. Bir defa insanın, her şeye karşı özgürlüğünü ilan ettiğini düşünsek bile, bu kez, özgürlüğüne karşı özgürlük ilanına kalkışan, bir yerde her şeye, ama her şeye karşı köleliğini açıklamış olur, fakat farkında değildir. Aslında İslâm’a göre özgürlük, bir istiğnâ disiplinidir.8 Bunu da en güzel şahâdet cümlesinde geçen “Allah’tan başka ilah yoktur” tümcesi ifâde eder. Yoksa hürriyet, insanın bütün aidiyet noktalarından soyutlanması değildir. Eğer hürriyet buysa –ki Batı düşünce sisteminde budur- bunun adı bir çeşit anarşizimdir, kaostur, başıboşluktur.
Farklı alanlara göre çoksesli bir anlam zenginliği taşıyan hürriyet kavramının temelinde değişmeyen iki sâbite vardır: Seçme (ihtiyâr) ve eylem (fiil). Bunu, “Hürriyet= Seçme + Eylem” formülüyle izah etmek mümkündür. Burada “seçme”nin gerçekleşebilmesi için bilgi ve bilinç adı verilen olgu ve yetilerin büyük rolü vardır. Yani, insanda seçme yeteneği, yüksek bir zihnî faaliyetin ürünüdür. İrade adı verilen yüksek zihnî fonksiyon, günlük konuşma dilinde çokça kullandığımız iştah kelimesinin bir müterâdifidir. Her ne kadar iştah, bizi bir objeye, bir nesneye karşı aşırı istek duymayı motive eden biyolojik bir duygu ise de bu arzu, sadece insanın bedenî/fizyolojik ihtiyaçlarını doyurmadaki yönelişini ifâde etmez. İnsanın rûhî/manevî ihtiyaçlarını karşılamada, yani, inanç seçiminde de belirleyici ve etkin bir rol oynar. Bu iştah duygusu, sonlu varlığın, sonsuz, yüce bir varlığa sığınmasıdır ki, fert köklü bu değişimi özgür iradesiyle bilinçli bir şekilde gerçekleştirir. Çünkü bir nevi özgürlük, insanın gerçek tabiatının taleplerine göre hareket etmesidir.9 Allah, insanın ontolojik yapısına fıtrat adı verilen tabiî bir eğilimi yerleştirmiştir.10 İnsan bu eğilimi sayesinde inancını hür bir şekilde seçebilir.
Hiç kuşkusuz Allah inancına varmak Allah’ın takdiri ile olur. Yalnız bu takdiri kör bir cebir/fatalizm mantığı içerisinde değerlendirmemek gerekir. Bu istikâmette insana verilen irâde/seçme hürriyeti neticesinde onun göstereceği gayretin önemi büyüktür. Şimdi de itikâdî mezheplerin irade hürriyeti bağlamında hidâyet konusuna yaklaşımları üzerinde durursak, konu daha iyi vuzûha kavuşacaktır.

