yazdığım kitap

İslam dinimiz ve insanlık hakkında görüşlerinizi ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Shakespeare, “Atinalı Timon” adlı oyununda Timon şöyle diyor: “Ey insanlara iyilik gönderen ulu Tanrılar... İçimize şükran duygusu serpin; kendi armağanlarınız kendi adlarınızı yükseltsin. Ama verdikleriniz büsbütün tükenmesin. Yoksa Tanrılığınız hor görülür. Her insana yetecek kadar verin ki, birinin ötekine vermesine meydan kalmasın. Çünkü siz ey Tanrılar, insanlardan ödünç almaya kalksaydınız, insanlar sizlere de sırt çevirirlerdi.”
*** “Bizi ne kadar överlerse övsünler, bize yeni bir şey öğretmiş olmazlar.”
“Bencillik kolundan tutmasa, erdem pek uzaklara gidemezdi.”
(La Rochefoucauld)
*** “Köpek köpeğe, at ata ne borçludur? Hiç bir şey. Hiç bir hayvan ötekinin buyruğu altında değildir. Ama insanoğlu akıl denen Tanrı ışığına kavuşmuş. Ne kazanmış biliyor musunuz? Dünyanın her yerinde köle olmayı.”
(Voltaire)
*** “İnsanlar durmadan bize işkence yapmayı isteyecek kadar bizi düşünemezler.”
(Orhan Hançerlioğlu)
*** “Allah insanı, insanın Allah’ı yaratması için yarattı.”
(St. Athanasius)
*** Başarı Allah’tan mıdır? “evet” derse, Peki başarısızlık Allah’tan mı?
*** Olayların akışını Allah mı yönlendirir?
*** "Allah bile geleceği değiştiremez. Çünkü ezeli bilgisinde olaylar bellidir."

*** Kitap: Kitabu’ş - Şifa (Fizik I) (Litera Yayıncılık)
_Sh. 89: “Eğer işler raslantı mecrasında gidiyor ise, niçin buğdaydan arpa bitmez?”
Yorum: Materyalistlere karşı bir delildir.
_Sh 107: Hareketin hareketli ile ilgisi şüphe götürmeyen bir durumdur. Onun hareket ettirenle ilgisine gelince, bu hareketin ya doğal cisim olması bakımından hareketlinin zatından olması ya da bir sebepten meydana çıkması nedeniyledir. Şayet hareket esasen bir sebepten değil de hareketlinin zatından dolayı olsaydı, doğal cismin kendisiyle hareketli olduğu zatı var olduğu sürece, hareket kesinlikle yok olmazdı. Fakat hareket, zatı (özü) mevcut olduğu halde pek çok cisimden yok olur. Şayet hareketlinin zatı, hareket için hem hareket ettirici, hem hareket eden olacak şekilde bir sebep olacak olsa idi; hareket onun zatından dolayı gerekli olmuş olurdu. Ancak onun zatından gerekli değildir. Çünkü doğal cisim hareketli değil iken, onun zatı mevcuttur.
_Sh. 109: Gerçek şu ki; kendiliğinden hareketli olanın durağanlığı imkansızdır.
_Fizik II:
_Sh. 81: Biri çıkıp şöyle diyemez: “Siz hareketi, zorunlu varlık kabul ediyorsunuz. Zorunlu varlık ise bir varediciye ihtiyaç duymaz. Bunun cevabı şudur: Zorunlu varlık iki tarzda olur. Birincisi mutlak ve zatı (özü) nedeniyle zorunlu varlık, diğeri ise şartlı ve başkası ile zorunlu varlıktır. Örneğin iç açıların, iki dik açıya eşit olması gibi. Bu mutlak zorunlu değildir. Aksine şekil üçgen olduğu zaman zorunludur. Güneşin doğmasıyla beraber gündüzün zorunlu olması da aynı şekildedir ki bu bir nedenle zorunludur. Gündüzün zorunluluğu da, güneşin doğması da kendiliğinden zorunlu değildir. Hareketin öncesizliğinin (kıdem) zorunluluğunu biz hareket için benzersiz yaratma tarzında olmayan bir başlangıç varsayıldığı zaman zorunlu kabul etmiştik ki bu olanaksızdır ve (zorunluluk) bir şart iledir. Ve biz hareket için varlığın zorunluluğunu zatı nedeniyle zorunlu kabul etmedik. Bir şey için varlığın zorunluluğu aracıyla ya da şart nezdinde kabul edildiği zaman bu onun için kendi zatı nedeniyle kabul edilmiş değildir. “Onun hareket olması zorunludur” sözümüz, bu zorunluluğun bir ilkeden olmasını imkansız kılmaz. Yine biz şayet “hareketin, hareket ettiriciden sürekli feyezan şeklinde olması zorunludur” dersek, bu sözümüz, hareketin kendi zatı nedeniyle zorunlu varlık olmasını gerektirmez. Aksine “hareket olmaması mümkün değildir“ dediğimiz zaman, sanki biz “hareket ettiricinin, hareket ettiren olmaması mümkün değildir“ demiş gibi oluruz.
Eğer birisi şöyle derse; “sizin Allah Teala’nın kudretinde her yaratmadan önce bir yaratmayı yaratmasının ve her hareketten önce bir hareketi yaratmasını mümkün görmeniz, tıpkı sizden birinin “Allah Teala için, her yaratmadan önce bir yaratmayı yaratmasının, hareketi başlangıçsız olarak kabul etmeniz tarzında olmasını mümkün kılmak istemesi gibidir. Bu sizin geçmişte sonsuz hareketlerin varlığı düşüncesini kabul etmenizi zorunlu kılar. Bu durumda Nuh Tufanına kadar olan hareketler daha az, zamanımıza kadar olan hareketler ise daha çok olmuş olur. Şüphesiz sonsuzdan daha az oluş da onun için sonlu vardır. Buna göre sonu olmayan, sonlu olmuş olur. Yine son hareketin varlığı, sonsuz hareketlerin varlığı üzerine dayandırılmış olur ve varlığı sonsuz olan üzerine dayandırılan da var olamaz.
Yorum: (Yani sonsuzluğun sonu gelmediği için, varlığı, sonsuz olan üzerine dayandırılan da var olmaz, demek istiyorlar.)
Aynı şekilde siz hareketlerde bilfiil sonsuz olanı var kılmış olursunuz. Çünkü onlardan her bir hareket, kuşkusuz bilfiil var olmuştur. Yine her bir hareket, sonradan olan olduğu zaman hareketlerin tümü ve bütünü de sonradan olan olur.“ İlk şüphenin cevabı şudur: Bu hareketleri Allah Teala’nın yarattığını varsaydığımız zaman ve anlar da değerlendirmeye alındığında kesinlikle onların bir varlığı olmaz. Aksine onlar yok olanlardır. “Onlar sonsuzdurlar” denildiği zaman, bu onlar için sonsuz meydana gelmiş nicelikler olması bakımından değildir. Aksine hareketler için hangi sayıyı vehmedersek vehmedelim, ondan önce olan bir kaçını daha bulmamız bakımındandır. Onlar yok olanlar (madum) olduğu zaman, bu durumda kaçınılmaz olarak, yok olanlar hakkında “onlar çoktur, azdır, sonludur ve sonsuzdur“ denilmesi ya mümkün olur ya da mümkün olmaz. Eğer mümkün değilse itiraz ortadan kalkmıştır. Eğer mümkün olur ise, bu durumda zorunlu olarak yok olanların sonsuza kadar beraber olmaları ve bir kısmının diğerlerinden az olması mümkün olacaktır. Tıpkı Ay’ın tutulmaları olan, gelecekteki yok olanlar gibi. Zira onlar Ay’ın devirlerinden daha azdır. Tufan zamanından olanlar bizim zamanımızda olanlardan daha çoktur. Bununla beraber onlar sonsuzdurlar. Ortada şu görüşte olan bir grup da vardır: “Yok olanlar için bir kısmı diğerlerinden ayırt edilmiş, meydana gelmiş zatlar vardır. Bunların siyahlık ve beyazlık gibi bir sınıfı, sayısal olarak sonsuzdur.“
*** A kişisi diyor ki: "Allah kullarına zorla günah işletmektedir. Kul yaptığından başkasını yapamazdı. Yaptıklarını yapmaya mecburdu."
B kişisi diyor ki: "Allah kullarını günah işleme konusunda zorlamaz. Kişinin hür iradesi vardır."
Soru: Bu iki kişiden hangisi kaderi kabul etmiş, hangisi inkar etmiştir.

*** Ben "herşey kaderdir" diyorum. Yani Allah kullarına zorla günah işletmektedir. Kul yaptığından başkasını yapamazdı.
Soru: Siz ise "kul yaptığını yapmaya mecbur edilmedi, hür iradesi vardır" diyorsunuz. Bu iki inanç iki zıt fikirdir değil mi? Yani birleşemeyecek şekilde ayrıdır bu iki düşünce. Peki bu düşüncelerden ikisi de doğru olamayacağına göre, biri doğru diğeri yanlış olmalıdır. Ama siz benim düşünceme "yanlış" diyorsunuz. Sorum şu: Peki sizce ben bu düşünce ile kadere inanıyor muyum, inanmıyor muyum? Eğer "inanıyorsun" derseniz, iki inançtan biri doğru olmalıdır demiştik ya; buna göre sizin inancınız yanlış demek olur. Eğer "sen bu düşünce ile kadere inanmıyorsun" derseniz, derim ki: Yani ben "herşey kaderdir" dediğim halde kadere inanmış olmuyorum öyle mi?

*** Allah olmasını irade etmediği (dilemediği) bir şeyi emreder mi? Örnek: Bir şahsın namaz kılmasını irade etmediği halde, ona namaz kılmasını da emretmekte midir?

*** Kader sabit midir?
*** Allah ilminin zıttına bir şey yapmaya kadir mi değil mi? “Değil” dersen, o halde Allah yaptığından başkasını yapamazdı, yani yaptıklarını yapmaya mecburdu anlamı çıkmaz mı?
*** Allah irade ettiği bir şeyi değiştirebilir mi? Yani karar değiştirebilir mi?
*** Allah yapmayacağını bildiği bir şeyi yapmamayı ve yapacağını bildiği bir şeyi yapmamayı irade edebilir miydi edemez miydi? “Edemezdi” derseniz, öyle irade etmeye mecbur muydu? “Mecbur değildi” derseniz, soruya neden “edemezdi” diye yanıt verdiniz. Eğer “edebilirdi” derseniz, bu sözünüzle, “olaylar Allah’ın olacağını önceden bildiğinden farklı da olabilir” demiş olmadınız mı?

*** Allah olacağını bildiği bir olayı yapmaya mecbur mu yoksa yapmayabilir mi?

*** Allah yapmayacağını bildiği bir şeyi yapmaya ve yapacağını bildiği bir şeyi yapmamaya kadir midir?
*** Dedi: Allah zorla insana günah işletiyorsa, o zaman biz bu dünya hayatında sınavda değiliz. Sınavda değilsek, ceza veya mükafat da yok. O zaman cennet ve cehennem de yok. Onlar da yoksa sen ne diye İslamdaki bazı görüşlere dayanarak yola çıkıyosun. O zaman şu soruyu sorayım: Neden İslam...
Cevap: Allah’a inanmak zorundayım; deliller bunu gösteriyor. Ancak Kuran da bir heybet var. Aradığımı onda buldum. Dine inanmak saçma gelmedi bana. Ama Allah’ın kullarını saptırması da öyle. Hal böyle olunca, taşlar bir bir yerine oturdu. Ben Allah’ın saptırıcı olduğunu kabul edip, bununla bereber zalim olduğunu da kabul edince, sorunum kalmadı. “Madem ki Allah saptırıcı, neden zalim olmadığını ifade eden ayetlerde kullarını saptırıcı nitelikte olmasın?” sorusu bende bomba tesiri yaptı ve önüm açıldı. Artık daha geniş düşünmeye başladım. (İmtihan dünyası olduğunu belirten ayetler açıkça insanları saptırıyordu. Zira önceden ne yapacağımızı Allah biliyordu. Böyle imtihan olamaz. Ama ayetler böyle. Bir çok insan bu ayetler dolayısıyla cebre inanmıyor. Diyor ki: "Madem ki imtihan var, öyleyse hür irademiz de var." Ve adam bir yere kımıldayamıyor. Bu adamı, bu ayetlerle Allah saptırmış oluyor. (Mülk 2) Bu ayet ise, Allahın zalim olmadığını ifade eden başka ayetlerde var. Madem biriyle insanları saptırıyor (Mülk 2) diğeriyle neden saptırmış olmasın? (Yani zalim olmadığını ifade eden ayetlerle) sorusu çok önemlidir.

*** Kader zulmeder mi? “evet“derse, o halde Allah zulmetmiş olmadı mı?

*** Bir kimse Allah’ın kendisine rızık olarak vermediği bir şeyi yiyebilir mi? “Hayır” derseniz, haram yiyenlere bunu rızık olarak Allah’ın verdiğini mi söylüyorsunuz?

*** İmandan dolayı kim övgüyü hak ediyor? Allah mı yoksa mümin kul mu? “Allah” derseniz, diğerlerine iman vermedi öyle mi?

*** Allah insanların kendi seçimleri ve iradeleriyle kendisine kulluk etmelerini mi diledi? “Evet” derseniz, peki bunu ezeli olarak mı yoksa hadis olarak mı irade etti? “Ezeli olarak” derlerse, yani kul ortada yokken de, kulun neyi irade edeceğini irade etmişti öyle mi?

*** Bir adam oku attı diyelim. Okun hedefe doğru gidişi Allah’ın fiili midir? Yani bu olayı Allah mı yarattı?

*** Bir insandan iradesiyle önleyemeyeceği bir fiil sadır olabilir mi?

*** Sebebin varlığı sonucun varlığını gerektirir mi, zorunlu kılar mı?
*** Hayır şer Allahtan mı? Zulüm yapmak şer mi? Zulüm yapmak Allahtan mı? Hani hayır şer Allahtandı ya..
*** Zaman mahluk değil, ama bizdeki zaman kavramı mahluk. Önce, sonra gibi. Zaman varsayılan bir kavramdır. Bu yönüyle zamandan kaçılamaz. Allah da bu zaman kavramından münezzeh değildir. Bu Allah için de geçer.
*** Zulmü yaratan Allah mı? “evet” dersen, o halde Allah zalim olmuyor mu? "Hayır zulmü Allah yarattığı halde yine de zalim değildir" derseniz, bana anlatın, hem zulmü yaratıp hem de zalim olmama nasıl oluyor? Benim aklım bunu almıyor..
*** Soru: Allah olacağını bildiği bir olayın, isteseydi olmamasını irade edebilir miydi?
*** Allah’ın kazası olmaksızın benim bir günahım bile olur mu?
*** Soru: Zulmü kim yaratıyor? Zulüm Allah’tan mıdır? Zulüm Allah’tan da olsa kötü müdür, kötülük müdür?
*** Şunu diyor musunuz: “İnsanların yaptığı kötülükler de, Allah’ın iradesiyle olur.”

*** Allah’ın iradesi, insan fiillerinde yüzde kaç etkilidir?
*** “Allah’ım beni saptırma” diye dua ediyor musun? Demek ki seni kim saptırıyor? “Şeytan” dersen, neden öyle dua ettin? “Allah şeytandan korusun” diye dersen, Allah’ın, şeytandan korumadıkları da mı var? Bu da ayrımcılık olmuyor mu?

*** Her şey kaderle midir? Her şey kader midir?

*** Olaylar önceden belli olduğuna göre neden dua edilsin ki? Allah insanın ne dua edeceğini de ezeli olarak mı irade etmişti? Dua etmek kaderden midir? “evet” dersen, dua etmek yanlış olmuyor mu?

*** Kader ile dua bağdaşır mı?

*** Çocukları depremde öldüren kim? Demek ki kötülükte Allah’tan geliyor öyle mi?

*** "Allah’a sövme" düşüncesini Allah bende yarattığı için mi ben bunu düşündüm? Bu düşünceyi ben mi yoksa şeytan mı yarattı? Yoksa bu düşünce, kendi kendine mi meydana geldi?

*** Allah neyi tercih edeceğimizi de, ezelde mi (ezeli olarak) irade etmişti?

*** Allah’a hem irade kabul edip, hem de aleme hadis diyenlere soru: Önce yaratmadığı alemi, niçin birden bire yaratmak istedi?

*** Aleme hadis diyenlere soru: Allah’ın alemi yaratmasından önce ve sonraki durumlarıyla ilgili olarak iki ayrı iradesi mi yoksa değişmez tek bir iradesi mi var? “Tek bir iradesi var” derseniz; madem öyle neden: “Alem önce yokken, sonradan varlığa geldi” dediniz? Alemin varlığı, ezeli olarak mı irade edildi, yoksa hadis irade olarak mı irade edildi?

*** Tanrı ‘ya irade ispat edenlere ( iradesi olduğunu kabul edenlere) : Ezeli olan Tanrısal irade de, alemi sonradan yaratma kararı almak; nasıl olupta Tanrı’da bir değişikliğe yol açmaz?

*** Varlığa getirme Allah’ın hür bir fiili midir? İsteseydi olacağını bildiği bir olayı var etmeyebilir miydi? ”Evet var etmeyebilirdi” denirse, bu sefer Allah’a cahil denmiş olmuyor mu?

*** Zamanın her zaman var olduğundan kuşku duyulabilir mi? Kuşku duyulursa, zamanın olmadığı bir zamana inanmak gerekirdi.

*** Allah’ın, önceden olacağını bildiği bir olay, zorunlu olarak mı yoksa Allah’ın iradesiyle mi gerçekleşir?

*** İç organlarının çalışmasında hür iraden var mı? “Hayır” der; halbuki dış organların da, organ olma bakımından iç organlar gibidirler, ikisi de ettir. Dolayısıyla sen nasıl dış organlarının hareketinin hür olduğundan emin olabilirsin?

*** İnsan yaptığıdır.
*** kötülükler Allah’ın kaza ve kaderiyle midir?
*** Dedi: İyiye ve kötüye sen karar veriyosun.
Cevap: Ama neyi seçeceğin ezeli olarak belli değil mi?

Dedi: Eğer kötüyü engellese niçin dünyayı ve bizleri yaratsın? sebep nedir?
Cevap: Ezeli ilmi yanlış çıkamaz. Dolayısıyla mecburen bizi yarattı.

** Günahlar Allah’ın irade etmesi (dilemesi) sonucunda mı yoksa iradesi dışında mı meydana geldi?
*** Allah yapmayacağını bildiği bir şeyi yapmaya ve yapacağını bildiği bir şeyi yapmamaya kadir midir?
*** Şer kimdendir?
*** Zulmü yaratan kim? “Allah” dersen, Zulmü yaratan zalim midir? “Hayır” dersen, neden böyle?
*** Bir kimse Allah’ın kendisine rızık olarak vermediği bir şeyi yiyebilir mi? “Hayır” derseniz, haram yiyenlere bunu rızık olarak Allah’ın verdiğini mi söylüyorsunuz.
*** Allah zorunlu olarak meydana gelecek olan olayları mı yoksa meydana gelip gelmeyeceği belirsiz olayları mı bilir? Eğer "zorunlu olarak meydana gelecek olayları bilir" derseniz. Soru: Allah’ın, zorunlu olarak meydana gelecek bir olayı meydana getirmemesi imkansız mıdır? Eğer "imkansızdır" derseniz, (“imkansız” demezseniz, bu olaya neden zorunlu dediniz) bu, “o olayı Allah zorunlu olarak meydana getirdi” demek olur. Bu da, “Allah bu olayı meydana getirmemezlik yapamazdı” manasına gelir.
*** Allah hırsızlara, yemelerini yasakladığı çalıntı malları rızık yapıp, bu adamların kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden yemelerini yasaklamış mıydı?
*** Kader zulmeder mi? “Evet” derse, o halde Allah zulmetmiş olmadı mı?
*** Allah cisim mi yani şekli var mı? “Yok” derseniz, deliliniz nedir? Kimseye benzemeyen bir cisimdir denemez mi?
*** Şer (kötülük) Allah’tansa, zinada mı Allah’tan?
*** Zulmü yaratan Allah mı? “Evet” dersen, o halde Allah zalim olmuyor mu? (Sonradan Allah zalim değil dedim)
*** Kafirlik kader mi?
*** Şerri (kötülük) Allah mı yaptırıyor? Yani zinayı da öyle mi? Hani hayır, şer Allah’tandı?
*** Biri Allah’a şunun için mi sövdü? Allah onda kendisine sövme düşüncesini yarattığı için.

*** Geçmiş hayatınızla ilgili olarak şunu der misiniz: “Kaderim böyleymiş.”
*** Allah’a sövme düşüncesini kim yaratıyor?
*** Allah’ın fiil işlemesi ezeli midir?
*** Allah beş yaşından önce ölen çocuğa azap edebilir mi?
** Allah, ezelde kendisine itaat edilmesini ve kendisine isyan edilmesini irade etmiş miydi?
*** "Allah zulüm yapsaydı, bu çirkin olurdu" der misiniz?
*** Allah kullarına zulmetmeyeceğine dair verdiği habere rağmen, zulmetmeye kadir midir?
*** Allah zulmetmeye kadir midir?
*** Eğer Allah’tan zulüm meydana gelseydi, durum nasıl olurdu? O’nun ilahlığını inkar eder miydiniz?
*** Allah olmayacağını bildiği bir şeyi yapmaya kadir midir?
*** Allah’ın ezelde bildiği bir şeyi bilmemesi imkansız mıydı? "Evet imkansızdı" denirse, o halde "olacağını önceden bildiği bir olayın başka türlü meydana gelmesi de imkansızdı" demek olmaz mı? Bu olayın oluşumu Allah’ın önceden bilmesine mi bağlı yoksa bilgisi, olayın gerçekleşmesine mi bağlıdır?
*** Allah yapmayacağını bildiği şeyi yapar mı, yapabilir mi, yapmaz mı, yapamaz mı?
*** Allah günahların işlenmesini irade etti mi?
*** Allah iman etmeyeceğini bildiği kimseye, iman etmesini emretmiş midir?
*** Allah kulları için yaptığı şeylerden daha iyisini yapmaya kadir midir?
*** Şu soruma derin derin düşünerek yanıt ver: Ben kadere inanıyor muyum?
”Evet” dersen, oysa sen cebre karşısın, doğru bir kader inancına karşı olmak, yanlış bir kader inancını savunmak değil midir?
*** Allah kafirleri hidayet etti mi?
*** Allah zamanı durdurabilir mi?
*** Dedin ki "cüzi irade de mahluktur onu da Allah yarattı."
Şimdi bakalım. Yani insanların seçimlerini ve düşüncelerini Allah yaratır demiş oluyorsun. Bir kişinin önünde iki yol var: Sağ ve sol; birini seçecek. Mesela sol tarafı tercih etti ve oradan yürüdü. Bu örnekte soru şu:Bu şahısın sol tarafı seçmesi olayında, sol tarafı seçmek düşüncesini onda Allah mı yarattı? “Evet” dersen, devam ediyorum: Peki, sol tarafı seçme düşüncesini Allah bu şahısta yarattığı anda, bu şahıs sağ tarafı seçmeyi düşünebilir miydi, düşünemez miydi? “Düşünebilirdi” dersen, “iki ayrı ve zıt düşünce nasıl olurda aynı anda düşünülebilir ve bunlar birleşebilir” derim. Eğer “kul, Allah onda sol tarafı seçme düşüncesini yarattığı anda, Allah’ın kendisinde yarattığı düşünceyi düşünmemeye kadir olamaz, bu düşüncenin meydana gelmesini engelleyemez” dersen, o halde kul bu düşünceyi Allah’ın zorlamasıyla düşünmüş olmadı mı? Çünkü Allah’ın yarattığı düşüncenin meydana gelmesi zorunlu olur.
*** Allah şerri isteyerek mi yoksa istemeyerek mi yarattı? “İsteyerek” denirse, zina fiilini istemiş olmadı mı? “Evet istemiş oldu” denirse, kul Allah’ın olmasını istediği şeyin, olmamasına kadir olabilir mi? “Olamaz” denirse, kul aksini yapmaya kadir olamadığı eylemleri mi yapmaktadır?

*** Soru: Allah olayların hangi vakitte olacağını ezelde bilir mi? “Evet” denirse, "Ezel + şu kadar süre" şeklinde mi olayın ne vakit olacağını bilir? Yani ezeliyetin başlangıç noktası olmadığına göre, "bu olay şu vakitte olacaktır" şeklinde bilmek nasıl açıklanabilir?
Ben diyorum ki Allah olayların ne vakit olacağını bilmez. Olayları önceden bilir; sıralamasını da, yani başka olaylara göre önce ve sonra olması gibi şeyleri bilir. Ama benim ”Olayların ne zaman olacağını bilmez” sözümde bir ayrım var. Bizim ölçülerimize göre olan zamanı bilir. Yani benim 1976 yılında doğacağımı biliyordu. Ancak, bu insanların yaptığı bir takvimdir; bunları böylece bilir. Ama benim kasdettiğim bu zaman değil, hakiki manadaki zaman. Yani ezelden beri varlıkta olan Allah için düşünülecek olan zaman. Ben bu zamanın varsayılan olduğunu düşünüyorum. Yani aslında ölçüsü olmayan bir zaman bu. Biz bir şeyi ölçerken metreyi sıfırdan ölçeriz. Yani bir başlangıç noktası belirleriz, oradan itibaren ölçeriz. Oysa ezeli, yani başlangıçsız olarak düşünülen zaman da, başlangıç noktası olmadığından, olaylar şu vakitte olacak denemez. Anlatmak istediğim şey bu.

*** Dünyadaki adaletsizlikler de Allah’ın iradesiyle oluyorsa, o halde Allah’a adaletsiz denebilir mi?

*** Dedi: “Allah zulüm eder” diyorsun. Peygamberimizin hadislerini ve Kur'an ayetlerini yalanlıyor musun?
Cevap: Peygamberimiz bunu bilmiyordu. Ayetlere gelince kullarını ayetlerle de saptırıyor.

Dedi: “Allah merhametsizdir” diyorsun.
Cevap: Ne merhameti? Onları o hale koyan kendisi zaten; böyle merhamet mi olur? Hem çocuğu açlıktan öldürecek, (rızık Allah’tan olması hasebiyle) hem de merhamet edecek öyle mi?

Dedi: Öteki tarafta şefaat meselesini de mi yalanlıyorsun?

Cevap: Şefaati yalanlamıyorum; olabilir. Müslüman bir peygamber varsa, o şefaat edebilir.

Dedi: “Allah yaptıklarından pişman olmaz” diyorsun. Ama kul günah işledikten sonra üzülüyor ve pişman oluyor. Eger günahı zorla işleten Allah ise zorla pişman eden de O’dur.
Cevap: Doğru, zorla pişman eden de O'dur.

Dedi: Allah yalan atar mı? Sorusuna demişsin ki: “Haber olarak atar.” Bu küfür değil de nedir?
Cevap: Allah, Kuran da imtihandan bahsediyor. (Mülk 2) Halbuki ne yapacağımızı önceden biliyor. Böyle imtihan olmaz. İmtihan demek yalandır. Demek ki Allah yalan olarak da haber veriyor. İnsanları bu ayetlerle saptırıyor. Siz de diyorsunuz ki: Bak imtihanmış! O halde hür irademiz olmalı..

*** Dedi: Verdigin tren ve güneş meselelerinde; treni süren, gelip dağ başındaki adama, “sen söyledin, ben de kaza yaptım. Suçlu sensin” diyebilir mi? Hayır. Ya da Güneş gelip “sen oraya yazdın diye ben tutuldum” diyebilir mi? gene hayır...

Cevap: Farkı şu: İnsan geleceği tahmin eder; kesin olarak bilemez. Ama Allah tahmin etmez, bilir!