B. İTİKÂDÎ MEZHEPLERE GÖRE HİDÂYET OLAYININ YORUMU

1. MU’TEZİLE’NİN HİDÂYET OLAYINA BAKIŞI
Mu’tezile düşüncesinin ana eksenini; “tevhîd ve adâlet” meseleleri oluşturur. Bu sebeple onlar kendilerini “ehlu’l-adl ve’t-tevhîd” şeklinde isimlendirmişlerdir. Bütün tartıştıkları konular hep bu iki ana konu çevresinde döner-dolaşır. Dolayısıyla, onlar, hidâyet meselesini ‘tevhîd’ içerisinde değil, ‘adâlet’ kapsamı içerisinde değerlendirmişlerdir. Adâlet prensibinin temelinde de insanın fiillerini yapmada hür olduğu ve insanın bu fiileri gerçekleştirmede, Allah’ın müdahalesi sözkonusu olmadığı noktasında toplanır. Bu görüşün mantığı ise, eğer insan fiillerinde hür değilse ve insanın bütün fiillerini de Allah yaratmışsa, insanın o fiillerden âhirette sorguya çekilmesi ya da ceza görmesi adâlet prensibiyle nasıl bağdaşacaktır? sorusuyla ilişkilidir. Dolayısıyla, insan yaptığı eylemlerden sorumlu tutulabilmesi için hür olması gerekir. Mu’tezile bu görüşlerini Kur’an âyetleriyle temellendirmeye çalışır.11
Konuya, insan özgürlüğü açısından yaklaşan Mu’tezile’ye göre “hidâyet”; Allah’ın doğru yolu kuluna, sadece “beyân” etmesidir, yoksa, ihtidâ fiilini insanda yaratması anlamında değildir.12 Beyân ise, doğru yolu açıklamak anlamına gelir. Bu konuda insan, bir takım soyut ve somut olguları devreye sokacaktır. Bu olguların başında; akıl, İlâhî kitaplar, peygamberler, âfâk ve enfüs vb. gibi deliller gelir. İnsan, bu rehberler sayesinde, özgür iradesiyle hidâyeti elde edebilir. İnsanın diğer fiillerinde olduğu gibi, ihtida fiili de Allah’ın yaratmasıyla değil, kulun kendi fiilini kendisinin yaratmasıyla gerçekleşir.13
Diğer yandan Mu’tezile kelam ekolü, homojen bir grup değildir. Gerek Basra ve gerekse Bağdat ekolleri arasında birçok itikadî konuda görüş ayrılıkları vardır. Dolayısıyla Mu’tezile, hidâyet konusunu, biri kâfirlerle ilgili, diğeri ise, mü’minlerle ilgili olmak üzere iki kısımda değerlendirmekte ve her bir kısım hususunda kendi aralarında da ihtilafları bulunmaktadır.14
a. Allah’ın Kâfirlere Hidâyeti
Mu’tezile Kelam ekolü içerisinde, Allah’ın kafirlere hidâyeti meselesinin ‘nasıllığının’ izahı, tam açık ve net değildir. Ama, genel bir görüş de şöyledir: “Allah kâfirlere hidâyette bulunmuş, onlar hidâyete duyarsız kalmışlardır. Yine onlara Allah itaat etme imkanı verdiği halde, onlar, özgür iradelerini kullanarak bu imkandan yararlanma yoluna gitmemişlerdir. Onları ıslah ettiği halde, onlar, ıslah olmamışlardır.”15
Mu’tezile bilginlerinin bir kısmı, Allah’ın kafirlere hidâyet etmesiyle ilgili olarak yukarıdaki görüşü benimserken, bir kısmı da şu anlayışı kabul eder: “Allah’ın herhangi bir yönden kâfirlere hidâyet ettiğini söyleyemeyiz. Allah onlara sadece “beyân” edip, yol göstermiştir. Çünkü Allah’ın beyân ve çağrısı, onu kabul etmeyen için değil, fakat onu kabul eden kimse için bir hidâyettir. Nitekim İblis’in dâveti, kabul etmeyen kimse için değil, onu kabul eden bir kimse için dalâlettir.”16
Bir başka Mu’tezile bilginler grubu da yukarıdaki görüşün aksine, kafirlere Allah’ın hidâyetinin olmadığını ileri sürerek şu görüşü benimsemişlerdir: “Eğer Allah kâfirlere hidâyet etseydi, onlar hidâyete ererlerdi. Allah onlara hidâyet etmediği için hidâyete ulaşamadılar. Bazan O, onları hidâyette güçlü kılmak sûretiyle onlara hidâyet eder. Bu şekildeki hidâyete dair güce, hidâyet adı verilir. Bazan da onlara, onların hidâyetini yaratmakla hidâyet eder.”17
Dikkat edilirse Mu’tezile Kelam ekolünün ‘hidâyet’ konusundaki yorumları, farklılıklar arzetmektedir. Bunlardan bir kısmı, “insan, kendi fiillerinin yaratıcısıdır” bağlamında hidâyeti yorumlarken, bir kısmı da insana nisbî bir hürriyet vermek suretiyle hidâyette İlâhi iradenin rolünü de hesaba katar bir tanımlama getirmişlerdir. Çünkü, burada İbn Rüşd’ün dediği gibi18 gerek hidâyette ve gerekse dalâlette, insanın kendi tabiatı kadar, iç ve dış birçok faktör rol oynar. İnsan, Allah’ın iradesinden yana tercihini kullanırken sanki bir düşünme aralığı vardır ki, o aralık esnasında yine Allah tarafından verilen cüz’i iradesiyle rahat bir şekilde kişisel tercih hakkını kullanarak Allah’a yönelebilir. Nitekim Muhammad Hamdi Elmalı’lı, (ö. 1942) Ra’d Sûresi’nde geçen: “Kafirler: ‘Ona Rabbinden bir âyet (mucize) indirilmeli değil miydi?’ derler. De ki: Allah dilediğini saptırır, gönlünü yönelteni de hidâyette kılar,”19 âyetini yorumlarken, hidâyete erme ya da dalâleti seçme konusunda insanın, İlâhi meşîetin taalluku mümkün olan vaktinde kulun iradesinin devreye girip-girmemesiyle ilişkisi vardır, demektedir.20
Görüldüğü gibi Mu’tezile bilginlerinden bir bölümü, hidâyet olayını salt insan iradesine bağlamaktan yana değil, işin belli bir bölümünden sonra devreye İlâhi meşîetin de girdiğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. O halde hidâyet, salt “beyân” değildir. Eğer insanın doğru yola yöneliminde olumlu bir adımı olmuşsa ya da içinde iman ateşi çakmışsa, onu alevlendirmek de vahiy hidâyetinin bir parçası olmaktadır ki, buna “tevfikî hidâyet” denmektedir.21 Buradan çıkan sonuca göre Allah’ın hidâyet çağrısı, bütün insanlığadır. Hidâyet, kulun kesb istidadı ve İlâhî lütfun katkısıyla gerçekleşmektedir.
b. Allah’ın Mü’minlere Hidâyeti
Mu’tezile Kelam ekolü kendi içinde, nasıl ki, Allah’ın kafirlere hidâyet edip etmediği konusunda görüş ayrılığına sahipse, aynı şekilde, mü’minlere hidâyet edip etmeme konusunda da görüş ayrılığına sahiptirler.
Mu’tezile bilginlerinden bir bölümüne göre Allah, mü’minlere “mühtediler” ismini vermek suretiyle hidâyet etmiş ve onlara bununla hükmetmiştir. Allah mü’minlerin imanını; bir takım menfaatler ve lütuflarla artırır. İşte bu bir hidâyettir. Kur’an’da geçen şu âyet de bu görüşü destekler: “Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidâyetlerini artırır.”22
Mu’tezile’nin önde gelen kurucu teorisyenlerinden Ali el-Cübbâi (303/915) ise, “hidâyet” olayını tamamen farklı bir yaklaşımla ele alarak görüşünün merkezine “İlâhi lütuf” kavramını oturtur. Ona göre Allah, isim ve hüküm vererek hidâyet etmez. Allah bütün mahlûkata yol göstermek ve beyân etmekle hidâyete ulaştırır. Dahası, Allah mü’minlere lütuflarından ziyade ederek hidâyet eder. Âhirette de onları cennetine hidâyet eder ki, bu da Allah’ın mü’minler hakkında ihsanda bulunacağı sevâbıdır23 diyen el-Cübbâi, bu görüşünü şu âyetle de destekler: “İman edip güzel işler yapanlara gelince, imanları sebebiyle Rableri onları nimet dolu cennetlerde altlarından ırmaklar akan (köşklere) erdirir.”24
İlk dönem Mu’tezile bilginlerinden İbrahim en-Nazzâm (ö. 221/835) ise, mü’minlerin itaat ve imanlarını, hidâyet olarak isimlendirmenin câiz olacağını ve bunun Allah’ın bir hidâyeti olduğu, görüşünü savunur.25