*** Dedi: Çünkü eğer bebekler öldüyse, bu bir rahmettir. Çünkü öyle kimseler var ki “keşke bebekken ölseydim de şu hataları işlemeye fırsat bulamasaydım” diye samimi isterler.
Cevap: O halde yetişkin olup kafir ölen kimse de şöyle dese: “Yarabbi benim büyüyünce sana isyan edenlerden olacağımı zaten biliyordun. Neden beni de küçük bir bebekken öldürmedin. Böylece sana karşı kafirlik yapmazdım. Ben de senin kulun değil miyim?”
*** Allah’ın varlığıyla, varlığından şu yaşadığımız an'a kadar zaman geçti mi? "evet" denirse, sonlu bir zaman mı yoksa sonsuz bir zaman mı geçti? "sonlu bir zaman geçti" denirse, "yani daha önce Allah yoktu öyle mi?" derim. Eğer "sonsuz bir süre geçti" derse, "sonsuz süre geçilebir mi?" derim.
*** Soru çok açık, Ben uzun süredir, Allah’ın başlangıçsız olduğunu savunuyorum. Varlığının başlangıcını üç ay savundum. (2005 aralık, 2006 mart arası) Bu soruya yanıt veremediğim için böle oldu. Millet bana güldü ama, onlar sorunun ağırlığını göremedi.
Ben “Allah başlangıçlı olamaz” ön kabulünden hareketle, teselsülü yani sonsuz olay zincirini kabul ettim. Başka yol bulamadım. Ama şunu unutmayınız ki, kim ki “Allah başlangıçsızdır” derse, aleme (Allah’tan başka herşey) ezeli (hep vardı) demiş olur. “Geçmişimizde sonsuz sayıda olay oldu” demek zorunda kalır ve ona şu dehşet soru sorulur: “Yani sonsuz zaman geçilip bize mi gelindi?” “Evet” demek durumunda kalacak. Bu sefer felç eden şu soru sorulur: “Sonsuz zaman geçilebilir mi? Zaten geçilseydi ona sonsuz denmezdi...”
*** Dedi: "Allah bu dünyada insanın eğilim gösterdiği şeyi yaratmayı istemiştir."
Cevap: Peki kul bunu istemeden önce mi Allah bunu istemişti? Yani ezelde mi bunları istedi?

*** Madem ki önceden biliyor kulunun ne yapacağını; Böyle imtihan mı olur? Mantıken olmaz. Ama ayet böyle. Millet de bu ayetleri görünce: “Demek ki bu dünya imtihan, o halde hür irademiz var ki imtihan oluyoruz" deyip, kadere inanamaz oluyor. Böylelikle Mülk suresi ikinci ayetle, Allah kullarının büyük bölümünü saptırmış oluyor.

*** Allah’ın, önceden olacağını bildiği olayların meydana gelmesi zorunlu olduğuna göre Allah, zorunlu olarak meydana gelecek olayları mı irade etti?

*** Allah’ın iradesi ezeliyse muradının da ezeli olması gerekmez mi?

***Allah olacağını bildiği bir olayın yerine, aksini yapmaya kadir midir?

*** İnsanın istediği, Allah tarafından mı istetiliyor?

*** Allah olacağını bildiği olayı, “bildiğinin dışında olmasını diledi” demek, Allah cahil olmayı istedi demek olur. Bildiği gibi olmasını diledi ifadesi de cebr olur.

*** Zaman ne zaman mevcuttur?

*** Şunu diyor musunuz: “Allah’ın üzerinden zaman geçmemiştir.” “Evet” derseniz, o halde neden aleme hadis (sonradan olan) dediniz.

*** Allah kullarını haram ile rızıklandır mı?

*** Allah ezelde müminleri ve kafirleri bilir mi?

*** Allah ezelde olacağını bildiklerinin olmasını ve olmayacağını bildiklerinin de olmamasını mı irade etmişti?

*** Allah kötülük yapan mıdır? "Evet" dersen, kötülük yapana kötü denir mi?

*** Allah'a "iyi" denir mi? "evet" dersen, neden diye sorduğumda "iyiliği yarattığı için" ya da "iyiliği yaptığı için" dersen, derim ki: "ama kötülüğü yapan ve yaratan da Allah'tır, o halde Allah'a kötü denebilir mi? "hayır" dersen, derim ki: "bu ayrımı neye göre yaptın?"

*** Allah kafirleri yaratırken onların haline acıyıp, yardım etmemiş midir?

*** Zamanı allah yarattı diyenlere soru: yani yaratılan zamandan önce zamanın geçmediği bir zaman mı vardı

*** Dedi: zaman her zaman nasıl varmış? açıklama yapmalısın
Cevap: eğer zaman yoktu da sonradan varlığa geldi dersen, zamanın olmadığı başka bir zaman kabul etmen lazım ki bu da yine zaman kavramını kabul etmek demektir.
o bakımdan zamandan asla kaçılamaz.

*** Dedi:Her şeyin sonu olduğu gibi zamanında sonu olacak gibi düşünseniz sorunu aşarsınız
Cevap: zamanın sonu olamaz, zira sonunun olması için başka bir başlangıçtan söz etmek gerekir ve o başlangıç da zamanda başlamalıdır.

*** Geçmiş geleceği değişmez biçimde belirler mi?


*** Gençken hatta çocukken en dehşet verici cehennem resimleri gösterildiğinde bile kılım dahi kıpırdamazdı. O günlerde de bu günlerde de bana hiçliğin kendisi kadar başka hiçbir şey daha korkutucu gelmemiştir (Miguel de Unamo)

*** Aklını kullanmak uğrunda gözüpek ol (Horatius)
*** Neden varolan var da varolmayan yok?

*** Dedi: Allahın varlığına dair bir delilin var mı? Varsa nedir?
Cevap: Determinizm'den hareket ediyorum. Daha önce söyledim, sen kabul etmedin. Ateizm de determinizm vardır. Yani hür irade savunulamaz. Çünkü olaylar daha önceki olaylarla nedenlenmiştir. Dolayısıyla belirlenmiştir. Sonuç olarak buna inanabilir misiniz? Bin yıl önce birinin soldan değil de sağdan gitmesi senin davranışlarını etkiledi bu düşünceye göre. Ben buna inanamam. O halde determinizme inanmayan biri, tek çare olarak Allah'ı kabul etmek zorunda kalır. Başka seçenek yok. Olayları, Tanrı'nın önceden bilmesinin zorunlu kıldığına inanmak durumunda kalır bu kez. Bana dersen ki "determinizme inanmayan bir Ateistim ben." Sen şunu savunmuş olmaktasın: "Alemde nedensiz şeyler de olur" bunu mu savunacaksın?

*** Dedi: Sonsuz sayıda nokta varsa asla noktalar bitmeyeceği için bir metrelik bir mesafeyi bile asla bitiremememiz gerekiyor.
Cevap: Neden sonsuz sayıda nokta olsun ki? Demek ki bir metre tüketilebildiğine göre o sonlu sayıdadır. Ölçülebilen mesafeler sonlu noktadan oluşur diyorum. Aksi halde bir milim de bir kilometre de sonsuz noktadan oluşur demek durumunda kalırız ve iki adet sonsuz noktadan oluştuğunu söylediğimiz şeylerden biri diğerinden büyük olmaması gerekirdi. Ama büyük, demek ki bir kilomet de, bir milimetre de sonsuz noktadan oluşan şeyler değil. Sonlu noktadan oluşuyor demek olur. Halbuki benim sorum hacimsel özellik değildi. Zamansal ölçüydü. İkisi bu noktada kıyas edilemez ki...


*** Dedi:Bir metre içinde sonsuz sayıda sayı vardır. Buna şüphe yoktur.Çünkü virgülden sonra sonsuza kadar rakam yazabilirsin asla bitmez.
Cevap: Bana sürekli bu örnek verilmekte, ancak burada şunu gözden kaçırıyorsunuz: Rakamla zaman bir olmaz. Sen diyorsun ki: Sonsuz nokta var; delilin ise sayıların geriye ve ileriye sonsuzca gitmesi veya bir sayının matematikte sonsuza dek bölünme olayı.
Ama burada şu var dikkat edersen, bunlar varsayım, yani gerçekliği yok, siz diyorsunuz: Sayı sonsuz, neden? Karşı taraf bir sayı dese, siz bir fazlasını diyeceksiniz. Çünkü sayıların bu özelliği var. Aslında sonsuz sayı yok, sonsuz sayı düşüncesi var. Sizin sonsuz dediğiniz sayılar şu an yok. Siz söylediğiniz de, düşünce boyutunda var. Ama zaman olayı bununla kıyaslanamaz. zaman varlıktan düşmez. Ben bir gerçekten bahsediyorum. Zaman ezeli mi sonradan mı? Size göre de(Ateizm) ezeli. Yani geçmişimizde sonsuz zaman kavramı var ve bundan kaçılamıyor. Ben diyorum ki: Geçmişimizde sonsuz bir süre mi geçti? Hayır diyemezsiniz, Ateist olarak. O halde bana sonsuz zamanın nasıl geçip bugüne gelindiğini söyleyin. Ateistler big bang'a inanamaz. İnanan Ateism'i zaten bilmiyor demektir. Size göre başlangıç değil başlangıçsızlık olmalıdır.

*** Dedi: Zaman büyük patlama ile başlıyorsa eğer, bunun öncesini tartışmanın bir anlamı yok. Demek ki zamanın bir başlangıcı var.
Cevap: Eğer başlamadan bahdedeceksek öncelik kavramından da bahsetmen gerekir. Çünkü önce olmazsa başlamak da olmaz. Halbuki önce ifadesi de zaman kavramıdır. Dolayısıyla zaman başlangıçlıdır demek yanlış olur.

*** Dedi: Geçmişimizde sonsuz bir zaman geçti.
Cevap: Sonsuzluk geçilir mi? geçilirse ona neden sonlu denmiyor da sonsuz deniyor?

*** Dedi: Soruya müslümanlardan cevap yok. Allah'ın özgür iradesi yok, her şey önceden belirlendiği gibi oluyor. Bundan çıkan çok önemli bir sonuç var: Dualar gereksiz,
Namaz gereksiz, Kuran'ın emrettiği her şey gereksiz. Her şey belirli, önceden yazılmış. Allah önceden bildiğini yapmaya mecbur. Buna da cevap bekliyorum.
Cevap: Dua yanlıştır. Mantıklı değil ama emrediliyor. Demek ki kullar saptırılıyor ve yanlış bir inanca itiliyor Allah tarafından. Kuran'ın emirlerinden namaz bahsi ise böyle değil. Kendi yaptırıyor ibadetleri de, ama ibadetleri yaptırmadıklarına da yapmalarını emir veriyor. Yani zulmediyor. Kaldıramayacağı yükü yüklüyor kullarına. Ama bunları isteyerek yapmıyor. Zatı gereği mecburdur Allah, başka yolu yok. Bilgisinin zıttına eylem yapamaz. (Olacağını bildiği bir olayı oldurmamazlık edemez). Zaten bunlar yüzyıllardır bilinen şeyler. Filozofların bir kısmı bunu söyledi. "Mucibun bizzat" dır. Yani zatı gereği zorunludur. Allah'ın iradesi yoktur. Ancak Allah'ın mecbur olması bir eksiklik değildir. Çünkü Allah kendisini zorlayan olmaksızın zorunludur. Bilgisi kendisinden ayrı değildir. Dolayısla Allah'ı aciz saymak hatalıdır.

*** Kara delik diye birşey yok. Kara birşey nasıl görünecek de delik olduğu bilinecek?
Bunlar hikaye, Stephen Hawking'i okudum. "Zamanın kısa tarihi"adlı kitabını; adı çok iddialı ama içeriği böyle değildi ve kara deliklerin varlığına delil getiremediğini gördüm. Varsayımlarla konuşuyordu. Bunu bir hakikatmiş gibi insanlara söylüyorlar.

*** Allah yaşlanıyor. Ama sonsuz geçmişten bugüne nasıl geldi?

*** Zaman geçiyorsa Allah için de geçmelidir. Ama geçmişten bugüne zaman, sonsuzluğu nasıl aşıp bize, bugüne geldi? "Hayır sonsuzluğu aşmadı" dersen, zamanın başlangıcını savunman lazım ki rezil olursun. Çünkü başlangıcı savunman için "başka bir şeyden sonra" demen lazım. Yani muhakkak "sonra" demen lazım ki, "sonra" deyince önceyi de kabul edeceksin. Halbuki "önce" kavramı da zaman terimidir.

*** Ne ayette ne de hadiste böyle bir şey vardır. Allah'ın zamandan ve mekandan münezzeh olma durumu yani. Aksine Allah'ın mekanlı ve zamanın Allah için de geçtiğine dair açıklamalar mevcuttur. Bu ifadeler sonradan uyduruldu.


*** Dedi: 100 metreyi koşan bir atleti ele alalım. Bu atletin geçtiği her nokta bir olay olsun. 100 metre içinde sonsuz sayıda nokta var. Atlet 100 metreyi koşup bitirdiğinde sonsuz noktayı geçmiş ve sonsuz sayıda olayı gerçekleştirmiş olur. Sence bu örnekten yola çıkarak "sonsuz sayıda olay gerçekleşebilir" sonucuna varabilir miyiz?
Cevap: Varamayız. Çünkü sonsuz sayıda nokta olması bir iddiadır; ama bu iddia şöyle bir delille çürütülür. Buna göre 200 metrede de sonsuz sayıda nokta var dersin, bu anlayışla sen. Ama 200 metre, 100 metreden büyüktür değil mi? O halde sonuç şu oluyor: Sonsuz sayıda noktadan oluştuğunu iddia ettiğin 100 metreden daha büyük bir mekan var. Bu da 200 metre. Ancak sana göre ikisi de sonsuz sayıda noktadan oluşuyor. Yani iki adet sonsuz sayıda nokta kümesi var. Ama biri diğerinden daha büyük. soruyorum: Sonlu miktarda mı yoksa sonsuz miktarda mı daha büyük? Sonlu miktar diyeceksin. Bende diyeceğim ki sonsuz sayıda noktadan oluştuğunu iddia ettiğin 100 metreden, sonlu miktarda büyük olan şey de sonludur. Çünkü sonlu + sonlu = sonlu. O bakımdan hem 100 metre hem de 200 metre ikisi de sonsuz sayıda noktadan oluşmaz. Bu örnek yanlış olur. Zaman örneğine kıyas oluşturmaz.

*** Geçmişimizde sonlu mu yoksa sonsuz mu zaman geçti? Sonlu dersen zamanın başlangıcını savunmuş olmadın mı? Sonsuz dersen sonsuz zaman geçer mi?

*** Zamanın başlangıcı var mı, yok mu? Yoksa, zaman bu ana sonsuzluğu aşıp nasıl geldi? Varsa öncesi olmaksızın başlangıç nasıl olur? Halbuki öncelik de zaman kavramıdır.



***
kelebek:
imanımıza bir şey olur mu?
okan: (kürşat)
nasıl yani
kelebek:
yani her şeyi Allah yaratıyor
okan:
eee
kelebek:
bunu biliyoruz. Zaman, madde, alem. Bunların evvel yada değil olması ne kadar önemli?
okan:
zamanı nasıl Allah yaratıyor dersin. Allah zaten ezeli ya. Ezel zaman kavramı zaten
kelebek:
diyelim ki sen bana bu soruyu sordun: zaman sonradan mı? Bilmiyorum dedim
okan:
ee
kelebek:
bu imanı etkiler mi?
okan:
tabi
kelebek:
nasıl?
okan:
Allah da sonradan oldu demiş olma kuşkusu içerir.
kelebek:
neden? Demem bende; Allah ezeli ama zamanı bilmiyorum derim
okan:
demezsen bile böye oluyor. Çünkü ezeliyet zaman olmadan olmaz
kelebek:
tamam da, ne kadar önemli? İnsanların çoğu bunu bilmez bile.
okan:
olsun, sen biliyorsun, sorumlusun. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?
Kelebek:
Alem olmazsa zaman olmaz, varlık olmazsa zaman olmaz, bağlantılı
okan:
yani
kelebek:
dedim ya, varlığa göre zaman vardır
okan:
yani alem ezeli mi
kelebek:
alem ezeli demedim, alem ezeliyse zaman da ezeli dedim
okan:
sence alem ezeli mi
kelebek:
bilmiyorum
okan:
şu anki kararın ne
kelebek:
onu bilmeye çalışıyorum, şu an kesin bir kararım yok
okan:
sonradan dediğini varsayalım, zamanda mı sonradan demiş oldun
kelebek:
evet
okan:
bunun delili aklen var mı
kelebek:
var, diyelim ki sen yoksun, hiçsin
okan:
ee
kelebek:
zamanın yada alemin senin için bir önemi olur mu
okan:
olmaz
kelebek:
işte bu
okan:
nasıl
kelebek:
sen yoksan sana göre zaman da yoktur anladın mı
okan:
ama ben bana göreyi sormadım ki
kelebek:
sen olduğunda bu zaman ve yer senin otomatikman etrafını sarar, içine alır
okan:
bana göreyi sormadım
kelebek:
yani iş olaylar da, hareket de. işte beraber olduğunun kanıtı aklen bu.
okan:
böyle cevap olmaz ki
kelebek:
varlık olunca olur, olmayınca olmaz
okan:
sence bu konu kader konusunun kaç misli zor
kelebek:
çok daha zor
okan:
kaç katı sence
kelebek:
felsefenin son noktaları belki de, beynim patlayacak gibi oluyor
okan:
ciddi mi
kelebek:
dönüp dönüp içinden çıkamıyorsun
okan:
öyle
kelebek:
ve vesvese sürekli tetikte
okan:
ne vesvesesi, Allah’ı inkar mı
kelebek:
hayır, ama o tehlikeler de var. Yani sağlam imanı olmayanın imanının gitme ihtimali yüksek
okan:
çıldırır mı diyorsun
kelebek:
evet
okan:
peki sen neden çıldırmadın
kelebek:
çünki dizginlemeye çalışıyorum
okan:
neyi
kelebek:
kendimi
okan:
aç biraz
kelebek:
uçurumun kenarına geldiğimde geri dönüyorum
okan:
yani düşünmekten vaz mı geçiyorsun
kelebek:
evet, aklıma başka şeyler getiriyorum
okan:
her gün düşünüyor musun peki
kelebek:
evet, hemen hemen her gün
okan:
akşamları mı, yatarken mi
kelebek:
genelde akşamları
okan:
bana bu anlardaki duygularını anlatsana ,yani tek başına düşünürken
kelebek:
tek başıma düşünürken, ben sanki bir hayalet oluyorum, her yeri düşünüyorum, hayal ediyorum. Geçmişe başlangıca gitmeye çalışıyorum düşünceler de. Ama büyük kapılara gelip takılıyorum
okan:
ben millete soruyorum: Geçmişimizde zaman geçti mi? diye. ne dersin buna
kelebek:
nasıl yani
okan:
soru bu kadar
kelebek:
geçmiş kapanır, geri dönüş olmaz
okan:
Geçmişimizde zaman geçti mi
kelebek:
sanırım geçti
okan:
peşine şunu soruyorum:
kelebek:
ee
okan:
sonlu mu yoksa sonsuz mu zaman geçti? mesela sonlu derse
kelebek:
sonlu demesi gerekir
okan:
zamanın başlangıcını savunmuş oldun diyorum
kelebek:
neden
okan:
ama başlangıcı savunmak için başka bir şeyden sonra olması gerekir. Halbuki sonra varsa önce de vardır ve bunlar yine zaman kavramıdır diyorum. Ne dersin bu yoruma
kelebek:
konu şu, sen zamanı nasıl tanımlarsın
okan:
geçen birşey
kelebek:
nasıl geçen bir şey
okan:
önce ve sonra diyebiliyorsan bu zamandır
kelebek:
diyelim ki Dünya Güneş’in çevresinde 182 günde dönseydi; o zaman aylar 30 değil 15 gün olurdu. Bir gün 12 saat olurdu. Yani zamanın belli bir ölçüsü yok
okan:
kasdettiğim o değil zaten, normal öncelik ve sonralık
kelebek:
yani zaman bir yerde dursa, dikkat et bak dursa diyorum,
kelebek:
o zaman son gelir mi;
okan:
iyi soru. Sen dediklerim hakkında yorumlarını söyle
kelebek:
o dediğin doğru
okan:
doğru mu
kelebek:
zaten bir şey olmadan sonrası olmaz
okan:
bir dakika, o yoruma doğru dediysen, kişi soruya sonsuz demek zorunda kalmayacak mı
kelebek:
evet işte bu zaten alemle ilgili
okan:
yani geçmişimizde sonsuz zaman geçti diyecek değil mi
kelebek:
evet, sonsuz zaman geçti diyecek, o zaman da kendi şu an nasıl oldu
okan:
sonsuz zaman geçer mi diye sormak yanlış mı peki
kelebek:
geçmez
okan:
öyleyse ikisi de mantıken olmuyor değil mi?
kelebek:
evet, işte burada takılıyorum zaten. O yüzden kararsızım, bak önemli bir noktaya değindin. Burada kalıyorum ben.
okan:
katılıyor musun bana, ikiside mantıken olmuyor değil mi?
kelebek:
mantıken olmuyor.
okan:
ama sonlu ve sonsuzdan başka bir alternatif var mı? Zaman için, sorduğumuz soru için
kelebek:
hımm, bu önemli
okan:
ne açıdan
kelebek:
başka bir alternatif olabilir mi sence? bak bunu düşünmek lazım
okan:
geçende birine dedim: Acaba sonlu ve sonsuz arası birşey mi var
kelebek:
İki saattir ne dolandırıyorsun. Şunu baştan desene yahu
okan:
öyle mi, önemli mi sence
kelebek:
çoook önemli tabi, belki öyle bir alternatif var ise, o zaman o iki sorunun da cevabı olmuş olur
okan:
öyle aklımdan geçti
kelebek:
süper
okan:
bir de bir ara birine sordum o çok bilen arkadaşa
okan:
dedim ki
kelebek:
ne dedin
okan:
belki de geçmişimiz de zaman geçmedi? O da şaşırdı. Sadece aklımdan geçti. ne dersin
kelebek:
hımm
okan:
denize düşen yılana sarılır misali bizimkisi
kelebek:
üçüncü bir alternatif. bu foton gibi oldu. bilim adamları dedi ki: Foton bir parçacıktır. Başkaları da dedi ki dalgacıktır. Sonra asıl gerçeğin ne olduğunu kim buldu biliyor musun
okan:
ee
kelebek:
einstein
okan:
ne dedi
kelebek:
foton hem dalgacık hem de parçacıktır
okan:
foton ne ki
kelebek:
ışık
okan:
bu kadar mı
kelebek:
evet
okan:
ışık demeti mi
kelebek:
evet, hem dalgacık özelliği gösteriyor, hem de parçacık duruma göre değişiyor yani
okan:
parçacık ve dalgacık ne demek
kelebek:
parçacık şu: mesela bir foton uzayda hızla gidiyor önüne bir cisim geliyor buna çarpıyor ve geçemiyor. Ama bazıları da etrafından bir dalga gibi dolaşıyor. Örnek vereyim: Şimdi gece ışığı yaktın
okan:
ee
kelebek:
kapıyı araladın, kapının gölgesini takip ettin, kapının gölgesi var
okan:
anlamadım
kelebek:
ışığı kesiyor kapı, ama o karanlık bölgede de bir miktar aydınlık olur. anladın mı
okan:
anladım
kelebek:
tamamen karanlık olmaz
okan:
evet., bu mu etrafında dolaşma
kelebek:
evet
okan:
dalgacık yani
kelebek:
dalga şeklinde yayılma
okan:
öbürü nasıl, parçacık
kelebek:
parça da, bir yere çarptı mı kalır geçemez.
okan:
duvara gibi
kelebek:
evet
okan:
anladım
kelebek:
mesela bir deney yapmışlar. yarı saydam bir aynaya foton göndermişler. bazı fotonlar aynaya çarpıp yansıyor, bazıları da dalga gibi içinden geçiyor. bu yani olay.
okan:
ben dedim ya: zaman acaba sonlu ve sonsuz arası bir şey olabilir mi diye, bunun olabileceğine dair bir örnek mi bu verdiğin ışık olayı
kelebek:
evet, o yüzden verdim örneği



Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Dedi: Toparlarsak madde, enerji haliyle ezelidir.
Cevap: Zamana başlangıcı var dedin. Halbuki ezelilik de zaman kavramıdır. Sen ezeliliği kabul edince mecburen zamana ezeli demen gerekmiyor mu?

*** Zaman zamanda mı yoksa zamansızlık da mı geçer?

*** Dedi: Kesin olan, Big Bang olmuşsa, ki bunu bilim adamlarının ezici çoğunluğu kabul ediyor, ondan önce "zaman" sözünün hiç bir anlamı yok.
Cevap: Big bangı Allah’a inandığını söyleyenler savunuyor. Alemi yoktan yarattı demeye getiriyolar. Ama Allah alemden önce diyorlar. Demek ki önceyi kabul edince zamanı da kabul etmiş oluyorlar. Çünkü önce zaman kavramı olmadan düşünülemez. Ateistler zaten big bangi savunmuyor. Onlar maddenin dolayısıyla zamanın ezeli olduğunu savunuyor. Ancak ne var ki dün izlediğim bir belgeselde evrimi dolayısıyla ateizm görüşüyle Dünyayı anlatıyor. Ancak alemin başlangıcından yani big bang dan sözediyor. Yani bunlar neyi nasıl savunduğunu bilmiyor. Ben de böyle deyince “ateizm nasıl olur da big bangi savunmaz ki” deniyor. Mantıken madde ezeli, öncesiz, başlangıçsız diyen ateizm, nasıl olur da maddenin varlığının başlangıcını savunan big bangı savunur?


*** Dedi: Zaman geçti mi diye sormak gereksiz. Olaylar bir birine zincirleme olarak devam ediyor. Etken, edilgen, etken, edilgen...... diye sonsuz bir şekilde.

Cevap: Peki bu olaylar zincirinde biz geçmişimizdeki sozsuz sayıda olayın ardından mı sıralandık?

Buna karşılık dedi ki: Sonsuz sayıda olayın ardından demek yanlış olur. Çünkü hala o sonsuz sayıda olaylardan yalnızca bir tanesiyiz. Yani hayır.

Dedim: Ama şunu da diyen sendin: “Olaylar bir birine zincirleme olarak devam ediyor. Etken, edilgen, etken, edilgen...... diye sonsuz bir şekilde.”
Geçmişe doğru sonsuz gitmiyor mu bu olayla? Evet diyosun. O halde geçmişimizde sonsuz sayıda olayın olduğunu ve bittiğini söylemiş olmuyor musun?

*** yo allah zamandan münezzeh değildir onun için de zaman geçer. onun için zaman geçmese allaha ezeli denir miydi zira ezelilik zaman kavramıdır öncesiz demektir.

*** Ateizm neden big bangi savunamaz? çünkü big bang bir başlangıcı savunmaktır. Yani maddenin ve olayların başkangıcı. Ancak başlangıçtan söz etmek için bir başka şeyden sonra olması gerekir. Bu olmamış olsa, ona başlangıçsız yani ezeli denmesi gerekirdi. Dolayısıyla ateistler “bu big bangten önce ne vardı?” sorusuna “Allah” şeklinde cevap veremediklerinden, maddenin başlangıcını savunamazlar. Eğer ateistler bu soruya yani “patlamadan önce ne vardı?” sorusuna “yokluktan söz edilir “derlerse “bahsettiğiniz yokluk durumu sonlu mu yoksa sonsuz süre mi devam etti?” denir. “Sonsuz süre” derse, sonsuzluğun sonuna varılamaz deyip, bu patlamaya sıra gelemezdi denir. Eğer onlar “bu yokluk durumu sonlu süre sürdü” derlerse, derim ki: “sonlu süreden bahsettiğinize göre patlamadan sonlu bir süre önceye kadar geri gidildiğinde bu süre zarfında yokluğu kabul ettiniz. Peki ya bunun öncesin de ne var da siz bunu burada başlattınız; yani yokluk durumunu” deriz. Bu sefer diyecek sözleri kalmaz. Kısacası bir ateist şunu savunmak zorundadır: Madde, cisim, olaylar ezelidir. Olaylar sonsuz sayıda olmuştur ve bize sıra gelmiştir. Artık gerisini kendi düşünsün. Sonsuz sayıda olay nasıl sona erdi? Bakın bu soru hem ateistlerin hem de Allah’a inananların ortak sorunlarıdır. İki görüş de bu suale cevap veremediler.


*** Big bangla alakalı olarak yukarıda yazdığım yazıya, birisi şu ifadeyi kullanarak bu teoriyi yani big bangi eleştirdi: Olmayan bir şey nasıl patlar? Bence bu müthiş bir yorum.

*** Allah’ın irade etmediği bir şeyi emretmesi ve olmasını irade ettiği bir şeyden de nehyetmesi caiz midir?

*** Zamana yok diyorsan şunu diyor musun "Allah vardı hiç birşey yoktu." "evet" dersen, şunu da diyor musun: "Allah alem varken de yine varlıktaydı." buna da "evet" dersen
Soru: Bu iki cümledeki durumlar farklı mı değil mi? "evet farklı" dersen neye göre farklı öncelik ve sonralığa göre mi? derim, "evet" dersen, sen zamana var demiş olmadın mı?