Bütün bu görüşlerden yola çıkarak söylemek gerekirse ilk dönem Mu’tezile Kelam bilginleri, temel prensiplerinden taviz vermeden insandan hareketle, Kur’an’da Allah’a isnat olunan hidâyeti, hakiki manasında değil de doğru yolu göstermek, açıklamak, Hakk’a delâlet ve irşat gibi mecazî manada yorumlamışlardır.26
2. EHL-İ SÜNNETİN HİDÂYET OLAYINA BAKIŞI
a. Mâtürîdî’lerin Hidâyet Anlayışı
Mâtürîdî kelamcılarına göre, insanın bütün fiillerinin yaratıcısı, Allah’tır. Bununla birlikte insanın yaptığı işler, kendisine nispet edilir. Çünkü insan, isteyerek kendi seçimi neticesinde bu fiillerin sahibi/yapanı olur. Yani bu fiiller, insan gücünü kullanmak suretiyle kendisinden meydana gelir. Bir başka ifade ile insan, özgür iradesini kullanarak bu fiillerin meydana gelmesini sağlamış olur.27 İşte bu anlayış doğrultusunda olaya yaklaşan Ehl-i Sünnet Kelam ekolünün kurucu önderlerinden Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye (ö. 333/944) göre hidâyet, Allah’ın insanda doğru yolu bulma fiilini yaratması; ihtida ise, kulun hidâyet bulmasıdır.28 Kur’an-ı Kerim’de: “Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediğini de doğru yola koyar”29 buyrulması, Allah’ın kullarına bizzat kendisini “kudret” sıfatıyla vasfetmesiyle ilgilidir. Yoksa âyette sözkonusu edilen mana, insanın ihtiyari fiilerinin soyutlanması ya da soyup çıkarılması anlamına değildir. İnsanların ihtiyarî fiilleri İlahi fiilin icad ve yaratmasıyladır. Kâfir küfrü seçer, Allah da onda küfür fiilini yaratır, kul da sapar; mü’min de imanı seçer, Allah da onda hidâyet fiilini yaratır, kul da ihtida eder.30 Ancak yukarıda atıfta bulunduğumuz âyetten ‘cebrîyeci’ bir bakış açısından ziyâde serbest seçime bağlı ‘ihtiyarî’ bir bakış açısına dayalı sonuç çıkar. Şöyle ki, Allah, tutum ve davranışlarının gidişi itibariyle asla imana ermeyeceğini bildiği insanların dışında hiç kimseyi saptırmaz, sapıklık içinde bırakmaz. Yine Allah, imana/hidâyete eğilimini bildiği insanların dışında kimseyi doğru yola yöneltmez, doğru yola sokmaz. Bunun içindir ki, yukarıdaki âyette Allah’a izâfe edilen ‘saptırma/sapıklık içinde bırakma’ ifadesi, Allah’ın, sapmaya eğilim gösteren kişiyi rahmet ve hidâyetinden yoksun kılarak kendi haline bırakması (tahliye) anlamına, “doğru yola yöneltme” (hidâyet) ifadesi ise, bunu hak eden kişiye başarı (tevfîk) ve destek sağlaması anlamına gelir. Bu itibarla, Allah, yüzüstü bırakılmayı hak edenlerin dışında kimseyi yüzüstü bırakmaz; buna karşılık yardım ve desteği hak edenlerin dışında kimseye yardım ve destek vermez. Bu durum, sonucun, insanın serbest seçimine bağlı olmakla birlikte, özellikle hidâyete yönelişte, Allah’ın destek ve yardımını hesaba katmayı da gerektirmektedir.31 Zaten hidâyet kelimesinin anlamında da bu mana vardır. Hidâyet, talep edilene ulaştıracak yola kılavuzluk etmek veya talep edilen şeye ulaştıracak yolu göstermektir.32
İmâm-ı Mâtürîdî, birtakım insanların kendi istek ve özgür iradeleriyle iman ettiklerini, geri kalanların da Allah’ın din ve taatından yüz çevirmelerinden dolayı, hidâyetten men olunduklarını, bu konuda hiçbir zaman cebrin/zorlamanın sözkonusu olmadığını söyler.33 Bu konuda görüşlerini temellendirdiği şu âyetleri de zikreder:
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa, hepsi toptan iman ederlerdi.”34
“Dileseydik herkesi doğru yola iletirdik.”35
“Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzerinde toplayıp birleştirirdi.”36
Mâtürîdî Kelam bilginleri, insan neyi irade ederse Allah onu, onda yaratır. Allah hâlık/yaratan; insan kâsib/isteyendir. Allah, kulun istekleri doğrultusunda ihtida fiilini yaratmak suretiyle el-Hâdi/hidâyete ulaştıran sıfatını aldığını söylerler.37 Diğer taraftan Mâtürîdî bilginler, Mu’tezile’nin, “hidâyetten amaç, din yolunu beyân etmektir” görüşünün tartışmalı olduğunu ifade etmişlerdir. Bu mevzuda Mu’tezile’nin görüşünün fasit ve temelsiz olduğuna dair Kur’an’dan şu âyeti delil olarak getirmişlerdir: “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilakis Allah, dilediğine hidâyet verir.”38 Şayet hidâyet, sadece doğru yolu beyân etmek olsaydı, onun Hz. Peygamberden nefyedilmesi doğru olmazdı, zira o, sevdiğine de sevmediğine de doğru yolu göstermiştir, hidâyeti açıklamıştır. Böylece Allah’ın doğru yolu açıklaması, herkes için umumi olarak meydana gelmiştir.39 Elbette burada şu hususu da unutmamak gerekir. Bir kimsenin herhangi bir kimseyi, -velev ki bu kimse çok sevdiği kimse de olsa- bizatihi kendi istek ve eğilimi olmadıkça doğru yola sokmaya çalışmanın belli bir noktadan sonra yararsız olduğu da bir gerçektir. Nihâyetinde, Allah’ın dışındaki yol göstermeler, mecazî anlamda birer vesileden öte geçemez. Ama, kişi özgür ve içten arzu ve isteğiyle doğru yola girmeye yatkınsa, hidâyete yönelirse, Allah da o kulunun elinden tutarak doğru yola çıkarır.
Her akıl sağlığı yerinde olan bir insan kabul etmelidir ki, gerek Ehl-i Sünnet Kelam’ının kurucularından İmâm-ı Mâtürîdî’nin ve gerekse izleyicilerinin hidâyet konusundaki görüşlerinde kör bir fatalizm/kadercilik yoktur. Hidâyet konusundaki isabetli görüşleri, gayet ma’kul ve anlaşılırdır. Onlara göre bir fiil aynı manada hem Allah’a ve hem de başkasına nispet edilemez. Fiilin Allah’a izâfe edilmesi yaratma açısından, fiilin insana nispet edilmesi de seçme (ihtiyar) açısındandır.40
b. Eş’arî’lerin Hidâyet Anlayışı
Ehl-i sünnet Kelam ekolünün diğer bir kurucusu da Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (ö.324/936)’dir. Onun hidâyeti teolojik açıdan yorumlama girişimleri son derece önemlidir. el-Eş’arî, Allah’ın, dâveti insanlara genel, hidâyeti ise özel kıldığını söyler ve: “Allah kullarını selam yurduna (cennete) çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir”41 âyetini de delil olarak getirir.42
Eş’arî mütekellimlere göre Allah’ın hidâyeti iki şekilde tecelli eder:43
Bunlardan ilki, hakkın bütün yönleriyle açıklanmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de hidâyetin en meşhur anlamlarından birisi, hakkın bütün yönleriyle insanlara açıklanması ve bu husustaki delilleri açıkça göstermektir. Bu şekildeki bir hidâyetin peygamber ile Allah’ın dinine çağıranlara nispet edilmesi oldukça doğru bir görüştür. Çünkü onlar, insanlara doğru ve hak yolu gösteren rehberlerdir. Peygamberimiz hakkındaki Allah’ın hükmü işte böyledir: “Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin.”44 Bu âyetin anlamı, sen insanları kendisinde eğrilik olmayan İslam’a çağırmaktasın, demektir.
Diğeri ise, hidâyetin gönüllerde yaratılmasıdır. Nitekim bu tür hidâyet Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanır: “Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâmiyet’e açar.”45 Hidâyetin bu çeşidine Allah’tan başka kimse güç yetiremez.
Eş’arî mütekellimlere göre Allah’ın birinci türdeki hidâyeti, bütün mükellefleri içine alırken; ikinci tarzdaki hidâyet ise, hidâyet edilenlerin özelliklerine göre farklılaşmaktadır.46
Ehl-i sünnet inancına göre, küfür ve sapıklık/dalâlet arızî, iman ve hidâyet aslîdir. Allah’ın, hiçbir zaman kullarının küfrüne ve sapmasına rızası yoktur. Gerek hidâyet ve gerekse dalâlet konularında insanların temâyülleri büyük rol oynar. Böyle olunca da insanların hür eğilimleri neticesinde Allah saptırdığı kimseyi adâletiyle saptırır; hidâyette kıldığı kimseyi de lütfuyla iman yoluna erdirir.47 Bunun anlamı, hidâyet ve dalâlet, yönelimler neticesinde insanın kalbinde yaratılır. Yoksa Mu’tezile ve taraftarlarının iddia ettiği gibi, Allah’ın kâfirleri saptırması hızlanıyla, mü’minleri hidâyette kılması da tevfîk ve lütfuyla değildir. Allah sadece mü’min için değil, kâfir için de lütuf yaratır. Dilerse o da iman eder. Allah’ın kâfiri saptırması, onun, kişisel bağlamda hidâyeti kabul etmemesinin bir sonucudur.48
Mu’tezile teologları hidâyet kavramına, sadece literal anlamda; irşâd, davet ve hakkı açıklamak vb. gibi manalar vererek hayata baktılar. Halbuki, sadece, hidâyet kelimesini, salt lügat anlamıyla sınırlandırarak külli bir görüş beyân etmek, hatalı bir girişimdir. Kur’an’da hidâyetle ilgili geçen bütün âyetleri bütünlük içerisinde değerlendirmeden, sadece: “Biz onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler”49 âyetini tercih edip, hidâyeti ‘beyân’la açıklamak kapsamlı bir bakış açısından ziyâde ufuk yetersizliğidir.50 Bu tür zâhirinden ne kastedildiği açıkça anlaşılamayan âyetleri, zâhirinden ne kastedildiği açıkça anlaşılan âyetler ışığında yorumlamak gerekir. Bu kural hem hidâyet ve dalâletle ilgili âyetler ve hem de diğer muhtelif konularla ilgili âyetleri anlamada kullanılabilir.
Eş’arîliğin bânisi Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Mu’tezile’den döndükten sonra yazdığı el-İbâne an Usûli’d-Diyâne adlı eserinde bizzat Kur’an’dan hareketle Mu’tezile’nin tezini çürütmeye çalışmıştır. Örneğin, Kur’an’da kıssası anlatılan Semud milleti, kafirler ve mü’minler şeklinde ikiye ayrılmıştır. Allah mü’minleri, semud milletine peygamber olarak gönderdiği Hz. Salih’le birlikte kurtaracağını şu ifadelerle belirtmiştir: “Salih’i ve O’nunla birlikte iman edenleri kurtardık.”51 Bu âyette, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerin mü’minler olduğu anlaşılıyor. Çünkü Allah, Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde kafirlere hidâyet etmeyeceğini beyan etmiştir. Onlardan, önce iman edip, sonra irtidat ederek kendi özgür iradeleriyle dinden dönenler olmuştur. Demek ki Allah, hidâyet vermiş, ama onlar, dalâleti hidâyete tercih etmişlerdir. Küfrü imana tercih etmeden önce mü’mindiler.52
İmâm-ı Eş’arî’nin hidâyet olayına yaklaşımı, Allah’ın bu durumu insanda yaratması şeklinde olmaktadır. Başta Kur’an-ı Kerim, hidâyete giden yolu gösteren yegâne klavuzlardan birisidir. O, insanları en doğruya iletir. Öyleyse, Kur’an’ın, kendisi için hidâyet kaynağı olduğu kimseye körlük aracı olması câiz olmadığı gibi, kendisinde körlük olan bir kimseye de hidâyet olması câiz değildir.53
Eş’arî Kelam sisteminin gelişmesinde büyük katkılarda bulunmuş olan Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (ö. 403/1013) Allah’ın mü’minlere hidâyetini üç anlamda açıklar:
a. Allah, mü’minlerin kalplerinde hidâyeti yaratarak ve kalplerini imanla aydınlatmak suretiyle doğru yola iletmiştir.