*** Ağızlarını bile açıp da bu hadisleri yorumlayamazlar özgür iradeciler. Sana bir anımı anlatayım. Ben ilahiyat hocasıyla "tefsirciydi" kaderi tartışıyorken dedim ki: "Kader hadislerini ne yapacağız? Onları çöpe mi atacağız." Bana dedi ki: Ben bu hadisleri inkar ediyorum. "Ama Buhari ve Müslim’den de var" deyince; tereddüt etmeden "Olsun Buhari Müslim’den, kabul etmiyorum" deyivermişti. Sence neden böyle dedi? Çünkü o bu kader hadislerini biliyordu ve özgür iradeyi savunmak için bu hadisleri inkardan başka çaresi yoktu. Unutma ki kaderi inkar eden Mutezile mezhebi de bu hadisleri inkar etmişti.

*** Allah hamile bırakan mıdır. Hayır derseniz neden Allah’a size çocuk vermesi için dua ettiniz?

Allah’ın fikri var mıdır?

Allah vücutsuz olarak mı mevcuttur?

Allah şer işlemiş midir? evet denirse ona şerir ( şerri çok olan) denir mi?

Allah kulları için mümin olacakları bir iman, kafir olacakları bir küfür, itaatkar olacakları bir taat ve asi olacakları bir isyan yaratmış mıdır?

Allah zulmetmeye kadir midir?

Allah’ın zulmetmesi imkansız mıdır?

Dünya da Allah’ın faili ( yapıcısı) olmadığı bir zorbalık ve zulüm var mıdır?

“Allah zulmetmez” diyenlere soru: Allah zulmetseydi durum nasıl olurdu? Onun ilahlığını kabul etmez miydiniz?

*** Bir den üçe kadar sesli saydın mı? Peki sen bir ile üç arasında biraz beklemedin mi? bekledin. İşte bu bir saniyedir. Yani zamandır. Bunu soruyorum. Bu Allah için geçmez mi? Ama senin için geçiyor; O’nun için neden geçmesin?

*** Allah olmayacağını bildiği bir şeyin olmasına kadir midir?

*** Allah kulları için yaptığı şeylerden daha iyi olanı yapmaya kadir midir? “Evet” derseniz bu cimrilik değil midir?

*** okan: (kürşat)
neyden sonra yarattı alemi
esedullah:
istedi anda yarattı
okan:
ezelde mi istedi sonradan mı
esedullah:
istediği anda istedi, senle yüzyüze görüşmemiz lazım, inan ki kafam çatlayacak artık. Kimse anlamıyor ya da biz çok ileri zekalıyız
okan:
benim çok çatladı sıra sen de. Sen önce bu konuda ne anladığını yaz. Problemi yaz
esedullah:
ben diyorum ki: En büyük soru şu: Sonsuz zamanın sonuna gelinebilir mi? Yani şu yaşadığımız ana
okan:
işte sıkıştımız soru bu
esedullah:
ama kursat korkuyorum. Niye dersen? O zaman Allah da ezeli değil. Bana yardım et
okan:
Ben 2005 son ayından, 2006 şubatına dek bu yüzden Allah’ın varlığının başlangıcını savunmuştum. Çünkü alemin başlangıcını savunuyordum. Nedeni ise senin de dediğin gibi alem ezeli olsa sonsuz zamandan bu ana nası gelinebilir? Bunu yanıtlayamadım.
esedullah:
kafayı yiyecem bundan işte
okan:
o bakımdan çaresiz Allah’a sonradan varlığa geldi dedim. Ancak sonra bazı filozofların bunu anlayıp aleme ezeli dediklerini gördüm. Dolayısıyla teselsülü yani olaylar zincirinin sonsuzca geri uzanmasını kabul edenlerin olduğunu anladım; bu beni rahatlattı ve bu görüşü savunmaya başladım. Şimdi seni rahatlatacağım.
esedullah:
dinliyorum
okan:
bunu bir forumda biri bana demişti. Ancak kesin yanıt olmayıp sadece bizi sıkıştıranların bu sorusunu onların aynı yöntemiyle lehimize çevirme taktiğidir. Onlar ne dedi: Madem alem ezeli öleyse sonsuz zamanın sonuna nasıl gelindi? Madem gelindi demek ki sonsuz zaman değildi; aksine sonlu zamandı dediler. Sonlu olunca da sonlu zamanın başı ve sonunun olması gerekir. Sonu şu bulunduğumuz andır, başı ise alemin yoktan varlığa geldiği andır dediler. Okey mi buraya dek?
esedullah:
evet
okan:
ancak onlar bunu dediler ama kendilerinin bu savundukları düşüncenin Allah’ın yoktan varlığa gelmesini savunmaya gittiğini göremediler; bu sebeple rahat davrandılar. Şimdi biz diyoruz ki: Siz bunu görmeseniz de sonuç bu.
esedullah:
evet
okan:
bizde Allah’ın ezeli olduğunu onların delilinin aynısyla ispatlayacağız; onları bu yönden sıkıştıracağız.
Diyoruz ki: Eğer Allah’ın varlığının başlangıcı varsa; bir başlangıçtan söz etmek için muhakkak öncelik kavramı gerekir. Yani zaman olarak daha önce bir şey olması gerekir. Okey mi?
esedullah:
evet
okan:
çünkü başlangıç ancak zaman da olur. Anladın mı bunu?
esedullah:
evet
okan:
durum madem ki böyle, size göre Allah’ın varlığa gelmesinden önce zaman var. Buna evet demiyecekler mi?
esedullah:
evet
okan:
ya da demek zorunda kalmayacaklar mı?
esedullah:
evet
okan:
biz onlara aynı soruyu soruyoruz: Peki Allah’ın varlığından önce sonlu mu yoksa sonsuz mu zaman geçti? Ne diyecek? Sonlu derse bunun sonuna Allah’ın varlığa gelme anı diyecek. Başına diyecek bir şey bulamıyacak. Zaman derse, zamanın başlangıcı derse; deriz ki: Her başlangıç zaten zaman da olur; dolayısıyla “zaman, zaman da başladı “demiş olur ki saçmadır değil mi?
esedullah:
aynen
okan:
dolayısıyla sonsuz demek durumunda kalacak. Soru şuydu: Peki Allah’ın varlığından önce sonlu mu yoksa sonsuz mu zaman geçti? Sonsuz deyince, onların bize dediğinin aynısını biz diyeceğiz: Sonsuz zamanın sonuna varılabilir mi? Hayır diyecek. Neden sonsuz dedin madem öyle diyeceğiz. Yani onların bizi sıkıştırdıkları delilin aynısını onlara karşı kullanacağız okey mi?
esedullah:
ok
okan:
şimdi seçim meselesinde sadece şu soru kaldı: Madem Allah ezeli diyene de, sonradan diyene de aynı kuvvetli soru sorulabiliyor. Öyleyse şimdi düşüneceğiz: Allah mantıken ezeli mi olmalı yoksa sonradan mı?
okan:
Şimdi senle kaderi konuşalım
esedullah:
sana bir konuda kızdım. Dedim ki özgürdüşünce forumunda: Madem cebir var, o zaman cennet cehennem niye var? Allah kendisini mi cezalandırıyor? Sen ne dedin hatırlıyor musun?
okan:
hayır
esedullah:
“istemeden mecburen yapıyor, yapmak olduğunu yapmak zorundadır” dedin
okan:
Şaşırdın mı bu cevaba
esedullah:
hem de nasıl. Eve gittim, bana kafayı yedirdin. Ama bir yandan da kendime kabul ettirmeye çalışıyorum. Dedim ki: Nasıl mecbur olur?
okan:
peki öyle deyince izah yapmış mıydım
esedullah:
yapsaydın kafayı yemezdim
okan:
yapmamış mıydım
esedullah:
çok kısa cevap verdin uyuz ettin beni. Sonra ben Allah’ın iradesi olmadığını kabul ettim. O zaman otomatikmen kabul etmiş oldum bunu
okan:
nasıl ettin peki
esedullah:
Allah’ın iradesinin olmadığını mı? Allah şu an karşımda duran çocuğun buraya gelmesine engel olabilir mi?
okan:
olamaz
esedullah:
ee nerede kalıyor irade etmesi?
okan:
Allah’ın neden iradesi yok? onu açıkla
esedullah:
her şey bildiği gibi olmak zorunda. Yani bu çocuğun buraya geleceğini ezel de biliyor değil mi?
okan:
evet
esedullah:
bunun tersini yapmış olsa ilmine ters düşecek. Bildiği yanlış çıkacak
okan:
dolayısıyla seçim olayı yoktu değil mi?
esedullah:
yok
okan:
soruyorum: Allah’ın özgür iradesi yokken insanın nasıl olabilir?
esedullah:
yok ki zaten. Bak ne diyoruz dua ederken: Allah’ım sen nasip edersen haca gideceğim.
okan:
evet öyle deniyor
esedullah:
peki etmezse? Haca gitmeni kim engellemiş oluyor?
okan:
Allah zorlamı günah işlettiriyor
esedullah:
evet
okan:
bak kader inancı sence bu değil mi?
esedullah:
evet
okan:
peki özgür iradeyi savunmak kaderi inkar mıdır?
esedullah:
evet
okan:
peki cuma namazı kılıyor musun?
esedullah:
kılıyorum
okan:
arkasında kıldığın imamlar cebirci mi sence
esedullah:
değil
okan:
tamamına yakını cebirci değil okey mi
esedullah:
ok
okan:
peki bunlar kaderi inkar etmiş olmadı mı?
esedullah:
evet, diyor ki: kader vardır, ne yapacağın bellidir. Sonra diyor ki insan özgürdür.
okan:
dolayısıyla kafir değiller mi?
esedullah:
imamlar mı
okan:
evet, geneli
esedullah:
bilmeden ama
okan:
olsun, dolayısıyla kafir değiller mi?
esedullah:
savunduğunun nereye gittiğini bilmeden
okan:
kafir mi?
esedullah:
illa istediğin cevabı alacaksın, yok cevap sana
okan:
vereceksin
esedullah:
sen biliyorsun ne diyeceğimi
okan:
senden duyacağım
esedullah:
sence niye zor geliyor söylemesi, bir düşün bakalım
okan:
alışık değilsin
esedullah:
hayır o değil
okan:
ya ne
esedullah:
bir düzen yıkılıyor anladın mı?
okan:
olsun, düşünceni söyle, daha bu başlangıç, neler var daha, cesur ol
esedullah:
olmasam burada seninle konuşmam
okan:
onlar bunu savunmakla kafir olmaz mı
esedullah:
evet olurlar ama bilmeden
okan:
peki kafirin namazı caiz olur mu? kafirin arkasında namaz kılınır mı?
esedullah:
yok
okan:
sende kılamazsın o halde öyle olmuyor mu?
esedullah:
ok
okan:
ben altı yıldır kılmıyorum. Bundan böyle kılma. Allah sence adaletli mi ve zalim mi? Unutma ki sen artık bunları kabul etmekle suçlanacaksın
esedullah:
biliyorum
okan:
eğer bunları kabul etmezsen ayaklarının üstünde duramazsın. Eğer Allah zalim ve adaletsiz demezsen seninle top gibi oynarlar. Bunları kabul etmeden cebr savnulamaz. Acak şöyle bir sorun var: Kuran da Allah’ın zalim olmadığı anlatılır. Buna şunu diyeceksin: Aslında Allah zalim ama kullarını saptırıyor bu ayetlerle. Milleti nasıl saptırıyor biliyor musun? Örnek vereyim: Mülk 2 de şöyle deniyor: Allah hayatı ve ölümü hanginizin daha iyi amel yapacağını imtihan için yarattı. Bunu okuyan diyor ki: “İmtihan için özgür irade gerekir.” Ve bunu demekle haklı. İmtihan için bu şart değil mi?
esedullah:
evet
okan:
ve Kuran’da özgür irade varmış gibi anlaşılabilecek pek çok ayet var değil mi? Ve cebir ayetleri de var
esedullah:
evet
okan:
adam bu ayete bakıp özgür irade lazım deyip cebr ayetlerini başka manada yorumlamak lazım diyor ve
okan:
kaderi yani cebri inkar ediyor. Bu kadar basit; o halde Kuran’ı artık başka gözle oku, gözünü dört aç. Biraz önce sen dedin ki: Allah’ ın mantıken iradesi yok. Ama Tekvir son ayet ne diyor: Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. İşte bu kadar; Allah Kuran da yanlış bilgiler de veriyor. Biz mantığa bakacağız. Ayetin dış anlamı mantığa uygunsa onu direk alacağız
esedullah:
tamam da kursat işte bunu insanlara nasıl anlatacaksın? Herkes bizim gibi kafa yormuyor ki..
okan:
anlıyorum seni, Zaten ayette ne deniyor: Araf 179: “Yemin olsun ki cinlerin ve insanların bir çoğunu cehenem için yarattık.” Başka ayette: “İnsanların çoğuna uyarsan seni saptırırlar.” Aslında saptıran Allah; Burada kullara izafe ediliyor.




*** Yukardaki diyalog da açıkladığım düşünceyi forumdan biri söyledi: Kursat, senin izlediğin yoldan gidelim ve zaman kavramından cıkmadan geriye doğru gidelim. Senin de dediğin gibi, alemin varlığa dönmesi icin bir bekleme zamanı gecti diyelim ve bu bekleme zamanıd a sonlu olduğu icin baslangıcına Allah deyip, Allah’ın varlığının baslangıcının olduğunu kabul ettiğimizi düsünelim. O zaman bu durumda Allah’ın baslangıcına kadar beklediği zamanın baslangıcı neydi? Yani Allah’ın basladığı zamana gelene kadar geçen bekleme süresi sonlu ise, o zamanın baslangıcı neydi? Sonra da Allah’ı baslatan bekleme süresinin baslangıcı neydi? Sonra o zamanın baslangıcı neydi? diye diye, sonuc gene Sonsuza yani Allah’a cikar. O yüzden adnan "Allah doğudan batıya, her seydedir, her yerdedir" diyor. Bu yuzden zaman kavramından ayrılmak zorundasın. Bu fikirleri zamani olarak düsünmemen gerekir. Sonlu yada sonsuz seceneklerinden baksa, kücücük insan beyinlerimizin almadıgı baska seceneklerin de olduğunu en azından kabul edebilirsek, cıkıs yolunu da oradan bulabiliriz diyorum.
Not: ben Kürşat diyorum ki: bu şahsın yaptığı izah müthişti ve bunu yukardaki esedullah ile yaptığım diyalog da detaylı anlattım. Benim için hayati değeri olan bir izahtı.

*** Artık Allah’a zalim demiyorum. Zulmü yaratan Allah ama iradesi olmadığından bunu isteyerek yapmadığından dolayı Allah’a zalim demiyorum. Nasıl camdan biri öylesine taşı atsa ve bu bir müslümanın kafasına düşse, bu kişi bu eylemi isteyerek yapmadığı için zalim denemezse, Allah da isteyerek bu fiilleri işlememesi dolayısıyla ona zalim denemez .

*** "2008 mayıs" Artık Allah'ın görmesini hakiki manada kabul ediyorum. Eskiden görmesini görülebilecek olanların bilinmesi şeklinde tevil ediyordum. Ve "hakiki anlamda Allah görmez" diyordum. Artık hakiki anlamda görür diyorum; ve eskiden Allah'ın ahirette görülmesini inkar ediyordum, artık onu da kabul ediyorum. Ancak Dünyada görülemez diyorum. Allah'ın işitmesini de hakiki anlamda artık kabul ediyorum. Eskiden duyulabileceklerin bilinmesi anlamında tevil ediyordum.

*** Soru: Zamanı Allah mı yarattı? evet derse
Allah zamanı yaratmak için bekledi mi beklemedi mi? bekledi derse,
Beklemek zaman alır. Öyleyse Allah zamanı, zaman içinde (zamanda) yaratmış olmadı mı? Dolayısıyla bu sözle çelişkiye düşmüş olmadın mı?
Zamanı yaratmak için beklemedi derse,
Allah ezeli olduğuna göre, bu söze göre zaman da ezeli olmuş olmuyor mu?

*** Allah alemi sonradan mı yarattı? "Evet" denirse, de ki: Neyden sonra yarattı? gerisini daha önce yazdık.

*** Şimdi yazacağım delil, özgür iradeyi savunanların en çok kullandığı delile karşıdır, çok etkilidir. Temel soru: "Allah ne yapacağımızı önceden bildiği için yazdı diyenlere soru: Allahın
yazdıkları irade ettikleri miydi yoksa iradesi dışında olacaklar mıydı?"
İzahı: Onlara (özgür iradeyi savunanlar) sorsan: Bizim yaptıklarımız önceden yazılı mıydı? evet derler. Zira Kuran da bu geçer (hadid 22- 23) onlara de ki: Biz önceden yazılanı yapıyorsak hür irademiz nerede kalır? Sana der ki: Allah kulunun özgür iradesiyle ne yapacağını önceden bildiği için böyle yazdı. Yoksa öyle yazdı diye sen öyle yapmıyorsun ve takvim örneğini verir. "Takvimi hazırlayanlar önceden yazdığı için mi güneş tutuldu yoksa tutulacağını önceden bildikleri için mi öyle yazdılar" derler. Millet der ki: "Tutulacağını bildikleri için, o tarihte (mesela 10 ağustos) tutulacak diye yazdılar." Onlar da der ki: "Peki takvime o tarih de tutulacağının yazılması güneşi hareketlerinde zorlar mı?" Millet der ki: "Zorlamaz." Onlar da der ki: "İşte böyle; nasıl ki takvime (misal 10 ağustos) Güneş'in tutulacağının yazılması, Güneş'i hareketinde zorlamıyorsa, Allah'ın da önceden kulun yapacaklarını yazması kulu zorlamaz. Çünkü Allah kulun öyle yapacağını önceden biliyor, bildiği için yazıyor."
Bu izahlarını daha detaylı olarak piyasadaki kaderle ilgili kitaplardan okuyabirsiniz. Devamlı bu örneği verirler. Buna karşı önceden uzunca bir izah veriyordum. Ama hem anlaması hem anlatması zor. Şimdi ise kısaca bir cevap vereceğim. Anlatması ve anlaması kolay. Onlara deyin ki: "Biz önceden yazılanı mı yapıyoruz?" Evet der, hayır derse, hadid suresi 22- 23 ü söyle. Önceden yazılanı yapıyoruz deyip de takvim örneğini (tren örneği de var; yüksekte durursun iki tren geliyor, bunların çarpışacağını sen biliyorsun, onlar bilmiyor. Sen yüksekten görüyorsun. Sen bildin diye mi bunlar çarpıştı? Öyle şey olur mu derler. Bu değişik bir örnek. Sonuçta Allah'ın önceden bilip ne yapcağımızı yazması bizi zorlamaz demeye getirecek lafı) anlatır sana. Sonra ona de ki: "Allah'ın yazdıkları irade ettikleri miydi yoksa iradesi dışında olacaklar mıydı? Eğer iradesi dışında olacaklardı derse, De ki: Allah'ın iradesi dışında bir şey olur mu? ehli sünnet "Herşey Allah'ın iradesiyle olur" diyor. Eğer yazdıkları Allah'ın iradesiyle olur derse, de ki: Yani zina edenin bu yaptığını Allah irade etti öyle? Hayır derse, de ki: Hani yazılanlar Allah'ın irade ettikleriydi. Evet zinayı da Allah irade etti (diledi) derse, de ki: Allah'ın olmasını irade ettiği bir olayı, ben engellemeye kadir olabilir miyim? Olamazsın derse, de ki: Öyleyse zina yapan, engellemeye kadir olamadığı bir olayı mı işliyor. Hayır derse, de ki: Çelişkiye düştün. Evet engelleyemediği bir olayı işledi derse, de ki: Ben engelleyemeyeceğim bir olayı işlerken hür iradeye mi sahibim yoksa özgür iradem yok mu?

*** "İlim maluma tabidir" meselesi ( Özgür iradeyi savunanların en çok söyledikleri izah
"Allah ne yapacağımızı önceden bildiği için yazdı, o bakımdan hür irademiz var" dedikleri
izahın hatalı olduğunu bir diyalog da göserdim, msn konuşması)


diyoruz ki: Allah'ın ilmi yanlışa döner mi, yani bildiği yanlış çıkar mı
yok diyorlar, dönmez; olaylar Allah'ın bildiği gibi olur. Bu sefer deriz ki
öyleyse bizim ne yapacağımız öncedenn belli, nerede hür irademiz
bu sefer ne diyorlar, sen söyle
sadece biliyor, etkilemiyor, bilmesi demek etkilemesi demek değildir ki
öyle diyorlar, peki nasıl örnek veriyorlar
onu bilmiyorum
anlatayım, genelde iki örnekleri vardır. Takvim örneği, tren örneği
onu biliyorum
hangisi
takvim
söyle
guneş tutulması takvimde yazar. Derler ki: İki sene sonra şurada guneş tutulması olacak
takvımde yazdığı için mi guneş tutulacak yoksa guneş tutulacağı için mi takvımde yazar
guneş tutulacağı için yazar değil mi
evet derler
biz yapacağımız için Allah bilir, Allah bildiği için yapmayız
sonra, gerisi var mı
bu kadar
gerisi de var
hımm
şunları derler: "Nasıl ki yazılması güneşin hareketini etkilemiyorsa, Allah'ın
yapacaklarımızı önceden yazması da bizi zorlamaz."
okey mi
evet
bütün bu izahlar şu üç kelimeyi sölemek içindi: "ilim malum'a tabidir." Bu ifadeyi
Said Nursi 26. sözde söyler. Şimdi onların neyi kastettiğini ve nasıl yanıldıklarını söyleyeceğim.
evet
ilim maluma tabidir sözüyle kabaca Allah'ın önceden bilmesinin bizi zorlamadığını,
etkilemediğini söylerler. Detayı şu: ilimden kasıt Allah'ın ezeli ilmidir, malum demek bilinen olaylar demek
yani olacağı önceden bilinen olaylar demektir. Tabi olmak demek şu demektir; öğrenci hocasıyla tartışıyor
sonra hocam haklısınız diyor. Bu örnekte hoca mı öğrenciye tabi yoksa öğrenci mi hocaya tabidir?
öğrenci hocaya tabi
ok, bir örnek daha vereyim: Çocuk dedesine diyor ki: Dede cimbomlu ol, dede yok diyor,
ben takım tutmam. Çocuk ısrar ediyor, dede tamam cimbomluyum diyor. Hangisi hangisine tabi oldu?
dede çocuğa değil mi
evet
ok, burada iki kavram var; tabi olan ve tabi olunan değil mi
evet
örnekte cimbomlu olma noktasında, tabi olan mı zaman olarak öncedir yoksa tabi olunan mı?
tabi olunan mantıken
tabi olunan mı öncedir diyorsun
mantıken oyle
doğru cevap bu ama acaba attın mı, nedenini söyle
Cimbomlu olma bakımından çocuk zaman olarak önce değil miydi? tabi olunan da çocuk değil mi?
Tabi olunan olacak ki, tabi olandan bahsedilebilsin değil mi?
öyle
bravo, şimdi son adım kaldı. Hani özgür iradeciler ilim maluma tabi diyorlardı ya
evet
bu ifade de, ilim ezeliydi, sonradan olacak olaylara tabi dediler değil mi
evet
halbuki zaman olarak önce olan, tabi olan olmayıp, tabi olunan değil miydi?
hımm, sonrayı once yapmışlar
aferin. Aslında ilim maluma tabi değil tersi malum ilme tabi olur değil mi?
evet mantıken oyle
işte bunu 800 yıl önce İbn Rüşd söyledi, ama pek izah yapmadı. Metin Özdemir diye biri
var; özgür iradeyi savunan bir ilahiyatçı; ilim maluma tabidir sözü yanlış diyor. Allah önceden bilirse
özgürirade kalmaz diyor. Ve Allah önceden olacakları bilmez demeye getiriyor; hesap et.
ama bilmesi bizi etkilemiyor diyoruz.
malum Allah'ın ezeli ilmine tabi olunca, özgür irademiz kalır mı?
kalır
nasıl kalacak
Allah'ın bılmwsi bizi etkilemez ki
sen Allah'ın önceden belli ilmine uygun hareket etmeyecek misin? Allah'ın ilmi bizi
etkilemez diyeceksen, mecburen Allah'ın ilmi maluma tabidir demek zorundasın. Başka yolun yok.
onlar bunu diyorlar ve rahatlar; çünkü hata yaptıklarını bilmiyolar.
irademiz yok diyorum o halde
irademiz var ama yine de mecburuz. Çünkü irademizi yani seçimlerimizi Alah yaratır
Özgur irade var mı yok mu
yok ancak irademiz var. Bunu eşarilerin kesb teorisi çözdü
var mı yok mu; ikisi birden nasıl oluyor
işte oluyor. Bunu Gazali de söyledi
mısal ver
hükümdar diyor ki: şunu öldürün ve cellat öldürüyor. Bu örnek de, bu adamı hükümdar öldürdü
denebilir mi?
hımm
denebilir mi
denebilir
ok, cellat öldürdü denebilir mi
evet
ok, ikisi de doğru değil mi
evet
neden
hükümdar öldür dedi
emir verme yönüyle öldürdü denebilir değil mi
evet
cellat da hakiki anlamda öldürdü değil mi
evet, biri etkileyici biri uygulayıcı
insanların hareketlerini Allah'ın yaratması yönüyle yapılan eylemi Allah yaptı denebilir mi
denebilir
ve bir insan da, namaz kılma hareketini Allah yarattığın da o insan için namaz kıldı denir değil mi
evet
gördüğün gibi fiili hem Allah hem kul bu yönüyle yapar. Bu kadar basit. Bu Eşarilerin kesb görüşüdür.
Örnek de "kul namaz kıldı" diyoruz. Ama Allah'ın yarattığı hareketi yaptığı için zorlama altında değil mi?
evet, anladım
ok
hem irade var hem de Allah'ın zorlaması
evet
mesela biri içki içmek istedi, bu irade değil mi?
irade, insanın kendi istemesi
aynı zaman da düşünce değil mi?
düşünce derken..
düşünce, istek, içki içmeyi istemek aynı zaman da düşünce değil mi?
evet
şimdi şu soruyu soracaksın; Bu onların zayıf noktasıdır, diyeceksin ki:
İçki içme düşüncesini Allah yarattığı için mi kul böyle düşündü? Bu kalıbı ezberle,
o "evet" diyemeyecek, neden? Söyle bakalım, neden "evet" diyemeyecek?
özgür irade nerede kalacak
özgür irade olmaz değil mi? Çünkü Allah'ın yarattığı düşünceyi kul engelleyemez değil mi?
mecbur düşünmüş olur değil mi? Anladın mı?
anladım
ok, o bakımdan Allah onu yarattığı için düşündüm diyemeyecek. Bunu diyemeyince de ne diyecek
bilirmusun? Şunu diyecek: Sen istersin Allah yaratır.
evet
sen diyeceksin ki: Ben o istemeyi soruyorum zaten; onu Allah mı yarattı? O hala anlamamış
görünmekde ısrar edecek. Diyecek ki: İşte sen o düşünceyi istersin, Allah da onu yaratır. Bunu belki beş
sefer diyecek. Neden biliyor musun? Yani neden anlamamış görünecek? Çünkü ona bu soru karşısında
ne yapacağı söylenmemişti. Afallıyor bu soru karşısında. Ancak bu işleri daha çok bilenler çıkıyor;
özellikle nurculardan. Onlar birşey buldu diyecek. Onlara da cevabımız hazır. Söyleyim mi ne diyeceklerini
söyle
Cüzi iradeyi Allah yaratmaz demek onlara zor geliyor. Özellikle nurcular, buna şöyle bir formül
buldular. Cüzi iradeye "var" demekten kaçındılar. Çünkü "var" derlerse, "onu kim yarattı?" diye soracağız ya..
hımm
bu soruyla karşılaşmamak için emri itibari (varsayılan) derler. SAid nursi bunu da kullanır.
Mesela kul zina yapmak ister, Allah da kulun isteğine göre kulun hareketini yaratır derler, bu temel sözleri ya
evet
biz de kulun isteğini kim yaratıyo deyince, çoğu afallar zaten. Ama nurcular der ki: "Kulun bu isteği
hem var hem yok hükmündedir" derler. "Dolayısıyla yaratılmaya ihtiyacı yok" derler ve kendilerince çözüm bulmuş
olurlar. Yani "emri itibari (varsayılan) dedikleri bu istekleri, Allah da yaratmaz, kul da yaratmaz" derler.
Böylece kul yaratıcı olmadan, hür iradeyi savunabilmiş oluyor onlara göre; buraya dek anladın mı?
evet
ok, şimdi emri itibari olayını nasıl açıkladıklarını görelim. Çünkü mantıken bir şey ya vardır ya yoktur
değil mi?
evet, ama mantıken öyledir
Onlar bu isteklere "hem var, hem yok, varsayılan" diyorlar. "Allah yaratmaz" demek için bunu yaparlar
anladın değil mi? anladın mı?
ikincisini anlamadım, açık yaz
Şimdi "isteklerimiz var" derse, O isteği Allah mı yarattı? diyeceğiz ya, bu soruyla karşılaşmamak için
hem var, hem yok, varrsayılan diyorlar.
anladım, sende ya vardır yada yoktur diyorsun
onu diyorum da, bir de bu "varsayılan" olayını şöyle anlatıyolar: Ekvator çizgisi var ya
evet
Diyolar ki: Ekvator çizgisi gerçekte var mı?
ne diyeceğiz?
yok
Diyor ki: Bak, biz ekvator çizgisi diyoruz. Aslında öyle birşey yok. Varsayılan birşey o, bunun
yaratılması gerekiyor mu?
hayır yaratılmış değil diyoruz. Diyor ki: Cüzi irade de böyle, varsayılan bir şeydir.
ne dersin bu izaha
ben bir şey diyemem
kafa karıştırıcı değil mi?
evet
işte bunlar böyle profesyonel. Çok hazırlıklılar. Diyeceğiz ki: Ekvator çizgisi hakiki anlamda yok
ama senin düşüncen olması yönüyle yok mu? Ne diyecek?
var
işte sıkıştı, orada kandırma yapıyordu işte. Aslında şöyle de denir; bunlar cüzi iradeye varsayılan diyor ya
evet
varsayılan mantıken yok demek değil mi? Çünkü varolsa ona var denir değil mi?
evet
varsayılan madem mantıken yok demek, öyleyse bunlar varsayılan demekle yok demiş oluyorlar.
çünkü onlara göre de hareketlerimizi Allah yaratır.
Yani cüzi irade yok demiş oluyorlar ki, direkt özgür irade yok demeye gelir değil mi?
sana döndü iş
ok
seninkini savunmuş oldular
işte özgür iradecilerin en bilgileri bunu der. Çoğu Allah bildiği için yazdı der. Bir tane
daha var. Bunu da en bilgilileri söyler. Anlatayım mı?
buyur
bunu da kaparsan önün açık. Şimdi bunlar ehli sünnet ya, maturidi ya
evet
Allah'ın iradesi ezeli derler ve kulların yaptıkları Alah'ın ezeli iradesiyle olur derler
evet
bu onların temel inançlarıdır. Hatta İmam Maturidi "bunu kabul etmeyenin sözü dinlenmez"
der kitabında. Drum böyle olunca, diyecensin ki: Zina yapanın bu yaptığını Alah mı irade etti?
Önce cevap vermek istemez bu soruya. "Allah irade, akıl verdi" diye konuşmaya başlar. Uzunca konuşur,
neden? Çünkü soru onu sıkıştırıcı niteliktedir. Soruyu unutturmaya çalışır. Sen ısrar edeceksin. Ben
bunu sordum, sen ne anlatıyorsun diyeceksin. Bu sefer eğer şunu derse: "Sen istersin, sonra Allah
irade eder" ya da "aynı anda Allah da diler." Bunu diyen bilgisiz olanıdır. Ona şunu dersin: Allah'ın
iradesi ezeli değil miydi? Buna göre ezelde irade etmiş olmalı. Afallar bu. En bilgilileri kulların
yaptığını Allah'ın irade ettiğini kabul eder. Onu da iyice sıkıştırırsan, yani soruyu (zina yapanın
bu yaptığını Allah irade etmiş miydi?) ısrarla sorarsan; baktı ki daha fazla soruyu savuşturamayacak
en son şunu der: Allah kulun özgür iradesiyle ne yapacağını ezelden bildiği için irade eder. Anladın mı?
evet
hani bildiği için yazdı vardı ya, bu da benzeri. Başka hiçbir diyeceği yok. Şimdi cevabı
söylüyorum. Onlar Allah'ın hem ilmine, hem iradesine ezeli diyor ya
evet
"Allah kulunun özgür iradesiyle ne yapacağını bildiği için irade etti" sözü, şu anlama gelmiyor mu
önce bildi, sonra irade etti.
evet
buna göre irade ezeli olmuyor değil mi? Çünkü bir şeyden zaman olarak sonra olan, ezeli olmaz değil mi?
öyle
halbuki onlar Allah'ın iradesine ezeli demişti. Çeşlişkiye düştüler.