b. Onların göğüslerini genişletmek, muvaffakiyetlerini, yardımlarını ve hidâyete giden yollarını kolaylaştırmayı deruhte etmek üzere Allah, onları doğru yola ulaştırmıştır.
c. Âhirette ise, onlara bol sevap vermek suretiyle cennet yoluna iletmek şeklinde hidâyet edecektir.54
Bir başka Eş’arî mütekellim İmâmu’l-Harameyn el-Cüveynî’nin (ö. 478/1015) hidâyet meselesine yaklaşımı, imanın insanın kalbinde yaratılması tarzındadır. Eş’arî’nin iyi bir muakkıbı olan el-Cüveynî, hocası gibi düşünerek, Allah’ın iradesiyle hidâyeti tahsis ettiği gibi, daveti de tüm insanlar için umumi kılmıştır, demektedir.55
Yukarıda sözkonusu edilen bütün bu görüşlere saygı duymakla birlikte, önemli bir hususun altını çizmek lazım. O da, her ne kadar bizzat Eş’arî ve takipçileri, hidâyet olayına teolojik açıdan yorum getirmede Allah’ın meşîetine bağlı olma noktasından hareket etmişlerse de, dine dönüş olayında insanın payının neliğini tam olarak açıklayamamışlardır.
Genel olarak sünnî paradigmada hidâyet, ızdırari bir fiil olmayıp, ihtiyarî bir fiildir. Fiilin ihtiyarî oluşu, Mu’tezile’nin iddia ettiği gibi, Allah’ın meşîetinin dışında cereyan etmez. İnsanın hidâyete eğilimi neticesinde, Allah’ın meşîetinin de o yöne tecellisi, Allah için bir nakısa gerektirmez. İnsan, Allah’ın, kendisinde yarattığı hâdis bir kudretle hidâyeti tercih edebilir ya da etmeyebilir de. Çünkü, İslamî misyonun mâhiyetini inanç ve fikir hürriyeti oluşturur. Kur’an’da bu gerçek çeşitli âyetlerde dile getirilmiştir.56
İslam’a çağrı, kesinlikle bir zorlama değildir. Aksine, çağrılanın özgür iradesiyle gerçekleşecek olan bir davettir. Amaç, çağrılanı; Allah’ın âlemlerin yaratıcısı, Rabbi, Mâliki ve Hâkimi olduğuna ikna etmek olduğu için, baskı altında verilen bir karar bu manada bir çelişki ortaya çıkaracaktır. İnsan ahlâkı, baskı ile yapılan bir dâveti, insanın kişiliğinin bir ihlâli olarak görür. Onun için herhangi bir kimse, kararını hidâyet lehinde vermede hürdür. Zira, insan hayatında dinden daha yoğun ferdi ve özel bir boyut yoktur. Bundan dolayı, hiçbir kimse bir başkasının yerine inanamaz.
Gerçekte Allahu Teâlâ, insanın hidâyete ulaşamama konusunda savunabileceği bir mazeret bırakmamıştır. Kişiyi Allah’a ulaştırabilecek gerek kozmolojik, gerek teleolojik ve gerekse enfüsî âlemde binbir türlü ontolojik deliller yaratıcı kudret tarafından ortaya serilmiştir. Bu uyarıcı ve hidâyete vesile olucu deliller karşısında, gerçeği yakalama sorumluluğu insana düşmektedir. İnsan, hayatı ve eşyayı ancak, hidâyet boyutunda anlamlandırabilir. Elbette, varlık alanında tecelli eden uyarıcıların çeşitliliği ve şiddetine göre insanların uyarılması aynı değildir. Avâmî bir kişinin hidâyet serüveni ile entelektüel bir kişinin hidâyet serüveninin aynı olmadığı gibi.
Bir diğer gerçek de ihtida hareketlerinin özünde, hidâyete ulaşmış kimselerin geçmiş inançlarından kopma ya da kaba tabirle dönme değil, Müslüman olmaya doğru bir gelişim çizgisi ve kavrayış süreci vardır. Bu anlamda İslam son din olduğunu iddia eder; bütün dinlerin, özellikle kendisinden önce gelen ve aynı dini gelenek üzere bulunan Mûsevîlik ve Hıristiyanlığın son reformu olduğunu söyler.57 İşte bunun gibi, hidâyet olayı da insanın özbenliğinin şuuruna varması ya da uzun bir yürüyüşün tamamlanmasıdır.
SONUÇ
Kelam İlmi, itikâdî âyetlerin yorumuyla uğraşır. Hidâyet olayı da imanla ilgili bir konu olduğu için, elbette mütekellimlerin bu konudaki görüş ve düşünceleri son derece büyük önem ve değer arzetmektedir. Dolayısıyla, İslam düşünce tarihinde derin izler bırakmış olan Mu’tezile kelam ekolü, hidâyet olayına insandan hareketle yaklaşırken, Allah’ın iradesini hesaba katmamaları konunun tam olarak açıklanmasını kilitlemiştir.
Diğer taraftan görüşleriyle mu’tedil bir çizgi izlemiş olan Mâtürîdîler ise, hidâyetin gerçekleşmesinde salt insandan hareket etmek yerine, Allah’ın meşîetini de kuvvetli bir şekilde vurgulamak sûretiyle işin içine katmışlardır. Bu konuda dengeli bir yol izleyen Mâtürîdîler; “hidâyet, yaratma açısından Allah’a, kesb yönünden de insana aittir” demek sûretiyle noktayı koymuşlardır.
Eş’arî mütkellimler ise, tam bir cebr-i mutavassıt yöntem izleyerek, her ne kadar hidâyet olayını Allah’ın meşîetine bağlamışlarsa da, insanın, hidâyetin gerçekleşmesinde payı ve rolü konusunda yeterince açık olmamışlardır.
Netice olarak hidâyet, insanın yepyeni bir dünyaya yeniden doğuşu, yeniden hayat bulmasıdır. Bu dirilişin gerçekleşmesinde ana etken, insanın İlâhî ışığa bütün benliğiyle yönelmesidir. İnsan bu İlâhi ışığa yönelmeyi içten, samimi olarak istediği zaman Allah’ın kullarına hidâyeti devreye girecektir. Her ne kadar hidâyet, insanın kesb ve iradesiyle kayıtlı ise de, mazhar-ı İlâhi’nin bir lütfu da olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Çünkü insanın gönül dünyasında seçme, tahrik ve meyletme gibi bir takım arzu ve istekler vardır. Bu arzular Allah tarafından yaratılmış olup, insan kudreti bunlar üzerinde tesirli değildir. Allah her hangi bir fiille bunları yarattığı zaman, insan bu duygularla fiili sağlam bir irade ile gönülden arzular ve ister. Bunun akabinde de Allah, insan için o fiili yaratır.
Bu dönem ödevi; Prof. Dr Ramazan ALTINTAŞ ve Prof. Dr Süleyman ULUDAĞ hocalarımın yardımıyla hazırlanmıştır.


Prof, Dr.Süleyman ULUDAĞ
Prof.Dr. Ramazan ALTINTAŞ
KAYNAKLAR
 Ragıb, el-Müfredat, Kahire, 1961, s. 538
 Asım Efendi, Kamus terc. İst, 1305, IV, s. 229
 Ebu'l Beka, Külliyat, s. 952
 Tehaneri, Keşşafu Istılahati'l-Fünun, s. 1540-42
 Eş'ari, el-İbane, Medine, 1405, s. 99, 164 189
 Eş'ari, Makalatu'l-İslamiye, Kahire 1969 , s. 323-27
 İbnu'l-Kayyım, el-Fevaid, Beyrut, 1979, s. 129-143
 İbnu'l-Kayyım, Medaricu's-Salikin, Beyrut, 1983, I, s. 9, 47
 Teftazani, Şerhu'l-Makasıd, İst. 1305,II, s. 158.
 Gazali, İhya, Kahire, 1939, IV, s. 105.
 Gazali, el-Maksudu'l-Esna, Kahire, 1322, s. 127
 Wensinck, A.J. el-Mu'cem, Leiden, 1969 I, s. 71-80.



Cevapla