*** Zaman ezeli mi? Evet dersen, soru şu: Şu ana dek zaman geçti mi? Evet dersen sonlu mu
yoksa sonsuz zaman mı geçti? Sonlu zaman geçti dersen, zamana ezeli dememiş olursun
ve zamanın sonradan olduğunu ispat etmek sana düşer. Eğer sonsuz zaman geçti dersen,
dehşet soru şu: Sonsuz zaman geçebilir mi? Sonsuzluk bitirilebilir mi? Mantıken bu soruya
geçemez denir. İşte bu noktada madem bu an'a gelindi, demek ki sonlu zaman geçti; sonsuz
değil denir.
Öyleyse bu görüşe göre zamana, şu andan itibaren sonlu süre önce başladı demek gerekiyor.
Halbuki zaman sonradan başladı sözü de çelişki içerir. Zira zaman sonradan başladı ya da
Allah zamanı sonradan yarattı sözündeki hata şudur: Sonralık varsa öncelik de olmalıdır ve
öncelik zaman kavramıdır. Öyleyse zaman sonradan başladı sözü, zaman, zaman içinde sonradan
başladı demek olur ya da Allah zamanı sonradan yarattı sözü de, Allah zamanı, zaman da
yarattı manasına gelir ki bu da saçma olur. Ben zaman ezeli diyorum. Çünkü zaman ezeli değil
demek Allah sonradan varoldu demek olur.

*** Alem demek Allah'tan başka herşey demektir.
Allah zamanı zamansal bir sonralıkda mı yarattı?
Zaman zamanda mı başladı?
Zaman kendinden önce zaman olan bir sonralıkda mı hadis (sonradan olan) oldu?
şu konuda yardımlarınızı bekliyorum:

Allah'ın ezeli varlığıyla, başlangıçlı olduğunu söylediğiniz alemin arasında zaman geçti mi?
"hayır" dersen, Allah'a ezeli dediğin gibi aleme de ezeli demiş olursun. "Evet" dersen, bu süre
sonlu mu yoksa sonsuz muydu? "Sonsuz" dersen, sonsuzluğun sonuna varılamayacağından dolayı alemin meydana
gelememesi icab eder (diyenler var). "Sonlu" dersen "alemin varlığının başlangıcından bugüne, sonlu süre
geçti" demiş olmakla ve Allah ile alemin varlığa gelmesi arasında da sonlu süre geçti dersen; sonlu süre
artı sonlu süre eşittir sonlu süre olmakla Allah, şu andan itibaren geriye doğru gidildiğinde, "sonlu süre
önce varlıktaydı ancak daha önce varlıkta değildi" sonucu çıkar ki, bu da Allah'ın varlığının başlangıçlı
olduğunu savunmak demektir. (Ama ben aleme de, Allah'a da ezeli diyorum) Zamana ve Allah'a ezeli demekten
vazgeçemediğim için aleme de ezeli demek zorunda kaldım. Sonsuz geçmişten bugüne, sonsuz sayıda olay nasıl
aşılarak geldi ve sonsuz geçmişten bu an'a, zaman nasıl geldi? İşte bunun yanıtını veremiyorum. Sonsuzluk
aşılıp bugüne nasıl gelindi? İşte insanı felç eden soru! Bu sorunun çözümünde bana yardımcı olun.

Zamanın ezeli olduğuna dair ibn Sina'nın delili:"Eğer zaman içerisinde bir başlangıcı olsaydı zamanın
kendinden önceki bir zamandan sonra hadis olması (sonradan olması) lazım gelirdi ki bu imkansızdır. O halde
zamana başlangıç yoktur."
Burada ibn Sina demek istiyor ki: Eğer zaman ezeli (başlangıçsız) değil de sonradan varlıkta olsaydı,
sonradan var olduğu kabul edilen zamanın, öncesinde başka bir zaman daha olurdu. Çünkü sonralık da zaman
kavramından ayrı değildir.

*** Dikkat ediniz iddiam şudur: Allah kuran ile kullarını saptırıyor. şaşırdınız mı? Kuran da dua etmek emredilmektedir. Kuran okuyan ne diyor: Bu bize emredilmiş, o halde dua etmeliyim; halbuki Allah Kuran ile kullarını saptırıyor ( hem de saptırmak istemediği halde: Zira iradesi yoktur. Bir örnek: Mesela ben şu an bu yazıyı yazıyorum, bunu yazacağımı ben yazmadan önce de değişmez ilmiyle biliyordu. Peki isteseydi benim bu yazıyı yazma eylemi mi varetmeyebilir miydi? Bazı safdiller "tabi ki isteseydi bu fiili, eylemi varetmeyebilirdi" diye atılacaklardır. Onlara sorum şu: Bu takdirde sizin de değişmez dediğiniz Onun ilminde değişiklik olmuş olmuyor mu ve O cahil olmuş olmuyor mu? Çünkü O değişmez ilminde bu yazıyı yazacağımı biliyordu, eğer bu yazıyı ben yazmayacak olursam Allah yanlış bilmiş olur ki, buna cahillik denir.) işte delil: Dua etmek ne demek? Örnek vereyim; mesela biri istanbul'a gidecek, otobüse biniyor ve dua ediyor diyelim. Diyor ki: Allah'ım sağ salim istanbul'a gitmemi nasip eyle, tamam mı ? Şimdi size sorsam, bu işte bir sakınca var mı? bana diyeceksiniz ki: "Yoo hiçbir sakınca yok." Bu dua etmek Allah'a irade kabul etmek demektir; çünkü O'ndan isteniyor. Şunu ver, bunu verme diye. Dersiniz ki:"ne var bunda, zaten Allah'ın iradesi var ne saçmalıyorsun." Ama bu laf da, Allah'a değişen, sonradan olma bir irade kabul etme var. Dikkat edin, bu duayı edenler çoğunlukla, Allah'ın ezeli, öncesiz iradesi olduğunu kabul ediyor. Hem de dua ediyor. Yahu, size göre zaten ezeli olarak, öncesiz olarak nelerin meydana geleceği zaten Allah tarafından irade edilmiştir. Daha neden tekrar "Allah'ım bunu bana nasip et" diyorsunuz? Yani bu şu demek: "Allah'ım eğer dilemediysen önceden, şimdi dile yarabbi, benim sağ sağlim oraya varma." Bu da Allah'ın iradesin de değişme kabul etmek olur. Dua eden, sonradan da Allah irade edebilir demek istiyor, haberi yok.

bu kadar değil, bakın daha neler var: Dua edenler çoğunlukla Allah'ın ezeli, öncesiz ilmini de kabul ederler. Zaten olaylar O'nun değişmez ilmine göre olacaktır. Daha dua etmek ne oluyor? Dua etmekle Allah'ı etkilediklerini düşünüyorlar. Yani "ben dua ettim de öyle oldu bu iş" demiş oluyor. Sanki Allah onların yaptıklarından etkileniyormuş gibi. Durun daha bitmedi; dua etmek şu problemi de beraberinde taşıyor: Allah'ın ilminin değişebileceği savunulmuş oluyor. Çünkü çoğu dua eden şöyle düşünür: "Ben dua ettim de, olaylar öyle oldu, eğer dua etmeseydim böyle olmazdı." Yani çoğunluk böyle düşünür. Halbuki bu, şu demektir: "Ben dua etmeseydim, olaylar başka türlü gelişirdi; dua ettiğim için böyle oldu." Bu ise Allah'ın ilminin değişebileceğini savunmak demektir ve Allah'ın ilminin değişebileceğini savunmak kafirliktir. Zira başka şeyin Allah'ı etkilediği manasını taşır. Yani Allah bu ayette dua etmeyi emretmekle kullarını saptırmış oluyor.


*** İşte size Gazali'nin özgür iradeyi inkar ettiği yazısı. Alıntı yaptığım kitap: Kelam Felsefeleri, Yazar: H. Austryn Wolfson, sayfa: 538 burada Gazali'nin ihya ulum al din adlı kitabından alıntı var. Arapça baskı kitabut-tevbe bölümü. türkçe baskılarda bu bölüme bakın

"Eğer dersen ki: insanın fiilde ve fiilden kaçınmada ihtiyarı yok mudur? Vardır derim, fakat bu bizim herşeyin Allah'ın yaratmasıyla olduğu iddiamızla çelişmez. Çünkü ihtiyarın kendisi de Allah'ın yaratmasıyladır ve insan yaptığı seçime mecburdur."

Yorumum şu: Gazali, itikadda Eşari mezhebindendir. Eşarilik de ise insan iradesi kabul edilir, ama kulun bu iradesi ( düşünce, seçim ) Allah tarafından yaratıldığı için hür iradeden yoksundur.


***
kürşat:
sen nedensizlik olayına ne diyorsun, mantıklı mı
juba..:
mantıklı da şimdi net birşey diyemem, okumadım fazla, okuyup düşünmedim fazla tecrübem yok
kürşat:
madem olaylar Allah'ın ilmine göre oluyor; Allah'ın ilmi ezeli yani öncesiz, öncesiz olanın öncesi olur mu? Mantıken olmaz değil mi?
juba..:
evet olmaz
kürşat:
birşeyin sebebi sonucundan zaman olarak önce midir
juba..:
değildir, bana göre aynı andadır
kürşat:
neyse, bu tartışılıyor zaten. Şunu söyle Allah'ın ilmi nedenli midir yoksa nedensiz midir?
juba..:
nedeni kendindendir dersem, anlamlı olmayacak
kürşat:
diyemezsin
juba..:
nedeni kendidir dersem, neden Allah'ın kendidir dersem
kürşat:
öyleyse ilmini sonradan mı elde etti
juba..:
ilmi kendinden, kendiyle ilmi ayrı değil bana göre
kürşat:
öyleyse kendi nedensiz olduğu gibi, ilmide nedensiz değil mi?
juba..:
doğmamış doğurulmamıştır dıyor değil mi Kuran da; doğarsa, doğması içiın bir neden gerekli değil mi?
kürşat:
doğurmamıştır der
juba..:
doğurmamıştır dedin ama, yoksa doğurulmamış mıdır?
kürşat:
doğmamış ile doğurulmamış ifadesi aynı değil mi?
juba..:
tam değil. Allah doğmadığına göre nedeni yok
kürşat:
ilmininde nedeni yok değil mi
juba..:
bilmem
kürşat:
ilminin nedeni yok derim, olaylar Allah'ın ilmine göre olmayacak mı?
juba..:
evet olacak
kürşat:
ilmi dışında olay olabilir mi?
juba..:
yok
kürşat:
o zaman ilmi de nedensiz olduğuna göre, buna bağlı olarak, olayların öyle değil ama böyle olması da nedensiz demek olmuyor mu?
juba..:
olmuyor, nedeni Allah'ın kendisi olamaz mı? Nedensiz varolan, yarattığının nedeni niye olmasın?
kürşat:
öyle zaten, yarattığının nedeni Allah'tır deriz. Allah nedensiz değil mi?
juba..:
buna cevap veremiyorum, nedeni kendindendir diyebilirim en fazla. Nedenlidir, nedeni kendindendir. Aksi taktirde yaratıcı olamaz.
kürşat:
"öyleyse neden Alem'in nedeni Alem'dir demiyorsun, o da kendinin nedenidir" derse biri sana
juba..:
böyle derse, Alem Allah'tır derim.
kürşat:
Allah'ın iradesi var mdır?
juba..:
iradesi kendinden, ekstradan iradeye bizim anladığımız manada yer vermiyor
kürşat:
yani ilmi mi izin vermiyor
juba..:
ilmi ve iradesi ayrı mı?
kürşat:
evet tabi, irade istemek seçmek demektir
juba..:
ilmi farklı mı, istemesi, seçmesiyle ilmi farklı mı?
kürşat:
tabi. Allah'ın ilmi ve iradesi aynı mı olmalı
juba..:
niye farklı olmalı ki
kürşat:
öyleyse iradeye ilim denmesi veya ilme irade denmesi gerekmez miydi?
juba..:
evet, ama farklı iki terım kullanılması çok mu yanlış
kürşat:
öyle olur
kürşat:
şimdi bana şunu söyle: Allah seni yaratırken bunu kız mı erkek mi yaratayım diye tereddüt eder mi?
juba..:
etmez, tereddüt ederse yaratan olmaz
kürşat:
seçmek ise tereddüt etmek değil midir
juba..:
yok değildir
kürşat:
önce en az iki şık lazım; sonra düşünmek lazım hangisini seçeyim diye
juba..:
öyle görünüyor ama değil, Allah için şık falan yok
kürşat:
öleyse seçmesi de yok değil mi?

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

Kitap: Hadisçilerle Kelamcılar arasındaki münakaşalar Yazar: Pr. Dr. Talat Koçyiğit
Sayfa 155: Hadisler tetkik edilecek olursa herşeyden önce şu husus insanın dikkatini çeker: Peygamber kati ve açık ifadelerle kaderi isbat etmiş ve müslümanlarında ona inanmaları gerektiğini ortaya koymuştur. Üzerinde durulması gereken diğer mühim bir nokta da hadislerin yalnız kaderi isbat eden konularda gelmesi; fakat insanın fiil ve hareketlerinde hür kendi fiillerinin halikı olduğu görüşüne hemen hemen hiç temas etmemesidir.
Sayfa 160: Burada şu husus bir daha karşımıza çıkmış bulunmaktadır: Kelamcılar kaderi nefyederken görüşlerine aykırı düşen Kuran ayetlerini ancak tevil etmek suretiyle delil olarak kılabilmişler; bu mevzuda yalnız kaderi isbat için gelen hadislere ise hiç iltifat göstermemişler; onların uydurulmuş olduğunu ileri sürerek ravilerini yalancılıkla itham etmişlerdir.
Kitap: Yeni İlmi Kelam Yazar: izmirli ismail Hakkı
Sayfa 330: irade-i ilahiyye, irade-i cüz'iyye-i beşeriyye'ye tabidir. Ta'bir-i ahar ile irade-i abd, irade-i Hakk'a vesile ve sebepdir.
Yorum: Bu şahıs eskiden yaşamış çok namlı biridir ve açıkça Allah'ın iradesi kulun iradesine tabidir diyor. Yani ona bağlıdır demeye getiriyor. Neden böyle diyor? Çünkü özgür iradeyi savunmak aslında bunu da savunmayı gerektirir. Ancak son dönemdeki özgür iradeyi savunucu yazılar da bu ifadeyi pek göremezsiniz. Onlar takvim örneği gibi bazı söylemleri söylerler ama bu ifadeyi söylemezler; zaten takvim örneğiyle milletin kafasını karıştırırlar, bunu söylemeye gerek duymazlar. Kolay kolay da bunu söylemezler. Demek ki bu yazarın zamanında takvim örneği gibi şeyler ortaya çıkmamıştı. O da bunu, yani Allah'ın iradesinin, kulun iradesine tabi olduğunu söylemek durumunda kaldı.
Allah için zaman geçmez derler genelde. Onlar şu ayetlere baksın: Hacc 47, Mearic 4
Kitap: Kaza ve Kader Yazar: Dr. M. Kenan Çığman
Sayfa 53: Durumun açıklığa kavuşturulmuş olmasına rağmen yine de anlamayanlar: "Kul ister, Allah yaratır" şekinde bir yanlış görüşe kaymışlardır. Şu halde meseleyi tam anlamı ile ortaya koyup açıklığa kavuşturmak vacip olmuştur. İşlerinden sorumlu olmayan ve istediğini yapan "la yüs'el amma yef'al" olan Cenab-ı Hakk'ın kimsenin isteğine tabi olmayacağı; Buruç 16: "Fa'al-ün lima yürid" (istediğini hemen yapan) olan Allah'ın icraatında hiçbir kayda tabi olmadığı, hiçbir müessir kabul edilemeyeceği düşünülememiştir.
Yorum: Burada yazar özgür iradecilerin çok söylediği: "Sen istersin, Allah yaratır" söylemine katılmadığını bildiriyor. Aslında yazar da özgür iradeyi savunuyor.
Sayfa 54: Ulemayı Hanefiyye'nin bize intikal eden beyanına göre bizdeki irade ve güç mahlukdur. Onu serbestçe kullanma yetkisi bize verilmiştir. Cenab-ı Hakk'ın bizde yarattığı bu gücü hürriyet içinde kulanırız. Yani Cenab-ı Hak, biz de vurma gücünü yaratmış, fakat vurmayı yaratmamıştır. Vurmak bizim fiilimizdir. Emir ve nehiyler, mükafat ve mücazat da bu sebepledir. İradeyi cüziye de mahluktur denilince bu cebriyyecilik olur; o zaman mükafat ve mücazat söz konusu olamayacağı gibi vaad ve vaid, cennet cehennem, şeriat hükümleri manasız olurdu denilmekdedir.
Yorum: Burada Maturidi görüşü anlatılıyor. "Cüzi iradeyi Allah yaratmaz" görüşü söyleniyor.

Dua mı Allah'ın takdirine tabidir yoksa takdir mi duaya tabidir. "Dua takdire tabidir" dersen, duanın ne anlamı kaldı?

Allah irade ettiğinden yasaklayıp, irade etmediğini de emretmiş midir? Örneğin zinayı irade edip yasaklaması ve birinin namaz kılmasını irade etmeyip, ona bunu emretmesi.

Soru: Sonsuz zamandan, sonlu zaman çıkarılırsa geride sonlu mu yoksa sonsuz zaman mı kalır?

Ben dua etmenin hatalı olduğunu anlatmıştım. Meleklerin Kuran da dua ettiği anlatılır. "... Rablerini överek tesbih ederler. O'na inanırlar ve müminler için mağfiret dilerler: "Rabbimiz rahmet ve bilgi bakımından herşeyi kapladın. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla; onları cehennem azabından koru!" (Mümin 7)

Kitap: El futuhat el-Mekkiyye (Bir kısmı inceleniyor yazar tarafından) Yazar: Prof. Dr. Nihat Keklik
Sayfa 101: Teferruatı Kuran da değil, fakat sadece hadislerde görülen bu mirac hadisesinin cismani mi yoksa ruhani mi olduğunda ihtilaf vardır. Kelamcılar ve hadis şarihleri bu meseleyi açıklamak üzere yığın yığın kitaplar yazmışlardır. Cismani olduğunu iddia edenlerin (ki ibn'ül-arabi bu zümreye dahildir) dayandığı deliller ulema indinde pek makbul sayılmıyor. Ruhani miracı benimseyenler ise bu konudaki delileri önce Kuran'dan çıkarıyordu. Nitekim onlar, "... Kulunu Mescidi Haram'dan, Mescid'i Aksa'ya geceleyin yürüten..." (İSra 1) ayeti ile yine Kuran'daki "... Sana gösterdiğimiz rüyayı insanlar için deneme ve imtihan eyledik..." (İsra 60) ayetine dayanmaktaydı. Diğer taraftan Müslim, Buhari, İbn Hanbel vs gibi muteber hadis kitaplarına baktığımız zaman, bu olay vuku bulduğunda Hz. Peygamber'in uykuda olup olmadığına dair açık bir şey söylemediklerini görüyoruz. Mesela Buhari'nin (Kitab'ut-Tevhid ve Sıfat'un-Nebi'de) nakl ettiği rivayete göre "...o sırada Hz. Peygamber'in gözleri uyuyor fakat kalbi
uyumuyordu..." denilmektedir. Yine Buhari (K. el-Tevhid) miraç olayını anlattıktan sonra, Resulü Ekrem'in Mescidi Haram da uyandığını beyan etmektedir. Müslim dahi bu rivayeti kısaca nakledip: "...Resulü Ekrem harem-i şerifde (Kabe de) yatıyordu..." demektedir. Keza Buhari ile Müslim Hz. Peygamberin "...Kabe'nin yanında uyku ile uyanıklık arasında iken..." miraca nail olduğunu rivayet etmektedir. Üstelik bazı hadislerde Hz. Peygamber'in uyanmasından bahs ettikleri göze çarpmaktadır. Hulasa yukarda söylediğimiz gibi sahih (doğru) rivayetlerde uykudan veya uyanıklıkdan yahut uyku ile uyanıklık arasındaki bir halden açıkça bahs edilmiyordu. Bazı kaynaklarda (mesela İbn-i Hişam'ın Siyer'inde) Hz. Aişe ile Muaviye'nin miracın ruhani ve sadık rüya olduğunu söyledikleri nakl edilmektedir. Fakat bu rivayetler tenkide tahammül edemeyen bazı noksanlıklar ihtiva etmektedir. İbn-i İshak'ın beyanına göre de Hasan-ı Basri'nin karşısında miracın bir rüya olduğu söylenince kendisi buna itiraz etmemişti.
Sayfa 236: Cüneyd dedi ki: Zındık olduğuna bin tane sıddık (tam iman sahibi kimse) şehadet etmedikçe, hiç kimse hakikat derecelerine ulaşamaz.

***Allah insanın ne dua edeceğini de ezeli olarak mı irade etmişti?
Olaylar Allah'ın ilmin de önceden belli olduğuna göre, neden dua edilsin ki?
Yalanı yaratan Allah mıdır?
Allah müminleri hidayete, kafirleri dalalete sevketmiş miydi?
Allah günahları irade ettiği halde yasaklamış mıydı?
Her ferdin geleceği, ezelde kurtuluş ve azap olarak takdir edilmiş miydi?
Allah razı olmadığı fiilleri irade eder mi?
Şer kimdendir? Kuldan mı, Allahtan mı?
Allah irade etmeseydi, kul zina yapabilir miydi?
Allah zamanı, zamansal bir sonralıkda mı yarattı?
Zaman, zamanda mı başladı?
Zaman, kendinden önce zaman olan bir sonralıkda mı, hadis oldu?
"Allah zamanı yarattı" diyenlere soru: Zaman cisim midir ve onun atomları var mıdır?
Eğer zamanın başlangıcı ve sonu yoksa, yani zaman ezeliyse, Allah için de zaman geçer demek gerekir; ben zamana ezeli dedim.
Allah için zaman geçer mi?
Allah yaşar mı? "Yaşar" derler. Derim ki: Zamansız bir yaşam olur mu?
Allah insanlara yardım eder mi? "Evet" denirse, yardım bekleyen çok kişi var; onlara yardım etmedi mi? Etmediyse bu ayrımcılık değil mi?
"Eğer Tanrı yoksa, herşey caizdir" (Dostoyevski)
İnsan yaptığıdır.
Özgür iradeciler, "Allah kullarının yapacağını bildiği için yazdı; o yazı bizi zorlamaz" diyorlardı ve bir izah yapıyorlardı.
Onlara tafsilatlı izahı yaparak cevap verdim. Şimdi kısa cevap vereceğim: O yazdıkları, iradesiyle olacaklar mıydı yoksa iradesi dışında olacaklar mıydı?
"İradesiyle olacaklardı" derlerse, derim ki: Allah'ın irade ettiği olaylara mı etkisi yok? Dolayısıyla bu yazılanlar bizi zorlamış olmuyor mu?

*** Alem'e hadis diyenler şunu derler: Eğer varlığa gelişi sonsuz sayıda şeyler (olay, madde) tarafından öncelenmiş olmayı
gerektiriyorsa, hiçbir şey (olay, madde) varlığa gelemez.

*** Allah insanları doğru yola davet edip, sonra da çoğunu saptıran mıdır?

*** İman etmeyeceği Allah tarafından önceden bilinen bir insanın mümin olma kudreti var mıdır?

*** Zaman'a ezeli demiyorsanız, ne diye Alah'a ezeli dediniz? Çünkü zaman olmadan ezelilik olmaz.

*** Ezelden bugüne sonsuz zaman nasıl aşılıp bugüne gelindi?

*** Kitap: İslam Düşüncesi Tarihi Yazar: M. M. Şerif

sayfa 238: İlahi hüküm değiştirilemeyeceğine göre, duanın hiçbir anlamı yoktur. Dua ile kimse birşey kazanamaz;
zira dua edenin istediği ya kadere uygundur, o zaman zaten meydan gelecektir; ya da uygun değildir, o zaman da zaten vuku bulmayacaktır.

*** Allah kendini görür mü? Cevap: Evet

Allah'ın rengi ve ağırlığı var mı? Cevap: Rengi ve ağırlığı var; renksiz olan nasıl görülsün? Peygamber görülecek dedi.

*** "Önlenmesi imkansız olan şeyden korkmak, akılsızların işidir." (Kindi)

*** Teselsül (sebepler zincirinin sonsuza dek sürüp gitmesi) kabul edilmezse, zamana ezeli denmemiş olur.
Zamana ezeli denmezse, Allah'a da ezeli denemez; çünkü ezelilik de zaman kavramıdır.

*** Allah için zaman yok denirse, soruyorum: Allah'a ezeli diyorsun, ezelilik ise zaman kavramıdır.

*** Allah zulmetmeye ve yalana kadir midir? (bilinen bir sorudur)

*** Kullar ahirette de cebr altındadır. Allah'ın zorlaması altındadır; hür iradeleri yoktur.

*** Kitap: Kelam ve Felsefe de insan fiilleri Yazar: Dr. Kasım Turhan
Sayfa 73: "Biz inanıyoruz ki Allah herşeyi sadece "ol" emriyle yaratmıştır. Nitekim Kuran da (16/40) "Doğrusu biz, bir şey dilediğimizde ona ancak emrimiz "ol"dur ve o olur" buyrulmuştur. Yeryüzünde Allah'ın dilemesinden başka iyilik ve kötülük yoktur. Herşey Allah'ın dilemesiyledir ve hiçbir kimse O, onu bilfiil yapmadan bir şey yapamaz. O'ndan müstağni kalamaz ve Allah'ın bilgisinden dışarı çıkamaz. Allah'tan başka yaratıcı yoktur ve insanların fiilleri de O'nun tarafından yaratılır ve takdir edilir. Nitekim Kuran da (37/96) "Sizi ve yaptıklarınızı O yaratmıştır" buyrulmuştur. Allah müminlere kendisine itaat etmeleri için yardım eder (tevfik), onlara lütufla muamele eder. Onları gözetir, ıslah eder ve onlara hidayet eder. Buna karşılık sapıkların, iddia ettikleri gibi; O, kafirlere imanla hidayet etmemiş ve onlara iman lütfetmemiştir. Eğer O, onlara lütfetse ve onları ıslah etseydi, onlar salih olurlardı ve eğer onlara hidayet etseydi, doğru yolu bulurlardı. Fakat O, önceden bildiği üzere onların kafir
olmalarını irade etti ve onları bıraktı (hızlan) ve kalplerini mühürlerdi. Hayır ve şer Allah'ın kaza ve kaderiyledir. İyi olsun kötü olsun, tatlı olsun acı olsun, Allah'ın kaza ve kaderine inanırız ve biliriz ki, bizim yaptığımız hata bizden değildir ve bize isabet eden de, bizim hatamızdan dolayı değildir. İnsanlar kendilerine fayda ve zarar veremezler.
(İbane 23,24,25)
yazar, imam eşarinin "ibane" adlı kitabından alıntı yapıyor.

***

Kenan:
ee sonuç ne sen onu söyle, herşeyi Allah yaptırıyor anladık
kürşat:
sonuç açık; kadere inanmak aslında özgür iradeyi savunarak olmaz
Kenan:
günahlarıda Allah işlettiriyor bize onu anladık, ee o zaman neden bu dünya var
kürşat:
nedensizlik prensibi
Kenan:
ona inanmıyorum, herşeyin bir nedeni vardır
kürşat:
ispatlayaacağım ama
Kenan:
eğer mantıklı bir açıklaman varsa açıkla
kürşat:
olaylar arasında sebep sonuç ilişkisi var mı
Kenan:
var
kürşat:
kazak giydim, ısındım; örneğini düşün
Kenan:
evet
kürşat:
sebep kazak giymek, sonuç ısınmak değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
demek ki sebep sonuçtan zaman olarak önce geliyor değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
demek ki buna göre bir şeyin sebebinin olabilmesi için
zaman olarak önceliğinin olması lazım değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
ne anladın
Kenan:
anladım burayı, sebep için zaman lazım
kürşat:
bir şeyin sebebi kendisi olamıyor, illa ki başka birşey olacak ve zaman olarak önce olacak değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
şimdi Allah'ın ilmi ezeli yani öncesiz, öncesi yok hep vardı değil mi
Kenan:
nasıl öncesi yok yani
Kenan:
evet ezeli
kürşat:
şimdi dikkat: Öncesiz olanın öncesi olur mu
Kenan:
olmaz
kürşat:
doğru, neden peki
neden
Kenan:
adı üstünde öncesiz
kürşat:
biz en başta ne dedik; sebep olması için zaman olarak öncesi olması lazım demedik mi
Kenan:
evet
kürşat:
şimdi sen ne dedin; öncesizin öncesi olmaz dedin değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
o zaman mantık olarak öncesizin sebebi olmaz değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
emin misin
Kenan:
hayır
kürşat:
sebebinin olması için zaman olarak önce olması lazım dedik ya başta.
Kenan:
mantığa göre öyle öncesizin sebebi olmaz
kürşat:
şimdi Allah'ın ilmi öncesiz değil mi
Kenan:
evet öncesiz
kürşat:
öyleyse öncesizin sebebi yok dediğine göre, Allah'ın ilminin de sebebi yok değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
peki dünyadaki olaylar Allah'ın öncesiz ilmine uygun olarak olmuyor mu
Kenan:
anlamadım örnekle açıklarsan
kürşat:
burada yazıyoruz ya, yazmadan önce yazacamızı Allah bilmiyor muydu
Kenan:
biliyordu
kürşat:
demek ki Allah'ın ilmine göre eylem yapıyoruz, ilminde ne yapacağımız önceden belli değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
öyleyse bizim böyle davranmamızın ve dünyadaki olayların nedeni Allah'ın ilmi değil mi
Kenan:
evet
kürşat:
Allah'ın ilmi nedensiz dedin ya
Kenan:
evet
kürşat:
dolaylı olarak da, olayların böyle cerayan etmesinin nedeni yok, çünkü Allah'ın ilminin böyle olması nedensiz
anladın mı? öyleyse senin Amerika da değil de Türkiye de doğman da bu yönüyle nedensiz
Kenan:
öyle şey mi olur? O dediğin başka şey, arasında bir bağlantı yok. Öyle şey olamaz
kürşat:
bal gibi olur, kaderin sırrı bu
Kenan:
bir şey diyeyim sana kapatmadan önce
kürşat:
ne
Kenan:
islamiyetin kitabı buysa, o din hak din değildir. Allah nasıl olur da kendisi şeytanı azdırır. Böyle bir ilah olmaz
kürşat:
ne diyon sen, anlattık suç mu işledik
Kenan:
nasıl olur da Allah kullarını yakmak ister, onları yakmak için ortam hazırlar

*** Zaman problemini galiba çözdüm. 2009 ağustos


kısaca açıklıyım fikrinizi aliyim sora vidyoda annatmayı düşünüyom.
yıllardır sorduğum bi soru vardı: sonsuz geçmişten bugüne nasıl gelindi. halbuki sonsuzluk aşılamaz. diyodum. ben zamana ezeli dediğim halde sonsuz geçmişten bugüne nasıl gelindiği konusunu açıklayamıyor ve zorlanıyordum.

A ebed ....................................... ezel


B şu an...............................ezel

bu iki durumda zaman ölçüsü aynı mı farklı mı diye yakın zaman da soru sormuştum.

ben diyorum ki A ve B ikisi de sonsuz zamandır. eşittir yani ölçü olarak.

sonsuzluk aşılamaz prensibi var. ancak bu söz ilk etapta şunu akla getiriyor. bir başlangıç noktasından itibaren sonsuz zaman yani


ebed ....................................
zaman başlangıç


bu geleceğe doğru sonsuz zaman kavramı ilk akla gelen durum. oysa geçmişle alakalı durum bundan farklı şöyle ki:


ebed .......................şu an .......................ezel

şu an'a madem gelindi; ya sonsuz zaman aşıldı, ya sonlu zaman aşıldı.
sonlu denemez, zira bu denirse, zamanın ezeliliği inkar edilmiş olur. çünkü zamanın başlangıcını savunmak ancak zaman da olabilir. dolayısıyla "zaman, zamanda başladı" demiş oluruz ki çelişkidir. öyleyse burada şöyle bir incelik var:

"geçmişte zamansal başlangıç olmadığından, sonsuz zaman aşılabiliyor"

önermesi önemli. yukarıda verdiğim örnek gereği (sonsuzluk aşılamaz) prensibin de, önce bir başlangıç düşünüp, ondan sonra sonsuz zaman eklendiğini düşünüp; sonra da bu sonsuzluk aşılamaz diyoruz. ancak realiteye baktığımız da geçmişten şu an'a gelindiğine göre, ve de zaman ezeli olduğuna göre "sonsuz zaman geçebiliyor" sonucu çıkmaktadır.

şu an için konuşursak. sonsuz geçmişten bugüne gelindi. demek ki "sonsuz zaman geçildi"
mesela 1000 yıl sonra da aynı böyle "sonsuz zaman geçildi" dersek,

soru: " öncesin de, sonsuz zamanın geçmediği bir zaman (an) oldu mu?"

oldu denirse derim ki: bu cevap çelişkilidir; çünkü zaman olma bakımından bir zamanın diğerinden farkı yoktur. şu an ve 1000 yıl sonrası için "sonsuz zaman geçildi" deniyorsa, her an için bu denmelidir.

"öncesin de, sonsuz zamanın geçmediği bir an olmadı" denirse, şu sonuç çıkar: "hiçbir an yoktur ki, öncesin de sonsuz zaman geçmiş olmasın."

bana sorulsa ki: şu an olaylar zincirini durdurduğumuzu farzet, bir dakika sonrasın da olaylar arttı mı? arttı dendiğinde, diyorlar ki: artan ancak sonlu sayıda olaydır. zira sonsuz sayı da artış olmaz. ve sonlu sayıda olay, ancak sonlu süre de olabilir. bu mantıktan hareketle şu an'dan itibaren, sonlu süre geri gittiğimiz de, olayların başına ulaşmamız gerekir. dolayısıyla alem ve zaman ezeli olamaz diyorlardı ya.. (meşhur soru)

cevap: diyorlar ya, şu an olaylar zincirini durdurduğunu farzet, bir dakika sonra olaylar zinciri artıyor mu? diye sordukları zaman, şunu diyeceğim: olaylar (sayı olarak) artmıyor.
veya deseler ki zaman artmıyor mu? cevap: artmıyor.

çünkü zaman geçiyor ama artmıyor. olaylar oluyor yenileniyor ama sayı olarak artmıyor. zira sonsuz sayısı artmaz.


A ...............................................................ezeli
şu an


B ...............................................................................ezeli

1 saat sonra


görünüşte 1 saat fazla gibi değil mi?
aslında fazla değil. biz neden B yi 1 saat fazla düşündük. çünkü ikisini de ezeli varsaydığımız halde. farkında olmayarak, ikisini de zamansal başlangıçlı olarak düşünüyorduk.

dolayısıyla


C ebedi...............................................................ezeli


A=B=C dir.


--- şimdi başka bi forumda eski yazılarıma bakıyorken bişe gördüm. ben eskiden alahın varlığının başlangıcını savunuyorken, gözden kaçırdığım bi incelik varmış, şahsın biri beni bu konuda uyarmış ama ben onun dediğini anlamamışım şimdi o yazıyı göstereyim;

11. ayda 2005 yılında şahsın bana yazdığı yazı:

Sevgili Kürşat ben bir müslüman olarak cevap vereyim.

Eğer evren sonsuzdan beri yani ezelden beri var olsaydı , bugüne kadar hiçbir maddenin gelememesi gerekirdi diyorsun.Çünkü sonsuz zaman evvelinden beri varlarsa bu sonsuz zamanı asla aşamayacaklar ve günümüze ulaşamayacaklar diyorsun.Yok eğer ulaşmışlarsa başlangıçları sonsuz-ezeli değil ki bugüne gelebilmişler diyorsun.A ve B zaman aralığı sonlu olmalı ki a noktasındaki bir varlık b noktasına ulaşabilmeli diyorsun.....B noktası günümüzü temsil ediyor tabii ki......

Ama senin burada tam açıklamadığın yanlışa sapmalarını ben burada okuyuculara hatırlatayım.Sen bu mantığını yüce Allah için de kullanıyorsun ve O'nun da ezeli olmadığını ve bir başlangıcının olduğunu iddia ediyorsun.Çünkü diyorsun eğer Allah ezeli olsaydı günümüze asla ulaşamazdı diyorsun ve bir çuval inciri berbat edip herşeyi mahvediveriyorsun.

Birincisi senin bu yanlış mantığını şöyle kolayca çürütmüştüm.Sen yokluğun ezeli olduğunu kabul ediyorsun farkında olmasan da...Örneğin yokluk yoktur diyorsun veya yokluk yaratılamaz diyorsun.Her iki şıkta da yokluğun sonsuzdan yani ezelden beri var olduğunu kabul ediyorsun ama farkında değilsin.Ben de sana dedim ki madem yokluk ezeli,o zaman o ezeli olan yokluk günümüze nasıl geldi?Sense bu soruma cevap veremedin.

Sonra da ben sana dedim ki nasıl ki yokluğun ezeli olduğunu kabul ediyorsun ama aynı zamanda günümüze gelebildiğini biliyorsun,aynı şekilde yüce Allah'ın da ezeli olduğu halde günümüze ulaşabilmesini kabul etmelisin.Yokluk bile bunu başarabildiğine göre(senin mantığına göre),yüce Allah için bu çok kolaydır.

Zaten bir şeyin sonsuz olabilmesi,hem ezeli hem de ebedi olabilmesi için hem sonsuz geçmişe,hem sonsuz geleceğe hem de bugüne ulaşalabilmesi gerekir.Yani yüce Allah için hepsi çok kolaydır.


peşine adama demişim ki:

allahın başlangıcını kabul etmeden yapılan alemin varlığına ilişkin izahların hepsi de aslında allahın varlığının başlangıcını kabul etmeye varıyor. bunu anlatacam aslında sende allahın başlangıncını savunuyon ama farkında değilsin bunu sana gösterecem. isteyenle görüşürüm. ben zaten yokluk yok demiştim. nerden çıkarıyon benim yokluğa ezeli dediğimi

adambana demiş ki:
sevgili Kürşat söyledim ya,yokluk yok deyince aslında onun var olduğunu söylemiş oluyorsun ama farkında değilsin


izah: ben anlattığım nedenlere binaen allahın varlığının başlangıcını savunmuştum. sonra alahın varlının başlangıçlı olmaması lazım deyip, ezeli alem görüşünü temellendirme yoluna gitmiştim. ancak yukarda şahsın söyledikleri çok önemli bir tespitti. ve aklen allahında ezeli olması gerektiğinin net bi izahıydı. adam diyo ki: eğer allahın varlının başlangıcı olursa şu olur: mantıken başlangıçtan bahsedebilmek için, bu başlangıçtan önce zamanı ( o yokluk demiş) kabul etmek gerekir. başlangıç ancak zamanda olabilir. dolayısıyla sen: "allahın varlının başlangıcını savunsan bile, farkında olmadan zamana ezeli demiş oluyosun. sonuç olarak "olaylar geçmişten bugüne madem geldi, öyleyse gelebildine göre bi başlangıçtan gelmeli, ( sonsuz geçmişten bugüne gelinemez ve sonsuzluk tüketilemez prensibine göre) o halde allahın da varlığının başlangıcı olmalıdır" diyosun ama unuttuğun şu: peki o halde zaman ezelden bugüne nasıl geldi? yani bu sorudan kaçamazsın. allahın varlığının başlangıcını, sırf bu sorudan kaçmak için savunmuştun. ama gördüğün gibi bunu savunmakla da, bu sorudan kaçamadın. öyleyse alahın varlığının başlangıcını savunmanın bi anlamı kalmadı. zaten bunu savunamayacağını da sana kanıtlamış oldum diyor.

bu şahsa bu tespitinden dolayı teşekkür ediyorum

şu an tarih 2009 haziran. ben alemin ezeli ve alahında ezeli olduğunu 2006 ilk aylarda savunmaya başlamıştım


---bunuda yeni buldum: allah alemi sonradan yarattı diyolar ya. allah zaten ezeli dolayısıyla şu mana çıkıyo: "ezelden sonra yarattı alemi". burda ise şu problem var: ezelden sonra ne demektir. ezelilik, baş değildir ve "ezelilikten sonra" dendiğinde bu süre ölçülemez. şöyle söylim: "allah, alemi kendi zatından sonra yaratttı" dediklerinde biz sorduk bu süre sonlu mu sonsuz mu. onlar sonlu demek durumunda kalır. ama sonlu sürenin bir başı birde sonu olmalıdır. buna göre ( ezel ....... alem ) aradaki süre sonlu kabul edildi ama ezel bir baş olmayıp. başlangıçsızlıktır. hal böyle iken. bu süre sonlu süre olarak değerlendirilemez.

dolayısıyla ezelden sonra ifadesi çelişkili ve hatalı olur.
tekrar diyorum: ezelden sonra deniyo. bir şeyden sonra dendiğinde, şu anlaşılır. bi baş olmalı ki o baştan itibaren belli süre geçtikten sonra bir nokta daha belirlersin; olur sana sonlu süre. yani bekleme süresi. ancak ezeliyet zaten baş olmayıp başlangıçsızlık olduğundan, bu aradaki sonlu varsayılan süre başlayamaz. dolayısıylada allah alemi sonradan yarattı denemez.

( dediğimi anlayan var mı acaba anlayan varsa bir de o ifade etsin lütfen)

--- teselsülün inkar edilerek olayların başlama noktasını kabul ederek. yani olaylar neden eser şeklinde sonsuza dek gidemez, bir noktada, yani nedensiz neden olan alahda durmalıdır diyenler, kendilerince alemin ezeli olmadığını ve allahın alemi yoktan yarattını söylediler. fakat burada göremedikleri incelik şudur: olaylar zincirini geçmişte bir noktada kesip, allaha dayandırıyorlar bunu, ancak allah ezelidir, eğer allaha dayanıyorsa bu olaylar zinciri, o halde bu zincirin başlangıçsız olması gerekir. hem allaha dayandırıp, hem allaha ezeli deyip, hem de bu zincirin başlangıcı var diyemezsiniz

tam anlatamamış olabilirim. bu kitaplarda olmayan bir izahtır, dediğimi anlayanlar aleme ezeli demek zorunda kalacaklardır. allaha inanıp, alaha ezeli demek için de, sudur anlayışı kabul edilmelidir. ancak ibn sina farabi modeli bir akıl teorisini kabul etmiyorum, keyfiyetini, nasıllığını açıklayamadığım bir şekilde, alem allahın bilgisine göre ezeli olarak sudur etmiştir diyorum, buradaki sudur çıkma, taşma manasına gelen ifade mecazidir.


dün de bişe buldum: onlar bize diyo ya "sonsuz geçmişten bugüne gelinemez demek ki sonlu geçmişten bugüne gelindi. demek ki sonlu zaman geri gidilirse bir başa varılır demek ki alem yoktan varlığa geldi diyolar" ya..bak şimdi....
alem bunlara göre yoktan varlığa, zamanda gelmedi mi? yani aslında bunlara göre de zaman ezeli oluyo. öleyse onların bize sorduğunu aynen biz de onlara soruyoz diyoz ki: "madem sonsuzluk aşılamaz, sonsuz geçmişten bu güne gelinemez diyonuz bizde size diyoz ki: size göre alem varolmadan önceki sonsuz geçmişten, alemin varolduğu an' a nası gelinebildi? yani bize karşı ileri sürdükleri soru onlara da sorulabiliyo..
şimdi bana dersen ki "onlar öle demiyo ki allah alemle beraber zamanı da yarattıı yani alemden önce zaman kavramından söz edilemez" dersen. bende sana derim ki: bir başlangıçtan söz etmek için zamansal öncelik kabul edilmek zorunluluktur. öncelik ise zamandan başka bişe değildir.

---









kürşat:
istedin şey kaderin de varsa zaten olacak, kaderin de yoksa zaten olmayacak, öyleyse neden dua ediyorsun?
Hakan:
belki kaderim şöyledir. dua etmek vardır, ondan sonra verilmesi. belki de dua etmemem ve yine verilmesi.
herşey kaderdir
kürşat:
duanın kadere tesiri yok diyorsun yani öyle mi?
Hakan:
kader değişmez, dua edip alırsan da kardedir, dua edip almazsan da kaderdir
heşrye kader işte
kürşat:
anladım. peki sence Allah yaptığından başkasını istese yapabilir miydi
Hakan:
yapardı
kürşat:
o zaman ezeli ilminin dışında iş yapmış olmaz mıydı
Hakan:
yaptığımdan başkasını isteseydi, o zaman onu istemiş olurdu, bunları konuşuyor bile olmazdık
ve ezeli ilmiinin dışında bir şey yapmış olmazdı
kürşat:
yani ilmi değişirdi demiş oluyosun öyle mi
Hakan:
hayır öyle bir şey demedim
kürşat:
o mana çıkıyor
Hakan:
hayır sen o manayı çıkarttın. başkasına göstersem o manayı çıkartmaz
kürşat:
şöyle sorayım: ezeli ilmin de olaylar belli diyorsun ya
Hakan:
evet
kürşat:
ezeli iradesinde de olaylar belli diyorsun değil mi
Hakan:
evet
kürşat:
öyleyse ilim ile iradenin ne farkı kaldı
Hakan:
ilim bilmesi, sen ilmiyle zorlar diyosun. benim sana bu soruyu sormam lazım, sen bana soruyorsun
kürşat:
sen yukarı da dedin ki Allah'ın olacağını bildiği bir olayın meydana gelmesi zorunlu
Hakan:
evet dedim
kürşat:
öyleyse zaten bilmesiyle olaylar zorunlu olarak meydana gelecek. Artık bir de onu tekrar irade etmenin manası nedir
Hakan:
ne farkeder ki, bana ne faydası var, ben ona inanıyorum sonra da dalgama bakarım
kürşat:
bi soru daha: Ezeli ilminde belli olan bu olayları Allah istese değiştirebilir mi
Hakan:
soru saçma
kürşat:
iyi düşün, Allah sence istedini yapan değil mi
Hakan:
istediğini yapan, evet
kürşat:
ilminde belli olan olayları yapmak zorunda mı yoksa yapmayıp başka türlü yapabilir mi
Hakan:
bilemem ki
kürşat:
düşün işte
Hakan:
istediğin kadar düşün bulamazsın.

************************************************************************************************************************************************************************************************************************


FİRAVUNUN MÜSLÜMANLIĞI

Bu mevzuyla ilgilenmem şöyle cerayan etti: Yıllar yılı sağda solda, kitaplarda firavunu kötü olarak anılmış duyuyor, okuyordum. Hatta bu iş öyle bir dereceye gelmişti ki, firavun müslüman mı? gibi bir soru dahi aklıma gelmiyordu. İnsanların tamamına yakını da bu düşüncededirler. Elime önce Katip Çelebi’nin “Mizanü’l Hakk fi ihtiyari’l ahakk” kitabı geçmişti. İlk defa orada firavunun imanı meselesini gördüm. Lakin o zamanlar bu konuyu araştırma düşüncem olmadı. Belki altı ay kadar sonra Heytemi’nin “Büyük Günahlar” isimli kitabını okurken dikkatimi çeken bir şey oldu: Firavunun imanının kabul edilmediğini söylüyordu; hem de bayağı bir uzunca olarak. Deliller de ortaya koyuyordu. Ancak beni çok şaşırtan şeyler vardı: Şöyle ki, ortaya koyduğu deliller çok zorlamalıydı, bir kısmı saçmaydı. Bu hal beni kuşkulandırdı, karar verdim bu konuyu incelemeye. Özellikle İbn Arabi’nin, firavunun iman etmesinin kabul olduğu şeklinde bir düşüncesi olduğunu öğrendim. Hem İbn Arabi’nin görüşlerini öğrenmek, hem de Mümin 85. ayetin izahını öğrenmek istiyordum. Ve İbn Arabi’nin yazdığı Fusus-i Hikem’i (Hikmetlerin özü) okudum. Orada hem bu ayetin izahı, hem de değişik hususlar gördüm. Lakin fazla izah yoktu. Bu konuyla ilgili olarak tefsirlere baktım. Ve firavunun imanının kabul edilmediğini söylüyorlardı. Baktığım tefsirlerde de çok zayıflıklar gördüm. Birisi de Razi’nin tefsiriydi. Zira o, kader hususundaki tartışmalarda ve çoğu meselede çok güçlü bir tartışmacıydı. Ancak bu hususta aciz durumlara düşüyordu. Sonra Kur’an’daki firavunla ilgili ayetleri inceledim. Ve karar verdim ki: Firavun müslümandır ve cennete girecektir. Bu hususta delillerimi ortaya koyacağım.
*** Kitap: Mizanü’l Hakk fi ihtiyari’l ahakk (En doğruyu seçmek için Hak terazisi)
Yazar: Katip Çelebi
--- Sayfa 53: (Firavunun İmanı Üzerinedir)
Firavun sözü Mısır memleketi hükümdarlarına verilen lakaptır. Eskiden her Mısır padişahına Firavun derlerdi. Hz. Musa zamanında olan ve İslam tarihçilerinin Velid dedikleri zalime “Musa’nın Firavunu“ adı verilmekle ötekilerden ayrılır. Firavunlardan üçü, bir söylentiye göre yedisi, zalim ve cebbar olup bunların büyüğü ve sonuncusu Musa’nın Firavunu idi. Hikayesi siyer kitaplarında ve tarihte yazılı olup, herkesçe bilinmektedir. İsrailoğullarına zulüm ve işkence üzere olduğundan Yahudiler arasında da kötülükle ün salmıştı. İslam Milletlerinde de yine Tanrı’lık davası ve ceberut ile meşhur olan bir kimseyi Allah’a isyan, büyüklenme ve fesadı yüzünden kötülemek gerektiğinde “Firavun gibidir” demek darb-ı mesel olmuştur. Firavun bütün tefsirlerde ve tarihlerde kafir ve yoldan azmış olarak yazılmış olup, halkta onu böyle tanımıştı. İbn Arabi kendi keşfi ve vicdanı üzere “Fusus” adlı kitabında Fass-ı Musa’da, Firavunun imanını ve kurtuluşunu yazıp iddiasına Kur’an-ı Kerim’den “İsrailoğullarına askerleriyle birlikte zulüm ederek ve saldırarak arkalarına düştü. Nihayet su onu boğmaya başlayınca şöyle dedi: “İnandım, hakikat İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım” (Yunus 90) ayeti Firavunun imanına açık ve kesin bir delildir. Ve boğulma hali, can çekişme hali gibi değildir ki ye’s imanı ola. (Ye’s imanı: Hayattan umudunu kesen kimselerin Allah’a getirdikleri iman, gönül rızasıyla değil, fakat ölümle dirim arasında kalan kimselerin canlarını kurtarmak için kabul ettikleri iman) Sonra “Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki sen bundan önce ömrün boyunca isyan etmiş, daima fesatçılardan olmuştun” (Yunus 91) ayeti imanı o zamana değin geciktirdiğine bir nevi azardır, kabul etmediğine delalet etmez. “O kıyamet günü kavminin önüne düşücektir. Artık o bunları - suya götürür gibi - ateşe götürmüştür. Vardıkları o yer ne kötü bir yerdir.” (Hud 98) ayeti imansızlığını gerektirmez. “Biz bugün seni - cansız bir gövde olarak - karada yüksek bir yere atıp bırakacağız ki geleceklere bir ibret olasın. Bununla beraber insanlardan birçoğu bizim ayetlerimizden cidden gafildir“ (Yunus 92) ayeti onun kurtulduğunu bidiren ayettir. “Bugün bununla biz seni kurtarıyoruz sahile çıkarmakla, ruhunu da ahirette kurtarırız. Ta ki senden sonra gelecek kavme, sen benim kudretime büyük bir tanık olasın ve hiç kimse rahmetimden ümidini kesmesin“ diye sözü buraya getirdikten sonra “Halkın kendilerinde yerleşmiş olan isyanlarından dolayı bu iş Allah’a kaldı, bunda dayanacak bir kesin hüküm, bir nass yoktur” demiştir. Fusus şarihi der ki: Şeyh, Muhammed’in kamil ve mükemmil varisidir. Kamil olan varisler ayetleri işin gerçeğine vardıktan sonra delil olarak kullanırlar. Nazar ve istidlal erbabı ise nasslar ve delillerle bilgi elde ederler. Ve iddialarına göre nasslar getiriler. İşte ayetleri öne sürmek ve istidlal tek şey olmadığından kamil varisi mücahid ve istidlalci zannederler. Bundan dolayı şarihlerin Şeyh memur ve mazurdur diye açıklayıp, kimi bilginler de burası bir gizli oyundur ve bunu buraya bir Yahudi sokmuştur diye iftira ettiler. Kısası halk bu konuda Şeyh’i kınamak ve ona sataşmak yoluna düşüp karınca ve arı gibi başına üşüştüler. Lakin Şeyh’in dediği gibi kesip atacak ve bir şüphe bırakmayacak bir dayanak bulamadılar. Ancak milletlerin arasında Firavunun meşhur olan kötülüğüne ve Allah’a isyanına dayanarak yazıp çizdiler. Şeyh Fusus’ta kendi keşfinin gerektirdiğini yazdı. Nazar ve istidlal yolunun hakikat arayıcılarından Celalüddin Devvani bu konuda başlı başına bir risale yazıp usul kaidelerine göre nasslardan istidlal ile Şeyh’in iddiasını ispat eyledi. Kimi red, kimi kabul edip bu zamana değin sürünüp geldi. Bu tartışmanın sonucu budur ki: Bunun gibi davalarda nazar yolu ile, Tasfiye yolu arası önce ayırd edilmek gerektir. Nazar yolu akıl ve nakil delilleriyle istidlale dayanır. Tasfiye yolu riyazat ve süluk ile keşf ve şuhuda dayanır. İkisinin de başka ıstılahları vardır. Tartışmanın aslı bu yollardan birinin kaidesi ve ıstılahı üzerine kurulup, sual ve cevapta, öteki yolun kaidesi ve ıstılahı tarafına bakmamak ve iltifat olunmamak gerek. Ta ki, meseleleri birbirine karıştırmak ve delilleri karmakarışık etmek lazım gelmesin. Bütün bunun benzerleri tartışmalarda kavganın ve çekişmenin başlangıcı ve dedikodunun kaynağı bu maddedir. Nazar ve istidlal sahipleri, kendi kanunları üzere Tasfiye yolunu tutanlara karışıp, sataşırlar. Onların yolu ise nazar ve istidlal yolu değildir. Keşf ve vicdana dayanır. Ve ıstılahları İşrak felsefesinden alınma başka bir ıstılahtır. Keşf ve vicdan şeriatça delil olup nazar ve istidlal yolunda bir dava ispat eylemezse de kendilerine hüccet olur. Ermişlerin keşf ve ilhamının kendilerine hüccet olması nazar yolunda bile kabul ve teslim edilmiştir, onun gereği ile amel ederler. İmdi, tasfiye yolunun kaidelerine göre ileri sürülen delil ve davaya nazar yolunun kaidesiyle karşı çıkılmaz. Çıkılırsa yine o yolun kaide ve ıstılahlarıyla çıkılmak gerektir. Bu konuda karşı çıkanlar, hep nazar ve istidlal yoluyla itiraz ederler. Onun için yeri yoktur ve kulak asılmaz. Bununla birlikte bu maddede nasslar Şeyh’in davasını ispat eder. Nitekim Molla Celal Devvani nazar yoluna göre istidlal eylemiştir. Bu basamaklar bilindikten sonra, bir kimse bu konuda kavga ederse ahmak değil midir? Güya ki, Hak Teala Hazretlerinin rahmetini onun kullarından esirger ve onu önler. Firavunun imanından ona ne zarar ve küfründen ne yarar gelir? Hele Yahudiler bu davayı etseler, öç almak için bir sebebi vardır. Çünkü onların babaları ve ataları Firavundan çok çekmişlerdir. Ama başka milletlerin onlara uymasının sebebi nedir? İmdi ilim elde etmek isteyen öğrencilerin kabiliyetli olanlarına yeğreği budur ki, bu konuda Firavuna mümin demezlerse de diyenlere, hele Hz. Şeyhe sataşmasınlar, ve orta yoldan çıkmasınlar.

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Kitap: İslamda Helaller ve Haramlar: Büyük Günahlar
Yazar: İbn Hacer el - Heytemi
Bu tenbihlerden birisi de son nefeste iman meselesidir. Sonuna kadar küfür halinde yaşadıktan sonra, can boğaza gelip gargaraya başladığı, hayattan tamamiyle ümidini kesip ahiret alametleri kendisine açılmaya başladığı vakit, artık iman etmesi kendisine bir fayda sağlamaz. Nitekim Allah “Ama bizim baskınımızı görüpte öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu Allah’ın kulları hakkında öteden beri yürürlükte olan yasasıdır. İşte inkarcılar o zaman hüsranda kaldılar” (Mümin 85) buyurulmuş ve bundan yalnız Yunus kavmi istisna edilmiştir. Nitekim Allah “İşte Yunus’un milleti, inandığı zaman dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik” (Yunus 98) buyurmuştur. Buradaki istisna muttasıldır. Onlar peşin ve dünya azabını gördükten sonra iman etmiş ve imanları makbul olmuştur. (Makbul: Kabul edilmiş, alınmış, beğenilen, hoş karşılanan, geçer) Müfessirlerden bazılarının görüşü böyledir. Bu da özel olarak peygamberlerinin hürmetine onlara yapılmış istisnai bir muameledir. Nitekim Kurtubi’nin sahihtir diye rivayet ettiği bir hadiste anlattığı gibi, Resul-i Ekrem efendimize hürmeten Allah onun anne ve babasını dirilterek peygamberimiz onlara imanı telkin etmiş sonra da ölmüşlerdir. Bunu Şam hafızı İbn Nasırüddin ve başkaları da rivayet etmişlerdir. Bunlar, özel ve istisnai işlemlerdir. Bunlar üzerine kıyas yapılamaz. Gerçi Resulullah’ın anne ve babası hakkındaki bu rivayete itirazlar yapılmış fetvalarla reddedilmiştir. Fakat Kurtubi ve İbn Dıhye bu görüşü savunmuş ve Resulullah’ın üstün fazileti karşısında Allah’ın kendisine bu ikramda bulunduğunu söylemişlerdir. Aslında onların diriltilmesi ne aklen ve ne de naklen mümteni değildir. Nitekim İsrailoğullarında öldürülen bir adamı Allah diriltti ve kendisini öldüreni haber verdi. Ayrıca İsa da, Allah’ın izniyle ölüleri diriltmiştir. Resulullah’da da bu hallerin görüldüğü rivayet edildiğine göre buna bir mani yoktur. Ali’nin namaz kılması için güneş battıktan sonra geri döndüğü sahih olarak rivayet edilmektedir. Güneş battığı halde geri dönmüş ve Hz. Ali de ikindi namazını kılmıştır. Battıktan sonra güneşi geri çeviren Allah, Resulullah’ın da anne ve babasını diriltmeye kadirdir. Bazı müfessirlerin “Sen cehennemliklerden sorumlu tutulmayacaksın” (Bakara 119) ayetinin Resulullah’ın anne ve babası hakkında nazil olduğunu söylemeleri de önemli değildir. Çünkü bu ayetin nüzul sebebine dair kesin bir rivayet yoktur. Bu ayetin Resulullah’ın anne ve babası hakkında nazil olduğunu bir an kabul etsek bile, maksat “Senin yardımın ve kerametin olmasa cehennemliklerden olurlardı” demek olur. Müslim’in, Enes’den rivayetinde; Resulullah’ın, babasının nerede olduğunu soran bir adama “Cehennemdedir”, dedikten sonra dönüp giden adamı çağırtarak “Benim babamda, senin babanda cehennemdedir” (Müslim) rivayetine gelince bu, ya bu durum meydana gelmeden önce vuku bulmuş veya soruyu soran bedevi için böyle konuşmuştur. Çünkü bedeviye “Baban cehennemdedir” dediği vakit, bedevi üzülerek dönüp gitmiştir. Onu tatmin ve irşad için böyle buyurmuş olması muhtemeldir. Kendilerine güvenilen alim ve müçtehidler “Ama bizim baskınımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi” (Mümin 85) ayetine dayanarak Firavunun küfründe ittifak etmişlerdir. Tirmizi de, Yunus suresi tefsirinde bu hadisi iki yoldan rivayet ettikten sonra yollardan birisi için “hasen”, diğeri için “hasen, sahih ve gariptir” demiştir. İbn Adiy ve Taberani’nin rivayetlerinde Resulullah “Allahu Teala Zekeriyya aleyhisselam’ın oğlu Yahya aleyhisselam’ı, annesinin rahminde mümin, Firavunu da annesinin karnında kafir olarak yaratmıştır” buyurmuştur. Allah’ın Yunus suresinde Firavundan hikaye yoluyla “Firavun boğulacağı anda, “İsrailoğullarının inandığından başka Tanrı olmadığına inandım, artık ben O’na teslim olanlardanım dedi.” (Yunus 90) Buyruğuna gelince, bu imanın Firavuna fayda vermediği, bu ayetten sonra gelen “Ona, şimdi mi inandın? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin dendi” ayetiyle açıklanmıştır. Ayetteki (Burada ayetin Arapça okunuşundan bir örnek veriliyor) üstün okursak iki, esre okursak üç defa imanı tekrarlamış olduğu halde, bu iman kendisine fayda vermemiştir. Çünkü onun imanı kendisine ve kavmine peşin azabın geldiği ve artık suda boğulmaktan kurtuluş çaresi kalmadığını anladığı anda olmuştur. İşte bu gibi anlarda yapılan imanın faydası olmaz. Aynı zamanda Firavunun bu imanı taklitten başka bir şey değildir. Çünkü o İsrailoğullarını taklit ederek “Onların iman ettiğine ben de iman ettim” demiştir. Firavun bu ilahın varlığını İsrailoğullarından duymuş ve onlara uyarak “inandım” demiş oluyor. Bu ise sırf taklittir. Halbuki kendisi alemin yaratıcısını münkir bir dehri idi. Böyle pis bir dehrilik küfrü, bir taklit ile zail olmaz. Kesin delile sahip olmaya muhtaçtır. Böyle bir taklidin yeterliliğini kabul etsek bile onun inandığı dayanakları inkar edip atması şarttır. Firavun daha önceki inançlarının batıl olduğunu, hatta kendi uluhiyet iddiasının sahteliğini ortaya koymamıştır. ”İsrailoğullarının iman ettiğine iman ettim” demekle kesin olarak nereye inandığını ifade etmemiştir. Bunun için “Kendisinden başka ilah olmayana iman etim” demenin yeterli olmadığında ulema ittifak halindedir. Çünkü, belki o kendini ve taptığı ilahı kasdetmiştir. Bütün bunlara rağmen bu imanın sahih olduğunu kabul etsek bile, mümin olmak için yalnız Allah’a imanın yeterli olmayıp O’nun gönderdiği peygamberini de tasdik etmenin gerekli olduğu meydandadır. Firavunun pürüzsüz olarak Allah’a inandığını kabul etsek bile, Musa’ya iman etmediği için, mümin olamayacağı açıktır. Bir kafir bin kere “Eşhedü enla ilahe illallah” dese “Eşhedü enne Muhammedürresulullah” demedikten sonra iman etmiş olmaz. Şayet Firavunun sahirleri de Musa’ya inandıklarından hiç bahsetmeyerek yalnız “Allah’a inandık” demekle mümin sayıldılar, bu nasıl oldu? dersen; Deriz ki, bu iddia yanlıştır. Çünkü onlar “Alemlerin Rabbi ve Musa ve Harun’un Rabbine inandık” (Araf 121) dediler. Firavun böyle değil; ne açıktan, ne de işaret yoluyla Musa’ya inandığına dair bir emare mevcut değildir. Halbuki sihirbazlar ”Musa ve Harun’un Rabbine” demekle onları tanımış oldular. Firavun ise yalnız “İsrailoğullarının inandığına inandım” dedi ve Musa’yı anmadı. Şayet Hanefi imamlarından Kaadı Abdussamed tefsirinde “Sofiye’ye göre ahiret alametleri açılıp, azap görüldüğü anda bile kafirin tövbesi makbuldür” demiştir. Bu zat hicri 5’inci asırda (Hicri 430) yaşadığına göre bu görüşün çok eski olduğu anlaşılmaktadır. Zehebi, “Mutekaddimin ile mutaahhirini ayıran hudud hicri üçyüz tarihidir” demiştir. Sofilerin görüşü bu olunca Firavunun küfründe ittifak olduğu nasıl söylenebilir? Denirse; deriz ki: Böyle güvenilir içtihad erbabı sofiyenin muhalefetiyle icma’ın mun’akid olamayacağını kabul etsek bile bu iddia bizim aleyhimizde delil olmaz ve “firavunun küfründe ittifak vardır” sözümüzü bozamaz. Çünkü biz firavunun küfrüne hükmederken yalnız yeis halinde iman etmiştir, bu iman makbul değildir ve bunun için kafirdir, demedik. Onun küfrünü gerektiren daha başka sebepler vardır. Çünkü o doğrudan “Allah’a inandım“ demedi. “İsrailoğullarının inandıklarına inandım” dedi. Allah’a inandığını kabul etsek bile, Musa’ya inanmamıştı. Musa’ya inandığına dair en küçük bir emare mevcut değildir. Sofilerden gelen bu rivayet doğru olsa bile, bizim iddiamızı bozacak mahiyette değildir. Şayet büyük imam Muhyiddin-i Arabi “Futuhat-ı Mekkiye’sinde ”zaruret halinde iman sahihtir ve firavunda mümindir” demiştir, buna ne dersin?
Önce Muhyiddin-i Arabi’nin sözünü olduğu gibi ele alalım. Koca imam diyor ki: “Firavun ile ümitleri arasına dalgalar girip, boğulacağını anlayınca, zillet ve ihtiyaç karşısında iç duygusu ile Allah’a sığındı ve sahirlerin şüphe ve kuşkuyu kaldırmak için “Alemlerin Rabbine ve Musa ile Harun’un Rabbine iman ettik” dedikleri gibi işgali kaldırmak için de firavun: “İsrailoğullarının inandığından başka Tanrı olmadığına inandım ve ben müslümanlardanım” Allah Teala itab ve kınama yoluyla “Daha önce bildiğini şimdi mi açıkladın? Halbuki daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin” buyurması da ona bir itabdır. Daha sonra Allah firavuna “Bugün sadece senin cesedini koruyacağız” buyurmakla ölümünden önce kendisini kurtaracağını ona müjdelemiş ve hikmetini de “Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için“ ayetiyle açıklamıştır. Yani bu, kurtuluş alameti olsun için. Zira azap, zahir cesedine taalluk eden garktır. Bedenini çıkarmakla seni azaptan kurtardığımı onlara göstermiş olurum. Ve böylece ilk olarak suya garkolmak bir azap ise de orada boğulup ölmek bir şehadettir. Bütün bunları bildirmesi, ilahi rahmetten kimsenin ümit kesmemesi içindir. “Doğrusu kafirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez” (Yusuf 87) itibar sonucadır. Fakat Allah’ın “Ama bizim baskımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi” ayeti, fayda sağlayanın bizzat Allah olduğunda açık ve kesin bir delildir. Allah’tan başka hiçbir şey fayda vermez. ”Allah’ın gelip geçmişlere uyguladığı kanunu budur” (Mümin 85) Yani yeis halinde imanlarıdır. Firavunun o anda öldürülmesi de, bir daha küfür haline dönmemesi içindir. Allah’ın “(Firavun) onları (milletini) cehenneme götürür” (Hud 98) buyurduğuna gelince, burada firavunun kavmiyle beraber cehenneme gireceğine dair bir sarahat yoktur. Belki firavunun adamları hakkında “Firavunun adamlarını azabın en ağırına sokun” (Mümin 46) buyurulmuş ve ”Firavunu cehenneme atın“ denmemiştir. Öyle zor halde iman edenin imanını kabul etmemekten Allah daha merhametlidir. Allah darda kalıp kapısını çalanı geri çevirmez. Firavunun o andaki durumundan daha sıkıntılı anı olamaz. Nitekim Allah “Yoksa darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren mi? Allah’ın yanında bir Tanrı mı?“ (Neml 62) buyurmuş, darda olanın çağrısına hemen karşılık vereceğini ve onu içine düştüğü sıkıntıdan kurtaracağını bildirmiştir. Firavuna yapacağı en büyük azap, onu suda boğmaktı, onu da yaptı.”
İşte Muhyiddin-i Arabi’nin sözünün özü budur. Şayet Muhyiddin-i Arabi’nin bu sözü makbul müdür, değil midir? Değilse delil nedir? Diye soracak olursan; cevabında deriz ki: Bu sözü söyleyenin büyüklüğünü kabul etmekle beraber, görüşünü kabul etmemiz mümkün değildir. Nihayet o da hata yapabilen bir insandır. Günahlardan korunma ancak peygamberlere mahsustur. Nitekim İmamı Malik, Resulullah’ın mezarını göstererek “Bu mezarda yatandan başka herkes hata edebilir; sözlerinde makbul olanı olduğu gibi, makbul olmayanı da olabilir” demiştir. Bu görüşte koca imamın bir hatası olabilir. Bununla beraber yine onun başka eserlerinde Firavun, Haman ve Karun’un cehennemde olduklarına dair açıklamaları vardır. Bu koca imamın eserlerinde birbirine uymayan görüşleriyle karşılaştığımız vakit zahiri delile uyanı alır, uymayanı atarız. Halbuki “Ama bizim baskımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi” ayetiyle, Tirmizi’nin sahih olarak rivayet ettiği, yukarda geçen hadisi şerif; yeis halindeki imanın makbul olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadır. Artık ayete te’vil yolunu tutup “Onlara imanları fayda vermedi, fayda veren Allah’tır“ demeye bir sebep yoktur. Bu açık nasslar karşısında böyle te’vile iltifat edilmez. Aynı zamanda bu te’vili iptal eden delillerden birisi de Kur’an ve sünnet ıstılahlarında eşyanın sebeplerine muzaf (katılmış, bağlı) kılınmasıdır. Artık “İmanları onlara fayda vermez” dendiği vakit, “İman fayda vermez de, Allah fayda verir” diye bir mana anlaşılmaz. Bunun şer’i manası, onların imanları makbul değildir, demektir. Eğer Allah o anda onlara fayda verecek olsaydı, hemen suda boğulma azabından onları kurtarırdı, halbuki kurtarmamıştır. Allah’ın “İnkarcılar o zaman hüsranda kaldılar” (Mümin 85) ayeti “Ama bizim baskımızı görüp de inanmaları kendilerine fayda vermedi” ayetinden muradın, onların böyle bir anda iman etmiş olmaları ile küfür halinde kalmış olduklarının bir delilidir. Aynı zamanda bütün sahabe ve Tabiin ve onlardan sonra gelen imamlar, bu ayetleri hep bu şekilde, sahih hadise uygun olarak tefsir etmiş ve hiçbiri Muhyiddin-i Arabi’nin fikrini ileri sürmemiş ve bu konuda ittifak etmişlerdir. Yeis halinde yapılan iman sahih olmayınca Firavunun da imanının sahih olmadığı anlaşılmış olur. Bütün bunlara rağmen, yeis halindeki imanın sahih olduğunu kabul etsek bile yukarda anlattığımız gibi Firavunun Musa’ya inanmadığı için yine imanı sahih değildir. Sahirler ise Musa’ya da inanmışlardı. Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığı şekliyle sahirlerin imanı ile Firavunun imanını ifade eden ayetler üzerinde düşünenler, bunları karşılaştırmakla aralarındaki farkı kolaylıkla bulurlar. İmamın “Onun içinden duyduğu zillet ve ihtiyaca yöneldi” demesi de şayanı hayrettir. Çünkü onu içinden kuşkulandıran sıkıntı ne idi? O Allah’ın rububiyetini inkar, kendisini mutlak bir ilah ve büyük bir Rab olduğuna inanıyor ve böylece Musa’yı yalanlayarak ona eziyet edip duruyordu. Bunun tutumu Resul-i Ekrem’in de “Ümmetimin firavunudur” buyurduğu Ebu Cehil’in tutumu gibidir. Kabul edelim ki içinde bu kuşku ve ızdırap vardı, inanmadıktan sonra bu kuşku neye yarar? Ona “Şimdi mi inandın? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin” ayetini itaba hamletmek de cidden uzak bir ihtimaldir. Zira büyük imamın dediği gibi, Firavunun yeis halindeki bu imanı sahih ve makbul olsaydı, bu ayet yerine fazl makamına yaraşan “İşte şimdi seni kabul ediyoruz ve sana ikramda bulunuyoruz” buyurulacaktı ki ancak imanın sahih olduğunun, Hakk’ın rızasını müstelzim (gerektiren) bulunduğunun delili olabilirdi. Onun imanını kabul edip, ondan razı olduktan sonra artık, ”Şimdi mi inandın? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin” diye kendisine hitap etmesi uygun düşmezdi. Birazcık muhakeme yeteneği olan kimse, bu hitabın razı olunan kimseye değil, gazaplanılan kimseye olduğunda tereddüt etmez. Özel olarak “Sen bozgunculuk etmiştin” ilavesi de bu iddiayı çürütür. Çünkü imanı sayesinde bütün geçmiş günahları yok olur. Firavunun imanı kabul olsaydı bu tür kınamalara lüzum kalmazdı. Bütün bu hitabeler Allah’ın ona gazaplı olduğunu göstermekte ve onun o çirkin ve iğrenç davranışları sebebiyledir ki, son nefese kadar imanına engel olmakta ve sonunda da Musa’ya iman etmemekte ve bu suretle faydasız da olsa tam manasıyla iman etmemekte; ona engel olan, bu halleri olduğunu bildirmektedir. Özellikle vücudunu kurtaracağını bildirmesi müfessirlerin bu ayetten anladıkları manayı, murad ettiğinin en açık ve seçik bir delilidir. Müfessirler diyorlar ki: Firavuna inananlar, onun boğulmayıp başka tarafa gittiğini sandılar. Onun gerçek bir ilah olmadığını, boğulup öldüğünü onlara göstermek ve insanlardan ilah olamayacağına bir ibret ve alamet olmak üzere Allah onun vücudunu zırhı ile veya çıplak olarak sahile çıkartmış ve böylece herkes onun boğulup öldüğünü görmüş ve bildirmiştir. Müfessirler diyorlar ki: Allah’ın onu bir öküz ölüsü gibi, deniz kenarına atmasındaki hikmet, Allah’a karşı gelenlerin eninde sonunda, Allah bellerini kırıp onları böyle perişan edeceğini İsrailoğullarına ve diğerlerine göstererek, kendilerine çeki düzen vermelerini emretmiş olmasıdır. Boğulan bu kadar Kıbtiler arasında özellikle Firavunun cesedinin kenara atılmasında Musa’nın doğruluğuna ve Allah’ın ululuğuna açık deliller vardır. “Doğrusu insanlardan çoğu ayetlerimizden habersizdirler“ ayetiyle sona erdirilmesindeki hikmet, bizleri bu gibi deliller üzerinde düşünmeye teşvik ve bunlardan ders almamız içindir. Nitekim ”Andolsun peygamberlerin kıssalarında, aklı olan için ibretler vardır.” (Yusuf 111)
--- Yorum: Hz. Ali hakkında bahsedilen hadis için uydurma diyenler de vardır. Müslim’den rivayet olunan Resulullah’ın babası hakkındaki hadis için ise Resulullah’ın bedeviye irşad ve tatmin için yalan söylediğini ifade etmiş oluyor ki, küfürdür. Tirmizi’nin rivayet ettiği hadisten bahsediyor lakin bu hadis metinde geçmiyor. Ve ifadelerinden sanki bu hadisin şu olduğu izlenimi veriliyor: “Allahu Teala Zekeriyya’nın oğlu Yahya’yı annesinin rahminde mümin, firavunu da annesinin karnında kafir olarak yaratmıştır.” Esasen hadis şudur: “İbn Abbas’tan: Hz. Peygamber buyurdu ki: Cenab-ı Hak firavunu suda boğduğu zaman: “Beni israilin inandığından başka ilah olmadığına inandım.” dedi. Cebrail buyurdu ki: “Ey Muhammed sen beni denizin çamurundan alıp (Allah’ın) rahmeti ona ulaşıverir korkusuyla ağzını tıkarken görseydin.“ (Tirmizi Tefsir-i Yunus) Bu hadis hakkında yorum ise Razi’nin tefsirinde gelecektir.
--- Yine diyor ki “Firavun Musa’ya inandığını söylemedi, dolayısıyla imanı kabul değil.” Soruyorum: O zor ve kısa zamanda “İnandım ve ben teslim olanlardanım” demesi, bütün bunları içine almıyor mu? Yine ölürken o kısa anda kitaplara, meleklere, yeniden dirilmeye şeklindeki ifadeleri de ayrıca söylemesi mi icap ediyordu? Gerçekçi olmak lazım gelir.
--- İbn Adiy veTaberani’nin rivayet ettikleri hadise gelince; bir kere itikadi noktada hadisler mütevatir özelliği taşımalıdır, yahut da kader hadislerinde olduğu gibi çok sayıda olup kuvvet kazanmalıdır ya da ayetlerle desteklenmelidir. Bu hadis ise Sahihaynda yoktur. Nasıl delil olarak alınır? Biz firavunun iman ettiğini ve bu imanın kabul edildiğini ayetlerle göstereceğiz. Bu ve benzeri hadisler nasıl ayetlerin karşısında durabilir? Bu izahlarımız Ebu Cehil için söylendiği ifade edilen “Ümmetimin firavunudur” rivayeti içinde sözkonusudur. Ve bunun nereden rivayet edildiğini de göstermiyor.
*** Kitap: Fusus-ül-Hikem (Hikmetlerin özü) Yazan: İbn Arabi
--- Sayfa 431: Allah’ın “Bizim azabımızı gördükleri vakitde onların imanı kendilerine fayda vermez. Yunus kavmi müstesna olmak üzere Allah’ın kavimler hakkında adeti böyledir“ mealindeki ayete gelince bu ayetteki istisnalar korkudan ileri gelen imanın ahirette fayda vermeyeceğine delalet etmez. Allah’ın bundan maksadı, korkuyla iman edenlerden dünyada azabın kaldırılmayacağıdır. Bundan dolayı firavun kendisinde iman bulunmakla beraber öldürüldü. Bu, hayatı son demine yaklaşmış olan kimsenin ahirete göçmesi hali gibidir. Halbuki hal karinesi, muhakkak firavunun ölümü yakın olarak beklemediğini gösterir. Çünkü o Musa aleyhisselam’ın asasıyla denize vurmasından meydana çıkan, kuru yol üzerinde müminlerin yürüdüklerini gördü. Firavun iman ettiği sırada, can çekişen bir insanın aksine olarak helak olacağını bilmedi, bundan dolayı onu can çekişen kimseler arasında saymak uygun olmaz. Şu halde firavun ölümü değil, kurtuluşu beklediği ve buna inandığı halde İsrailoğullarının iman ettiği Allah’a inanmış oldu. Onun inandığı şey gerçekleşti. Fakat beklediği şeyin aksine çıktı. Bu sebeple Allah ona kendi nefsi hakkında ahiret azabından kurtulmayı ihsan etti ve bedenini kurtardı. Nasıl ki Allah “Senin arkandan gelen kavme bir ayet ve alamet olmaklığın için bugün sana bedenin ile necat veririz” mealindeki ayette buna işaret buyurdu. Çünkü firavun suretiyle gaip olsaydı, kavminin çoğu (O, Tanrı olduğu için) gizlendi derlerdi. Bu hale göre, (boğulan kimsenin) firavun olduğu bilinmek için belirli suretiyle ölü olarak meydana çıktı. Şu halde kurtuluş va’di hem his bakımından, hem de mana bakımından umumi oldu. Halbuki üzerine ahiret azabı hak olan kimse ne kadar ayet ve alametler gelirse gelsin, elemli azabı görmedikçe yani ahiret azabını tatmadıkça iman etmez. İş böyle olunca firavun bu zümreden çıktı. İşte bu böyle açık bir hakikattir ki Kur’an’da bunu söyledi. Bundan sonra biz deriz ki: Firavunun imanı bahsinde emir Allah’a racidir. Çünkü bütün halkın nefsinde onun şaki olduğu fikri yerleşti. Halbuki bu mesele hakkında onların dayanacakları bir nass ve hüküm yoktur. Firavunun yoldaşlarına gelince onlar için başka hüküm vardır ki, onun yeri burası değildir.
*** Kitap: Tefsiri Kebir Yazar: Razi
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun hemen askerleriyle beraber zulm ederek ve haddi aşarak peşlerine düştü. Nihayet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: “İnandım, gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım. Şimdi mi (iman ediyorsun)? Halbuki sen bundan evvel isyan etmiş, daima fesatçılardan olmuştun! Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak bırakacağız ki, arkadan geleceklere ibret olasın. Bununla beraber insanların birçoğu bizim ayetlerimizden cidden gafildir.“ (Yunus 90-92)
Bil ki bu ayetin lafızlarının tefsiri Araf suresinde geçmişti. (138. ayette) Bunun manası şöyledir: “Allah Teala o ikisinin yani Hz. Musa ile Hz. Harun’un duasını kabul edince İsrailoğullarının o belli zamanda Mısır’dan çıkmalarını emretti ve oradan çıkış yollarını kolaylaştırdı. Firavun ise bunlardan habersiz idi. O İsrailoğullarının çıkıp, memleketinden ayrılmaya yöneldiklerini duyunca onların peşine düştü.
Müminlerin Denizden Geçip, Firavun
Ordusunun Boğulması
Cenab-ı Hak “Zulmederek ve haddi aşarak” buyurmuştur. Bağy, haksız olarak hakim olmayı istemek demektir. Rivayet olunduğuna göre Musa kavmi ile birlikte çıkıp denizin kıyısına ulaşınca ve Firavun da ordusuyla onlara yaklaşınca İsrailoğulları büyük bir korkuya kapıldı. Çünkü onlar boğacak bir deniz ile imha edecek bir ordu arasında kalmışlardı. Bundan dolayı Allah, diğer surelerde kıssanın tamamında belirtiği gibi, onlara denizde bir yol ortaya çıkarmak suretiyle lutfetti. Daha sonra Musa ashabıyla birlikte denizdeki o yola girip denizi geçtiler. Allah Teala, Firavun ve ordusu da, o yoldan geçebilecekleri fikrine kapılsınlar diye o yolu kupkuru bıraktı. Firavun ordusuyla birlikte denize girince, yarılan denizin iki tarafını birbirine kavuşturmak ve o yolu ortadan kaldırmak suretiyle Allah Teala onları boğdu. Allah Teala Firavun ve etbaının bağyini de açıklamıştır. Bu bağy Firavun ve ordusunun İsrailoğullarını öldürmeye ve zulmetmeye aşırı istek duymalarıdır. Adv, ise haddi aşmaktır. Daha sonra Cenab-ı Hak şunu belirtmiştir: Firavun boğulurken, Allah’ın kendisini o afetten, sayesinde kurtaracağını düşünerek, kelime-i tevhidi söylemiştir. Bu hususta şöyle iki soru vardır:
Firavun Boğulurken Kalben İnandı, Kavlen
Söylemedi
Birinci soru: İnsan boğulurken bu lafzı nasıl söyleyebilir? Binaenaleyh Allah Teala, Firavunun boğulurken bu kelimeyi söylediğini nasıl bildirir?
Cevap: Buna şu iki bakımdan cevap verilir:
Biz Ehli Sünnet’e göre hakiki söz kişinin bizzat diliyle söylediği değil, içinden geçirdiğidir. Firavun da bu sözü diliyle söylememiş, içinden geçirmiştir. Bu ayet, gönülden geçirilen sözün, gerçek söz olduğuna delil teşkil eder. Çünkü Allah Teala Firavunun bu sözü söylediğini nakletmiştir. Halbuki Firavunun bu sözü bizzat diliyle söylemediği delil ile sabittir. Binaenaleyh dilin söylediği sözün dışında da sözlerin bulunduğunu kabul etmek gerekir ki, elde edilmek istenen netice de budur.
Ayette bahsedilen boğulmadan maksad, boğulma öncesi hallerdir.
Firavunun İmanı Neden Makbul Olmadı?
İkinci soru: Firavun üç kez iman etmiştir:
Birincisi, ayetteki (iman ettim) sözü
İkincisi, “Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yok” sözü
Üçüncüsü de, “Ben de müslümanlardanım” sözü.
O halde Firavunun imanının kabul edilmeyişinin sebebi nedir? Halbuki Allah Teala, kin ve öfke ile hareket etmekten münezzehtir. Bu sebeple ”Allah kin ve öfkesinden dolayı onun bu ikrarını kabul etmemiştir” denilemez.
Cevap: Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
O tam azab-ı ilahi inerken iman etmiştir. O esnadaki iman ise makbul değildir. Çünkü azap inerken durum mecburiyet vaktine girmiş olur. Bu vakitte ise tövbe makbul olmaz. İşte bu sebepten ötürü Allah Teala “Allah’ın hışmını gördükleri zaman yapacakları iman fayda vermez” buyurmuştur.
Firavun bu sözü, sayesinde başındaki boğulma belasını ve sıkıntısını savuşturmak için söylemiştir. Yoksa bundan maksadı, Allah’ın Vahdaniyyetini, Rububiyyetinin izzetini ve kulluğun zilletini itiraf değildir. Bu durumda, o bu sözü ihlasla söylememiştir ve dolayısıyla kabul edilmemiştir.
Firavunun İmanı Taklidi İdi
Bu ikrar sırf taklide dayalı idi. Baksana o “Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş“ demiş ve böylece Allah’ı tanımadığını, ama İsrailoğullarından alemin bir ilahı bulunduğunu duyduğunu ifade etmiştir. Böylece o, İsrailoğullarının var olduğuna inandıklarını duyduğu o ilahı ikrar etmiştir. Demek ki bu sırf bir taklid olmuştur. Bundan dolayı da bu iman kabul edilmemiştir. Bu hususta esas izah şudur: Firavun, Ta-ha suresinde de açıkladığımız gibi bir dehri olup, Allah’ın varlığını kabul etmeyenlerdendi. Böylesi çok yanlış inançların karanlığı, ancak kesin delillerin ve yakini hüccetlerin nuruyla giderilebilir. Fakat sırf taklit buna fayda vermez. Çünkü taklit, taklitin karanlığını, daha önceki cehaletin karanlığına eklemektir.
Bazı kitaplarda şunu gördüm: İsrailoğullarından bazı kabileler denizi geçtiklerinde buzağıya tapmışlardır. Binaenaleyh Firavun: “Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş” deyince onun bu sözü, onların o vakitte ibadet ettikleri buzağı manasına hamledilir. Böylece bu söz onun küfrünün artmasına sebep olmuş olur.
Yahudilerin kalpleri teşbih ve tecsim inancına meyyal idi. işte bu sebepten ötürü Allah Teala’nın o buzağının vücuduna girip, hulul ettiğine inandıları için buzağıya taptılar. Durum böyle olunca Firavun da “İman ettim. Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yoktur” demiştir. Böylece sanki o, cisim olarak hulul edici ve nuzul edici (inici) tavsif edilen bir ilaha iman etmiş olur. Böyle inanan herkes kafirdir. İşte bundan dolayı Firavunun imanı kabul edilmemiştir.
Belki de iman ancak hem Allah’ın birliğine hem de Musa’nın nübüvvetini kabul etmekle tamamlanıyordu. Binaenaleyh Firavun bu sözüyle Allah’ın birliğini kabul edip, Musa’nın nübüvvetini itiraf etmeyince imanı sahih olmamıştır. Bunun bir benzeri de mesela kafirlerden birisinin bin defa “Allah’tan başka ilah olmadığına şahadet ederim” deyip, bunun yanı sıra “Hz. Muhammed’in de, O’nun peygamberi olduğuna şehadet ederim” demese, onun imanının sahih olmayışıdır. işte burada da böyledir.
Keşşaf sahibi şunu rivayet eder: Cebrail, Firavuna (daha önceden) “Efendisinin malı ve nimetleri içerisinde büyüyüp sonra nankörlük ederek onun üzerindeki haklarını inkar eden ve efendisi dışında efendilik iddia eden bir köle hakkında siz emirin görüşü nedir?“ diye bir soru sormuştu. Firavunda buna cevaben şunu yazmıştı: “Ebu’l Abbas Velid b. Mus’ab der ki: Efendisine karşı gelen ve onun nimetlerini inkar eden kölenin cezası denizde boğulmaktır.” Sonra Firavun denizde boğulurken, Cebrail bu cevabını onun gözünün önüne getirdi. Ayetteki ”Şimdi mi (iman ediyorsun?) halbuki sen bundan evvel isyan etmiş, daima fesatçılardan olmuştun” ifadesi ile ilgili olarak da birkaç soru var:
Birinci soru: Bu sözü söyleyen kimdir?
Cevap: Rivayetler bu sözü Cebrail’in söylediğini göstermektedir. Cebrail “Sen daima fesatçılardan olmuştun” sözünü Firavunun: “Ben de müslümanlardanım” sözüne bir karşılık olarak söylemiştir. Bazı alimler bu sözü Allah Teala’nın ona söylediğini ileri sürmüşler ve “Çünkü bundan sonra Cenab-ı Hak, “Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak bırakacağız ki, arkandan geleceklere ibret olasın” buyurmuştur. Bu son cümle Allah’tan başkasına ait olamaz” demişlerdir.
Tevbenin Kabulü Aklen Vacip Değildir
İkinci soru: Ayetin zahiri, Firavunun tövbesinin daha önceki isyanından ve fesadından ötürü kabul edilmediğine delalet etmektedir. Halbuki böyle bir gerekçe onun tevbesinin kabulune mani olamaz?
Cevap: Alimlerimizin mezhebine göre aklen tevbeyi kabul etmek Allah’a vacip değildir. Alimlerimizin bu görüşlerinin doğruluğunu gösteren delillerden birisi de bu ayettir. Hem sonra bu kabul olunmayışın gerekçesi sırf daha önceki isyan olmayıp, o isyanın yanı sıra Firavunun müfsidlerden oluşudur.
Cebrail Firavunun Ağzını Tıkamış mıdır?
Üçüncü soru: Cebrail’in Firavuna kızdığı için, tövbe edemesin diye onun ağzına çamur doldurması doğru mudur?
Cevap: Doğruya en yakın olan, bunun doğru olmamasıdır. Çünkü o durumda ya mükellefiyetin devam ettiği yahut da artık bulunmadığı söylenebilir. Eğer mükellefiyet sözkonusu ise Cebrail’in onun tövbesine mani olması caiz olmaz. Aksine Cebrail’in hem tövbesi, hem de her türlü taatı hususunda ona yardım etmesi gerekir. Çünkü Hak Teala “İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayın” (Maide 2) buyurmuştur. Hem sonra Cebrail Firavuna, rivayet edildiği gibi mani olsaydı, Firavunun tövbe etmesi yine mümkündü. Dilsiz kimse kalbi ile pişmanlık duymak ve o kötü işleri yeniden yapmamaya azmetmek suretiyle tövbe etmiş olur. Bu durumda Cebrail’in bunu yapması bir engel teşkil etmez. Eğer Cebrail onun tevbesine mani olmuş olsaydı,
Firavunun küfür üzere kalmasına razı olmuş olurdu. Halbuki küfre rıza küfürdür. Diğer bir husus da şudur: Cenab-ı Hakk’ın Hz. Musa ile Harun’a: ”Ona yumuşak söz söyleyin olur ki nasihat dinler yahut (Allah’tan) korkar” (Taha 44) deyip, sonra da Cebrail’e, Firavunun iman etmesine mani olmasını emretmesi Allah’a nasıl yakışır? Eğer Cebrail bunu Allah’tan aldığı emirle değil, kendiliğinden yapmıştır” denirse; bunu da, hem Cebrail’in “Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz” (Meryem 64) şeklindeki sözü, hem de Cenab-ı Hakk’ın, meleklerin özellklerinden bahsedeken söylediği “Bunlar sözleriyle asla Allah’ın önüne geçemezler (kendiliklerinden bir şey yapamazlar) …Onlar Allah’ın korkusundan tir tir titrerler“ (Enbiya 27-28) ayetleri geçersiz kılar. Fakat “Mükellefiyet o esnada artık Firavundan kalkmıştı“ denilirse, bu durumda da, Cebrail’e isnad edilen o işin kesinlikle bir hikmeti kalmaz.
Firavunun Cesedinin Mahfuz Bırakılması
Daha sonra Cenab-ı Hak “Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak bırakacağız” buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) ”Biz seni yeryüzünün yüksek bir yerine (Necve’ye) atacağız”
2) Biz seni denizden çıkarıp kavminin düştüğü, battığı denizin dibine batmaktan kurtaracağız. Fakat bu, sen boğulduktan sonra olacak, ayetteki “bibedenike” sözü “hal” yerindedir. Yani sende bir ruh (can) olmaksızın cesed olarak demektir.
3) Bu alay etme yoluyla Firavuna kurtuluşu vaad etmektir. Bu tıpkı ”Onları elim bir azap ile müjdele” (Tevbe 34) ifadesindeki “müjde” kelimesindeki incelik gibidir. Sanki bu sözle Firavuna: “Biz seni kurtaracağız ancak bu kurtuluş canın için değil, cesedin için olacaktır!“ denilmektedir. Böyle sözler bazen istihza için söylenir. Nitekim: “Seni azad edeceğim ama öldükten sonra”, “Seni hapisten kurtaracağım ancak ölümünden sonra” denilmesi gibi.
4) Bazıları kelimeyi noktasız olarak (nunhike) okumuşlardır ki bu, “Biz seni denizin kıyısına atacağız” demektir. Çünkü Firavun boğulduktan sonra denizin bir kıyısına atılmıştır. Ka’b: ”Su onu sahile adeta bir öküz gibi atmıştır” demiştir. Ayetteki “bedenini“ tabiriyle ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) Daha öncede söylediğimiz gibi bu kelime “hal” mahallindedir, yani ”cansız sırf bir cesed olarak“ demektir.
2) Bundan maksad “Senin bedenini bozulmadan, sağlam olarak kurtarıp sahile atacağız” manasıdır.
3) “Bedenini çırılçıplak denizden çıkaracağız”
4) Bu kelimeye ”zırh” manası da verilmiştir. Yani “Seni zırhınla çıkaracağız“ demektir. Leys: “Beden” kısa zırh demektir. Binaenaleyh “Bedeninle” ifadesi “zırhınla” demektir. Bu mana İbn Abbas’tan nakledilmiştir. İbn Abbas şöyle demiştir: “Firavunun üzerinde, sayesinde tanınıp, bilindiği, altın bir zırh vardı. Allah onu tanınsın diye sudan bu zırh ile çıkardı. Ben derim ki: Eğer bu doğruysa hadise Hz. Musa için bir mucize olmuş olur.
Başkalarına İbret Olması
Hak Teala’nın “ki arkandan geleceklere bir ibret olasın“ ifadesiyle ilgili olarak şu manalar verilmiştir:
a) Firavunun, Tanrı olduğuna inananlar, onun boğulduğunu gözleriyle görmedikçe bunu yalanlayacaklar ve öyle kimselerin ölmeyeceklerini iddia edeceklerdi. Bundan dolayı Allah Teala onlar onu görsünler ve kalplerindeki şüpheleri silinsin gitsin diye Firavunun halini, onu sudan olduğu gibi çıkararak ortaya koymuştur. Firavunun cesedinin atıldığı yerin İsrailoğullarının çok uğradıkları bir yer olduğu da rivayet edilmiştir.
b) Allah Teala’nın, insanların Firavunun “Ben sizin en büyük Rabbinizim” dediğini duyup işitmelerinden sonra insanlara onu bu zelil ve hakir vaziyette göstermeyi murad etmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Böylece bu, insanları onun yolu gibi yollardan alıkoymuş olur ve insanlar onun daha dün, ululuk ve azametin zirvesinde olduğunu iddia ederken daha sonra durumunun gördükleri o vaziyete dönüşünü müşahade etmiş olurlar.
c) Bazıları kelimeyi kaf ile (limen halagake) “Seni yaratan için” şeklinde okurlar. Bu “Ta ki sen, seni yaratanın diğer mucizeleri gibi bir mucize olasın” demektir.
d) Allah Teala Firavunu bütün ordusuyla suya garkedip sonra da ordusundan hiç kimseyi denizin dibinden çıkarmayıp, sadece Firavunun cesedini çıkarınca, bu enteresan halin Firavuna has kılınması Allah’ın kudretinin mükemmelliğine ve Hz. Musa’nın peygamberliğinin doğruluğuna delalet etmiş olur.
Kıssadan İbret Almanın Lüzumu
Hak Teala’nın “Bununla beraber insanlardan bir çoğu ayetlerimizden cidden gafildir” buyruğuna gelince; görünen odur ki, Allah Teala Hz. Musa ve Firavunun kıssasını zikredip Firavunun akıbetini belirtip, sözü bu ifade ile bitirince ve Hz. Muhammed’e böyle hitap edince; bu ümmet-i Muhammed’i delillerden yüz çevirmeden alıkoyup, onları deliller ile düşünmeye ve onlardan ibret almaya sevketmiş olur. Çünkü bu kıssaların zikredilmesinin maksadı ibret almaktır. Nitekim Cenab-ı Hak ”Andolsun onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahipleri için birer ibret vardır” (Yusuf 111) buyurmaktadır.
*** Razi: “Azabımız gelip çattığı zaman iman edip de bu imanı kendisine fayda vermiş bir memleket bulunsaydı ya! (Bu asla vaki olmamıştır.) Ancak Yunus’un kavmi müstesnadır ki, bunlar iman edince kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları muayyen bir müddete kadar dünya hayatından faydalandırdık.” (Yunus 98)
Azap gelip çattıktan sonra iman: Hz. Yunus’un Kavmi Bil ki Allah Teala biraz önce “Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar (yok mu?) Onlar kendilerine herhangi bir ayet (mucize) gelmiş olsa dahi, acı veren bir azabı görmedikçe iman etmezler“ buyurunca, onun peşinden bu ayeti getirmiştir. Zira bu ayet Yunus’un kavminin inkar ettikten sonra iman ettiklerine ve o imanlarından da yararlandıklarına delalet eder ki, bu da kafirlerin iki kısım olduğunu gösterir:
Üzerlerine küfür damgası vurulanlar
Üzerlerine iman mührü basılanlar
Binaenaleyh Allah’ın hükmettiği her şey olacaktır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır.
Birinci mesele: Levla, hella (keşke…, olsaydı ya!) anlamındadır. Buna göre mana ”İmha ettiğimiz o beldelerden tek bir belde keşke azabı görmeden önce küfürlerinden vazgeçip imanlarında ihlaslı olsalardı! Yunus’un kavmi hariç…” şeklinde olur. Lafzın zahiri Yunus’un kavminin söz konusu memleketlerden istisna edilmesini gerektirir. Ancak ne var ki mana Yunus’un kavminin belde ehlinden istisna edilmesi şeklindedir. O halde bu “Ancak ne var ki Yunus’un kavmi iman edince, biz onlara şöyle şöyle yaptık…” manasında bir istisna-yı munkatı’dır.
İkinci mesele: Rivayet olunduğuna göre Yunus, Musul topraklarından Ninova’ya peygamber olarak gönderilmişti. Onlar Yunus’u tekzib edince, o onlara kızarak oradan ayrıldı. Onlar onu kaybedince de kendilerine bir azap geleceği endişesine düştüler de yırtık pırtık elbiseler giyerek kırk gece feryat ve figan ettiler. Yunus da onlara: ”Sizin müddetiniz kırk gecedir” demiştir. Bunun üzerine onlar: “Biz helak edici sebepleri görürsek sana iman ederiz” demişlerdi. Otuzbeş gece geçince gökyüzünde alabildiğine siyah bir bulut belirdi. Müteakiben bundan da şiddetli bir duman zuhur ederek, o duman şehri sarıncaya kadar alçaldı. Böylece evlerinin çatılarını simsiyah etti de onlar bunun üzerine sahraya çıktılar ve kadınlarla çocuklarını, hayvanlarla yavrularını birbirlerinden ayırdılar. Böylece onlar birbirlerine hasret duydular da sesleri yükseldi, yalvarıp yakarmalar arttı ve onlar imanlarını izhar ettiler, tevbe ederek Allah’a yalvarıp yakardılar. Allah da onlara merhamet etti ve onlardan bu hali giderdi. O gün hem Cuma idi, hem de aşure günü idi. İbn Mesud’dan şu rivayet edilmiştir: “Onların tevbeleri, zulümleri giderecek, haksızlıklara mani olabilecek bir dereceye varmıştı. Hatta birisi evinin temeline başkasına ait bir taşı koymuş ise onu (evini yıkarak) çıkarıp sahibine verebiliyordu. “Şu da rivayet edilmiştir: “Onlar alimlerinden hayatta olan yaşlı birisinin yanına varıp: “Başımıza azap geldi, ne yapmamızı tavsiye edersin?“ dediler. O yaşlı bilgin onlara: “Ey hiçbir canlı yok iken Hayy olan, ey ölüleri dirilten Hayy, ey kendisinden başka ilah olmayan Hayy (diri) diye dua ediniz“ dedi. Onlar da bu şekilde dua edince Cenab-ı Hak onlardan bu azabı kaldırdı.“ Fazl b. Abbas’tan, onların şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: “Rabbena! Günahlarımız haddi aştı, büyük oldu. Sen onlardan daha büyük ve yücesin. Binaenaleyh bize şanına yakışanı yap. Bize müstehak olduğumuz şeyleri yapma.”
Üçüncü mesele: Birisi şöyle diyebilir: ”Allah Teala işin sonunda Firavunun tevbe ettiğini, fakat tevbesinin kabul edilmediğini; Yunus’un kavminin ise tevbe ettiklerini ve tevbelerinin de kabul edildiğini bildirmiştir. Bu ikisi arasında fark nedir?
Cevap: Firavun azab-ı ilahiyi görüp müşahade ettikten sonra tevbe etmiştir. Yunus’un kavmi ise azabı görmeden tevbe etmişlerdir. Çünkü onlara azab-ı ilahinin yaklaştığına delalet eden emare ve işaretler belirince, azabı görmeden hemen tevbe etmişlerdi. Dolayısıyla bu ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.
*** Razi: “Allah’tan başka ilah yoktur. En güzel isimler O’nundur.” (Taha 8)
Kalbin tasdikine gelince bu tasdik dilin ikrarından uzak olursa bu durumda birkaç durum oraya çıkabilir:
Tefekkür edip Allah’ı tanıyan ama bu tanımanın üzerinden kelime-i şehadeti telaffuz edebileceği bir vakit geçmeksizin bu tanıyışı üzere ölen kimseye gelince, bazı kimseler bunun imanının tam olmadığını söylemişlerdir. Ama gerçek olan onun imanının tam olmasıdır. Çünkü o mükellef olduğu şeyi yerine getirmiş ama onu lisanıyla ifade edememiştir. Binaenaleyh o sorumlu olarak kalmaz. Kitapların birisinde şunu gördüm: Ölüm meleğinin, alnı üzerinde, mümin kimse onu gördüğünde kelime-i şehadeti hatırlasın diye “La ilahe illallah“ yazılıdır. Binaenaleyh onun bunu hatırlaması bizzat onun kendi ifadesinin yerini tutar.
Allah’ı tanıyıp fakat bu tanımanın üzerinden kelime-i şehadeti telaffuz edecek bir vakitte geçen ancak ne var ki bu ikrarda bulunmayan kimsenin durumu. Gazali, bu hususta şöyle der: “Lisan kalbin tercümanıdır” denilebilir. Binaenaleyh esas maksat kalpde tahakkuk edince, onun o kelime-i şehadeti telaffuzdan imtina edişi, onun tıpkı namaz ve zekattan imtina edişi gibidir. Öyleyse bu kimse daha nasıl cehennemliklerden olabilir? Hz. Peygamber de “Kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse, cehennemden çıkar” (Buhari, Müslim) buyurmuştur. Halbuki bu adamın kalbi imanla doludur. Diğer alimlerde şöyle demişlerdir: İman ve küfür şer’i hususlardır. Biz bu kelimeyi (kelime-i şehadeti) söylemekten imtina edenin, kafir olduğunu anlar, biliriz.
*** Razi: “Ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler yahut Allah’tan korkar” ( Taha 44)
Allah Teala’nın bu hususta haşa tereddütte olduğu manası kasdedilmiş olamaz. Çünkü bu Allah hakkında düşünülemez. Aksine bu ifade ile kasdedilen “Firavunun nasihat dinleyeceğini yahut Alllah’tan korkacağını umarak yumuşak konuşun” manasıdır. Bil ki kalbin üç hali vardır:
a) Hak’da sebat ve ısrar
b) Batılda ısrar
c) Her ikisi hususunda da tevakkuf etmesi (bir karara varmaması)
Firavun batılda ısrarlı idi ki bu, üç halin en kötüsüdür. İşte Cenab-ı Hak bundan ötürü “Ona yumuşak söyleyin olur ki nasihat dinler yahut Allah’tan korkar.” Böylece inkarından, hakkı kabule gelir. İnkarından kabule dönmese bile, en azından kalbinde bir korku meydana gelir de hiç olmazsa inkarını bırakır. İkrara geçmese bile inkarını bırakması, inkarda ısrarından daha ehvendir“ buyurmuştur. Bil ki bu mükellef tutmanın (teklifin) sırrını ancak Allah bilir. Çünkü Allah Teala onun kesinlikle iman etmeyeceğini bildiğine göre, Firavunun iman etmesi Allah’ın değişmez ilminin zıddına bir şey olurdu. Binaenaleyh bu demektir ki Allah Teala onun imanının imkansızlığını biliyordu. Bunu bildiğine göre daha nasıl Hz. Musa’ya böyle yumuşak davranmasını emretmiş ve Firavunda bunun olmayacağını bile bile, onu Allah’a davet etmede alabildiğine iyi davranmasını bildirmiştir? Sonra farzet ki Mutezile bu soru hususunda bunu çürütecek bir şüphe zikretmeksizin, bu imkansızlığı münakaşa etmiştir. Fakat onlar da Allah’ın, Firavundan bu imanın sadır olmayacağını bildiğini, Firavunun Hz. Musa’nın kendisine gönderilmesiyle ilahi cezaya müstehak olmaktan başka istifade edemeyeceğini kabul etmişlerdir. Binaenaleyh onunla kendi karnını yarıp bağırsaklarını parçalayacağını bildiği bir kimsenin eline bıçak vermek, sonra da “Ben bu bıçağı ona iyilik olsun diye verdim” demek, rahim ve kerim olan zata nasıl uygun düşer? Kardeşim, akıllar bu sırları bilmeye güç yetiremezler ve bunun teslim olmak, (olduğu gibi kabul edip inanmaktan) itirazı bırakmaktan, kalben (düşünce bakımından) ve lisanen susmaktan başka yolu yoktur. Ka’b’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ka’b‘ın yemin ettiği zata (Allah’a) yemin olsun ki, bu husus Tevrat’ta “Ona yumuşak söz söyleyin, ama Ben onun kalbini katılaştıracağım ve o iman edemeyecek” şeklinde ifade edilmiştir.
*** Nisa 17: ”Allah ancak, bilmeyerek kötülük yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. Ve Allah hakkıyla bilendir, hakim olandır.”
Nisa 18: ”Ve tevbe o kimse için değildir ki, günahları yapar dururlar. Vakta ki kendilerinden birine ölüm gelip çatınca: Ben şimdi tevbe ettim, der ve kafir oldukları halde ölenler için de değildir. İşte biz onlara elim bir azap hazırlamışızdır.”
Bakın 18. ayetteki kişi müslümandır. Dikkat edilirse kötülük (seyyiat) geçiyor. Günah işleyen ise kafir olmaz. Zira peşinden gelen “ve kafir oldukları halde ölenler için de“ kısmı kasdedilen kişinin mümin olduğunu gösterir. Bu ayetten kasdedilen: Diyelim bir mümin içki içiyor, bu günaha ısrarla devam ediyor ve öleceğini hissedince “Şimdi içki içmeye tevbe ettim“ diyor. İşte bu hususta bir tehdit var. Yani tevbeyi geciktirmek kınanıyor. Yoksa muhaliflerimizin iddia ettiği gibi, son nefeste iman edildiğinde bu imanın kabul edilmeyeceği manası ayette yoktur.
Nisa 18. ayetin başındaki (ve leysetit) ifadesi, (olmadı, değil) manasına gelir. Kasdedilen mümin kişidir. O halde mana, mümin kişi için “Günahlarından son anda yaptığı bu tevbe uygun olmadı” demektir. Tevbeyi bu kadar geciktirmiş olmasını kınamak manası vardır. Kafir olarak ölen zaten ebedi cehennemliktir. Ayetin başındaki “olmadı, değil” ifadesi mümin için: “Kötülükleri yapıp dururken öleceğini hissettiğinde, yapmış olduğu tevbeyi, bu kadar tehir etmesi uygun olmadı” manasındadır. Esasen Nisa 48. ayette bildirildiği üzere Allah küfür harici bütün günahları dilediği için bağışlar. Hal böyle olunca Nisa 18. ayetteki günahkar mümin, işlemiş olduğu günahlardan son anda tevbe etmese bile, Allah onun günahlarının dilediği kadarını bağışlayabilir.
Nisa 48: “Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başkasını, dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur.”
Süleyman Ateş’in tefsirinde Nisa 18. ayetin izahında şu rivayet vardır: Abdullah İbn Abbas şöyle demiş: “Yüce Allah (Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca: “Ben şimdi tevbe ettim” diyenlere ve kafir olarak ölenlere tevbe yoktur) ayetinden sonra (Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışındaki her günahı dilediğine bağışlar) ayetini indirmek suretiyle kafir olarak ölene mağfireti haram kılmış, tevhid (iman) ehlini de meşietine (dilemesine) bırakmış, onları ümitsizlikten kurtarmıştır.”
Kur’an’ın diğer ayetlerinde kafir olarak ölenlerin ebediyyen cehennemde kalacakları bildiriliyor. Dolayısıyla bu ayet; bir kişi küfür itikadını sürdürürken yaptığı, yapacağı tevbe (olmadı, değil) denmekle, bu tevbe kabul edilmez manası kasdediliyor. Yani kişi küfür halinde tevbe ediyor ama, tevbe ederkende küfür itikadını sürdürüyor.
Örnek: Daha evvel belirttiğimiz gibi kendini müslüman kabul eden insanların tamamına yakını kadere inanmaz. Lakin inandığını zanneder; kendini müslüman sayar. Eğer bu kişi, bu küfür itikadından vazgeçmezse, ne kadar tevbe ederse etsin kabul edilmez. Burada bir incelik vardır. O da şudur: Kişi küfür itikadında olduğunu bilmese bile kafir olur. Dolayısıyla kendince, kadere özgürlüğü savunan şekliyle inanan, haberi olmasa bile kafirdir. Bu kişi öleceği zaman veya sağlıklıyken de “Allah’ım beni affet, bağışla” şeklinde tevbe etmiş olsa bile, bu kişi küfür itikadını sürdürdüğünde bu tevbesi olmaz, kabul edilmez. Yani ayetin başındaki (olmadı, değil) ifadesi günahkar mümin için kınama manasında olup “Tevbeyi bu kadar geciktirmen uygun olmadı” şeklinde iken; yine aynı (olmadı, değil) ifadesi kafir olarak ölenlere ise şu manadadır: ”Küfür itikadını sürdürürken yaptığın, yapacağın tevbe olmadı, kabul değil” demektir. Yani ayetin başındaki (olmadı, değil) ifadesi iki değişik anlam içermektedir.
*** Yunus 98: ”Fakat o vakit inanıp da imanları kendilerine fayda vermiş bir kasaba (halkı) olsaydı ya? Ancak Yunus’un kavmi iman ettikleri vakit, dünya hayatında o rezillik azabını üzerlerinden kaldırmış ve bir süre onları rahata kavuşturmuştuk.”
Mümin 83: ”Peygamberleri onlara daha apaçık mucizeler getirince, kendilerinde bulunan bilgi ile gururlandılar. Alaya aldıkları azap kendilerini kuşatıverdi.”
Mümin 84: ”Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman: ”Allah’a inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeyleri inkar ettik” derler.
Mümin 85: ”Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah’ın kulları hakkında cari olagelen adeti budur. İşte o zaman kafirler hüsrana uğrayacaklardır.”
Yusuf 110: “Öyle ki peygamberler ümitsizliğe düşüp, yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Böylece istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilemeyecektir.”
Mümin 85. ayeti, Yunus 98. ayetle beraber düşündüğümüzde bakın ne oluyor? 85. ayetten kasdedilen, onların imanının kabul edilmeyeceği değil, onlara gelen azabın geri çevrilmeyeceğidir. Görüldüğü gibi Yunus’un kavmine azap geldi. Lakin onlar iman edince azap geri çevrildi. Bu bir istisna idi, sünnetullah azap geldiğinde geri çevrilmeme ve orayı harap etme şeklinde iken, bu istisna sadece Yunus kavmine yapılmıştı. Zaten 85. ayetteki “Allah’ın adeti” ifadesi bunu anlatıyor. Dolayısıyla 85. ayetle anlatılanın bizim dediğimiz husus olduğu sabit olur. “İşte o zaman kafirler hüsrana uğrayacaklardır” ifadesi şu manadadır: Azap geldiğinde hala iman etmeyenler olabilir, işte bu kafirler kasdediliyor.

Kullanıcı avatarı
zxzx
Tecrübeli Üye
Tecrübeli Üye
Mesajlar: 53
Kayıt: 01 Ara 2008 [ 16:25 ]

Re: yazdığım kitap

Mesaj gönderen zxzx »

*** Neml 11: ”Ancak benden haksızlık yapan korkar. O da sonra yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirirse, bilsin ki ben, ona karşı da çok bağışlayıcı ve çok merhamet sahibiyim.”
Furkan 68: ”Onlar ki, Allah ile beraber bir başka ilaha tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim de bunları yaparsa, cezaya çarpar.
Furkan 69: ”Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır.”
Furkan 70: ”Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.”
Furkan 71: ”Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.
Maide 39: “Yaptığı zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul eder. Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.”
--- Yorum: Bu ayetler küfürden yapılacak tevbenin kabul edileceğine delildir. Ve mutlak ifadelerdir. Yani son nefeste iman, şeklinde bir ayrım yoktur.
*** Yunus 98. ayette, Yunus kavmine azap geldiğinde iman etmeleriyle birlikte azabın kaldırıldığı bildiriliyor. Onların imanı kabul oluyor da, neden Firavunun imanı kabul olmuyor? Fark nedir? Bazıları diyor ki: “Yunus kavmi azabın belirtilerini gördü, azabı uzaktan gördü; oysa Firavun azap geldiğinde iman etti.”
Cevap: Ayette Yunus kavminin azabın belirtilerini gördüğü ve dolayısıyla azabı hiç tatmadığı anlamı yoktur.
*** Yunus 90: ”Ve sonra İsrailoğullarını denizden aşırdık. Firavun düşmanca saldırmak için derhal adamlarını ve askerlerini arkalarına düşürdü. Ta ki, suda boğulmaya başlayınca: ”İnandım, gerçekten de İsrailoğullarının iman ettiğinden başka ilah yoktur. Ben de O’na teslim olanlardanım” dedi.
Yunus 91: ”Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin.”
Yunus 92: ”Biz de bugün senin bedenini arkadan gelenlere bir ayet, (alamet) olsun diye kurtaracağız. Bununla beraber insanların birçoğu ayetlerimizden yine de gafildirler.”
Ayette “Şimdi mi?” deniyor. Bu ifade imanın kabul edilmediği manasında değildir. Burada kasdedilen Firavunun kınanması, azarlanmasıdır. İman etmeyi bu kadar geciktirdiği için. Mesela biri bize yıllarca kötülük yapar, eder. Lakin bir gün çıkagelir ve hatalı olduğunu, kendisini affetmemizi söyler. Bunun üzerine dersiniz ki: ”Şimdi mi?“ bu ifadeyi söylersiniz ama icabında özrünü kabul de edebilirsiniz. Yani onu azarlarsınız ve ona kırgın olduğunuzu ima edersiniz. Lakin yine de özrünü kabul edebilirsiniz. Bu ayetten şu da çıkar ki: Bazıları diyor ki: Firavun iman ettiğini söyledi ise de, imanında samimi değildi ya da samimi olmayabilir.
Cevap: Ayetteki “Şimdi mi?” ifadesi Firavunun imanında samimi olduğunun kesin delilidir. Zira Allah onun içinde ne gizlediğini bilir. Onun samimi olup olmadığını da bilir. Onun samimi olmadığını düşündüğümüzde ona “Şimdi mi?“ denilmesi uygun düşmezdi. Bu ifade ancak Firavunun imanında samimi olduğunda manasını bulur.
Kur’an’ın bir özelliği vardır: Az kelimeyle çok anlam ifade etmek. Buna (hazf) denir. Dikkat edilirse, ayette (Bugün) ifadesi olmasaydı bile, biz bu kurtarma işinin o zamanlar olduğunu anlardık. O halde ayetteki (Bugün) ifadesinin ince bir manası var. Bizce mana şu: ”Bugün yani dünyada senin bedenini kurtarırız. Ahirette ise hem bedenini hem de ruhunu kurtarırız“ Firavun bunca yaptıklarına rağmen, tevbe edince, iman edince bedenini kurtardık ki, sonradan gelenler Allah’ın rahmetinin genişliğini bilsinler. Bu onlara ibret, ders, ayet olsun. Ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek lazım geldiğini görsünler.
“Bununla beraber insanların birçoğu ayetlerimizden yine de gafildirler” ayetinin manası ise: Yani bununla beraber insanların çoğu Allah’ın geniş rahmetinden, bağışlamasından gafildirler. Çoğu hatalarını büyük görüp, Allah’ın bunları bağışlamasını uzak görürler. İnsanların çoğunda ben şu düşünceyi görüyorum: ”Bir suç işlendiğinde veya bu suç ısrarla yapıldığında illa ki onun cezasını vermek lazım. Verilmezse yanlış olur.” Bir de insanların genelde birbirlerine karşı güvensizliği vardır. Ve özellikle yabancılara karşı bir önyargı ve güvensizlik hakimdir. Hal böyle olunca dikkat edin, Firavunun durumunu Kur’an’da okuyunca insanların ekserisi ayetleri kendi dünya görüşleri gibi algılamaya meyilli oluyorlar: Kin ile öfkeyle…
Hicr 56: “İbrahim dedi ki: Rabbimin rahmetinden sapıklardan başka kim ümid kesebilir.”
*** Yunus 96: ”Doğrusu aleyhlerinde Rabbinin ezeli hükmü kesinleşmiş olanlar imana gelmezler.”
Yunus 97: ”Onlara bütün mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar (inanmazlar.)”
90. ayette Firavunun iman ettiği bildiriliyor. Ve bu ayetlerde, hakkında aleyhinde hüküm geçenlerin yani kafir olarak ölmesi irade edilenlerin, ne kadar ayet, mucize görürlerse görsünler ölümden sonraki azabı görünceye kadar iman edemeyecekleri bildiriliyor. O zaman şu sonuç çıkar: Madem Firavun iman etti, o halde demek ki, hakkında aleyhinde olarak ezeli hüküm, yani kafirlik geçmedi. Demek ki o müslümanlardandır. Zaten bizim dediğimizi reddedenler yani, ”Firavunun imanı kabul edilmemiştir” diyenler; bu ve bununla ilgili diğer ayetleri inkar etmiş olurlar. O halde şunu anlarız ki, dünyada iman eden, bu ayetteki “aleyhlerinde Rabbinin ezeli hükmü kesinleşmiş olanlar” ifadesiyle zikredilen zümreden çıkmış olur.
Dense ki: Ama “azabel elim” den kasıt son andaki dünyevi azaptır?
Cevap: Bu “azabel elim” öldükten sonra vuku bulacaktır. Eğer size göre “azabel elim” denizin yarılması ise, ayın yarılması da bir mucizeydi, ayetti; sopanın yılan olması da, ölüleri diriltmek de, parmaktan su çıkması da. Halbuki ay yarıldı, sopa yılana döndü lakin yine inanmayan oldu. Ayette “azabel elimi görünceye dek (inanmazlar)” denmesi, “azabel elim” in son bir ayet, alamet ve durum özelliğinde olduğunu gösterir. Ve ayette “Onlara bütün mucizeler, ayetler hep birden gelse“ buyurulması, (bütün mucizeler, ayetler) manasındadır. Ve denizin yarılması da, ayın yarılması da, sopanın yılana dönmesi de bütün bu mucizelerin, ayetlerin içindedir. Hepsi mucize olmakta ortaktır. Halbuki ayette, bütün mucizelerden sonra ayrıca “azabel elim” denmesi, bunun; bu anlatılanlardan başka bir şey olduğunu ortaya koyar. Bu ise kişinin öldükten sonra başına gelecek olan azaplardır. Demek ki “azabel elim” i gördüklerinde bütün kafirler inanıyor, iman ediyorlar. Fakat öldükleri için bu imanları onları cehennem azabından kurtarmıyor. Hadislere baktığımızda kıyamet alametlerinden birkaçı çıktığında artık iman edildiğinde bu iman kabul edilmez deniyor. Lakin bu ayetde ise haklarında aleyhlerinde ezeli hüküm geçenler yani kafir ölmesi Allah tarafından irade edilenler, ne kadar mucize, ayet görürlerse görsünler iman etmezler deniyor. Yani ayette kesin olarak iman etmezler deniyor, hadislerde ise iman eder lakin kabul edilmez deniyor. Kur’an’ın diğer ayetlerinde iman edildiğinde bu imanın kabul olunacağı bildirilmişti. Yani ayetlerle, bu husustaki hadisler birbirleriyle uyuşmuyor, zıtlık oluyor. O halde ayetin ifade ettiği manayı kabul ediyorum; bu husustaki hadisleri reddediyorum. Ve kıyamet alametlerini gören bir kişi iman etse bu iman kabul edilir, diyorum.
*** Soruyorum: Firavun ve çevresindekiler suda boğulduğunda, Firavundan başka da iman eden olabilir. İman etmeyen de olabilir. Düşünelim; eğer bu anda edilen imanın kabul edilmeyeceği düşünülürse ortaya şu çıkar: Bu zor durumda inanan ile inkarını bu mucizeye rağmen sürdüren iki çeşit insan karşımızdadır. Sizce bunların hiç farkı yok mu? Biz insanların görüş açısına göre bile, bu durumdaki iki insandan pişman olan ile inkarını devam ettiren kimse arasında ayırım yaparız ve bunun lazım olduğunu düşünürüz. Biz bile af dileyene karşı; onu affetme hissi duyarız, onu diğeri ile bir tutmayız. Hal böyleyken bize inanmayanlar; kendilerinin dahi ekseriyetle yapmayacağı bir fiili (bu iki insan arasında fark görmeme, ayrım yapmama) merhametlilerin en merhametlisi Allah’a yakıştırıyorlar.
Fatır 19: “Görmeyenle gören bir değildir.”
Fatır 20: “Karanlıklarla aydınlık da bir değildir.”
Fatır 21: “Gölgelik ile sıcaklık da öyle.”
Fatır 22: “Diriler ile ölüler de bir olmaz. Doğrusu Allah, dilediğine işittirir, yoksa sen kabirlerde bulunanlara (inatçı kafirlere) işittirecek değilsin.”
Zümer 9: “Yoksa inkarcı, geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin nimetini dileyen kimse gibi midir? Ey Muhammed! De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”
Mümin 58: “Kör ile gören, inanıp iyi amelde bulunanla, kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz!”
Fussilet 33: “İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve: “Ben müslümanlardanım“ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”
Ra’d 16: “De ki: Kör ile gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?”
Hicr 13: “Kendilerinden öncekilerin başlarına gelenler bilindiği halde, yine de ona inanmazlar.”
Hicr 14: “Onlara gökten bir kapı açsak da oradan çıkmaya koyulsalardı.”
Hicr 15: “Gözlerimiz döndürüldü, biz herhalde büyülendik” derlerdi.”
*** Aişe’den rivayet olunduğuna göre; sıdıka-i müşarün-ileyha demiştir ki:
Resulullah:
_ (Ahir zamanda) bir güruh Kabe’yi (tahrib) kasd edecektir. Bunlar Beyda mevkiine geldiklerinde başbuğlarından son neferlerine kadar (ortaları da müstesna olmayarak) yere batırılırlar. (Yalnız muhalefet edip ayrılanlar kurtulup haber verirler) buyurdu.
Ben:
_ Ya Resulullah! Bunlar başlarından sonuna kadar nasıl batırılırlar; halbuki bunların arasında (bey-u şira ile geçinen) çarşı halkı vardır ki, bunlardan ma’dud değildirler, dedim.
Resul-i Ekrem:
_ (Evet) bunlar başlarından sonuna kadar batırılırlar. Sonra bu batanlar (kıyamet gününde) niyetlerine göre ba’s (Haşr-ü Neşr) olunurlar, buyurdu. (Buhari)
*** el-Müseyyeb bin Hazr’dan
“Ebu Talip ölürken, Allah Resulü onun yanına geldi. Bir de baktı ki Ebu Cehl bin Hişam ve Abdullah bin Umeyye bin el-Muğire oradalar. Amcasına hitaben dedi ki: “Ey amca! La İlahe İllallah“ de de, Allah indinde onunla seni savunayım. Hemen Ebu Cehl ile Abdullah: ”Sen Abdulmuttalib’in dinini bırakacak mısın?” diye müdahale ettiler.
Peygamber ne zaman amcasına aynı şeyi tekrar ettiyse, onlar da ona daha önce söylediklerini tekrar ettiler. Nihayet Ebu Talip’in son sözü Abdulmuttalib’in dini üzere olduğunu ikrar etmesi oldu. Böylece “La İlahe İllallah“ demekten kaçındı. Bunun üzerine Peygamber ona: “Bana yasaklanmadıkça mutlaka Allah’tan senin için af ve mağfiret dileyeceğim” buyurdu. Nihayet ”Peygamber ve iman edenlere, müşrikler için istiğfar etmeleri yaraşmaz” mealindeki ayet (Tevbe 113) ile “Şüphesiz sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, bilakis Allah dilediğine hidayet eder ve hidayete ermiş kimseleri daha iyi bilir” mealindeki ayet (Kasas 56) nazil oldu. (Buhari, Müslim, Nesai)
*** Resulullah buyurdu ki: “Allah, canı boğazına gelmemiş olan kulun tevbesini kabul eder.” (Tirmizi, İbn Mace, İbn Hanbel)
*** Naziat 24: “Sizin en yüce Rabbiniz benim“ dedi.
Naziat 25: “Allah’da onu Son’un ve İlk’in azabıyla cezalandırdı.”
_ Kitap: Yüce Kur’anın Çağdaş Tefsiri Yazar: Süleyman Ateş
Naziat 25: “İlk sözü, Musa’yı yalanlaması, son sözü de “Ben sizin en yüce Tanrınızım” demesidir. Yahut Allah ona ömrünün evvelinin ve sonunun cezasını verdi, diyenlerde olmuştur.”
_ Kitap: Hak dili Kur’an dili Yazar: Elmalılı Hamdi Yazır
Naziat 25: Ahiret ve ula’dan anlaşılan ahiret ve dünyadır ki, dünya eziyeti boğma ile olmuştur. Böyle ise de burada ahiret sonraki, ula önceki anlamına olarak “Sonrakinin ve öncekinin eziyeti olmak üzere tuttu alıverdi” ve sonrakinden amaçlananın “Ben sizin en büyük Rabbinizim” kelimesi, öncekinden kasdedilenin de “Benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum” (Kasas 38) kelimesi olduğu İbni Cerir tefsirinde yazılıdır.
_ Kitap: Hulasat’ül Beyan Fi Tefsir’il Kur’an Yazar: Konyalı Mehmed Vehbi
Naziat 25: … Razi ve Ebussuud’un beyanları veçhile bu ayette ahire ve ula ile murad; Firavundan sudur eden iki kelime olduğu İbn Abbas Hazretlerinden mervidir. İki kelimeden birisi “Sizin için benden başka bir ma’bud bilmiyorum.” Diğeriyse “Ben sizin büyük Rabbinizim” ifadesidir ki; bu iki kelime arasında kırk sene geçmiştir. Zira evvelkini söylediğinde Cenab-ı Hak derhal ahzetmemiş, kırk sene sonra ikinciyi söyleyince ahzetmiştir ki, kullarının kusurunu ihmal edip ihmal etmediğine dahi tenbih buyurmuştur. Buna nazaran mana-yı ayet: (Firavun ikinci kelime olan “Ben sizin büyük Rabbinizim” demeye cür’et edince Allahu Teala onu kelime-i ahiresiyle ta’zib etti ve her ikisine de cezasını verdi) demektir.
--- Yorum: Bu ayetin tefsirinde dünya ve ahiret şeklinde mana veriliyor ise de biz ilk ve son şeklinde verilen manayı alıyoruz. Dolayısıyla firavunun boğulması dünya azabıydı. Yani mana şöyle oluyor: Firavun bu iki sözünden, azaba yakalandı. (Kasas 38, Naziat 24) Bu azap ise dünyada boğulmaktı.
*** Mü’min 45: “Allah o adamı kurmak istedikleri o azaptan korudu. Kötü azap Firavunun adamlarını sardı.”
Mü’min 46: ”Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet gelip çattığı gün: ”Firavunun adamlarını azabın en ağırına atın!” denir.”
--- Yorum: 45. ayette “Firavunun adamları“ deniyor. 46. ayette “Onlar” deniyor. Burada kasdedilen Firavunun adamlarıdır, Firavun değildir.
*** Hud 96: ”Andolsun Musa’yı da ayetlerimizle ve apaçık bir belge ile gönderdik”
Hud 97: “Firavuna ve cemaatine. Bunlar Firavunun emrine uydular. Halbuki Firavunun emri hak değildir.”
Hud 98: “Kıyamet günü, kavminin önüne düşer. Artık o bunları ateşe götürmüştür. O, varılan yer ne kötü bir yerdir.”
Hud 99: ”Hem burada hem de kıyamet gününde lanetle izlendiler. Onlara verilen bu karşı destek ne fena bir destektir.”
---Yorum: Emir: Emretmek, iş, hal, durum, husus
Yektumu: Öncülük etmek, öne geçmek, kumanda etmek, başına geçmek, götürmek.
Firavunun kavmi, adamları; firavunun emrine, işine, durumuna uydular. Oysa firavunun emri, işi, durumu doğru değildir. Öncülük etti, götürdü. Kavmini kıyamet günü ateşe götürecektir. Yani, firavunun halini, durumunu örnek alıp uymaları, onların uyduğu firavunun hali, onlara kıyamet günü öncülük edecek, ateşe götürecek, demektir. Firavunun haline uymaları, uydukları firavunun işi , durumu onlara rehber olup, onları cehenneme sürükleyecektir. ”Kıyamet günü kavminin önüne düşer” ayetindeki “düşer” ifadesiyle kasdedilen, firavunun emri, işi, durumudur. Yani firavunun iman etmeden önceki halleri, işleri, düşünceleridir. Firavunun adamları, firavunun bu düşüncelerini, işlerini benimseyip uyduklarından, firavunun emri önlerine düşer, onlara rehber olur. Yani ayet “Madem siz bu durumlara, işlere dünyadayken uydunuz, arkasından gittiniz; kıyamette de ibret ve ceza olarak yine arkasından gidin, ama cehenneme!” manasındadır. Buradaki lanet de yine firavunun adamlarınadır. Yani firavunun adamlarından iman etmemiş olanlar için. Zira firavunun adamları içinde, boğulma hadisesinde iman edenler de olabilir. “Kavminin önüne düşer” ifadesiyle ilgili olarak açıklama: Bir önceki ayette iki kere firavunun emrinden bahsediliyor. Burada ise “düşer” deniyor. Dolayısıyla ne düşer? Evvelki ayette zikredilen firavunun emri, iman etmeden önceki hali, durumu önlerine düşer diyoruz.
*** En’am 158: ”Onlar ancak şunu gözlüyorlar ki, kendilerine melekler geliversin veya Rabbin geliversin veya Rabbinin bazı ayetleri, alametleri geliversin. Ancak Rabbinin bazı alametlerinin geldiği gün, önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir fayda vermez.”
---Yorum: Dünyevi azap geldiğinde daha önce inanmamış ve imanında hayır kazanmamış kişiler bu anda inansalar bile azap geri çevrilmez demektir. Yani imanları kabul edilmez manasında değildir. “Önceden iman etmemiş” kişiden kasıt, azap gediğinde inanıyor, evvelden inanmamıştı demektir. Fakat inandıktan sonra hayır denebilecek bir şey yapıyor. Mesela çevresindekileri uyarıyor, onların da iman etmesine vesile oluyor. Yahut Allah’ı zikrediyor, dua ediyor. “İmanında hayır kazanmamış” ifadesiyle kasdedilen ise, son anda iman etmiş ve ölmüş; yani imanından başka, hayır kazanacak bir şey yapmadan ölmüş kimse demektir. Firavun gibi. Bu iki durum için örnek:
Birinci durumda: Hz. Nuh’un oğlu. Sular yükseliyor, o bu durumu müşehade ediyor, daha yükseklere çıkmaya çalışıyor. Yani suların yükselmesi olayında Hz. Nuh’un oğlu hemen ölmüyor; su yavaş yavaş yükseliyor. işte burada, bu şekildeki bir helakta, azapta belde ahalisi için imandan sonra hayır yapabilecekleri zamanları oluyor.
Hud 42: “Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: “Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kafirlerle beraber olma!”
Hud 43: ”O, dedi ki: ”Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım.” Nuh da “Bugün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur” dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.”
İkinci durumda: Firavunu örnek veriyorum. Ordusuyla Hz. Musa’yı takip ederken, birden bire sular kapandı, Firavun iman etti ve hemen boğuldu. Burada imandan başka hayır işlemeye fırsatı, zamanı olmadı. İşte ayetteki ifadelerin anlamı budur. Tefsirlerin neredeyse tamamı, Firavunun imanının kabul edilmediğini savundukları için “imanında bir hayır kazanmamış” ayetinin yorumunda çok güçlük çekiyorlar ve bu noktada tatmin edici bir izah yapamıyorlar.
*** Firavun müslüman olarak ölmüştür. Allah dilerse onu cehennem azabına uğratmadan cennete koyar. Dilerse, dilediği kadar cehennem azabına uğratıp, ondan sonra cennete koyar.

Not: Artık Allah’ın iradesini inkar ettiğimden, bu ifadeyi şöyle manalandırıyorum; yani Allah’ın ilminde firavunun nasıl bir karşılık göreceği varsa, o başına gelir. Yaptıklarına karşılık olarak cezalandırılması varsa cezalandırılır eğer cezalandırılması yoksa cezalandırılmaz.



********************************************************************************************************************************************************************************************************

Peygamberlerin ismeti (korunmuşluğu) meselesi:

Razi’nin, “Peygamberlerin Masumiyeti” adlı kitabının incelenmesi. (İlim yayınları)

Adem peygamber

Taha 121: “Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.”
Taha 122: “Rabbi yine de onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.”
Bakara 37: “Adem, Rabbi'nden emirler aldı; onları yerine getirdi. Rab'ı de bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz o tevbeleri daima kabul edendir, merhametli olandır.”
Araf 23: “İkisi dediler ki: Rabbımız; kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen; muhakkak ki biz, hüsrana uğrayanlardan oluruz.”

ibrahim peygamber

Bakara 260: “İbrahim: "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" dediğinde, "İnanmıyor musun?" deyince de, "Hayır öyle değil, fakat kalbim iyice kansın" demişti. "Öyleyse dört çesit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır; koşarak sana gelirler. O halde Allah'ın güçlü ve Hakim olduğunu bil" demişti.”
İbrahim peygamberin ölüleri diriltme hususunda Allahın bunu yapabileceğine tam olarak inanmadığını iddia ettiler.

Diyorlar ki: İbrahim peygamber babası için mağfiret talebinde bulundu. Oysa babası kafirdi ve kafir için mağfiret talep etmek caiz değildir. Böylece İbrahim peygamber caiz olmayan bir iş yapmıştır.
Meryem 47: “İbrahim söyle cevap verdi: "Sana selam olsun. Senin için Rabbim'den mağrifet dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok lütufkardır."

Şuara 86: “Babamı da bağışla. Şüphesiz o, sapıklardan olmuştur.”

Bu ayetler gösteriyor ki ibrahim peygamber babası için mağfiret dilemiştir. Babasının kafir olduğu hususu ise Kuran nassı ve icma ile sabittir. Ayrıca kafir için mağfiret dilemek iki sebepten dolayı caiz değildir.

Tevbe 113: “Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygamber'e ve müminlere yaraşmaz.”
İşte bu mukaddimelerle İbrahim peygamberin caiz olmayan bir işi yaptığı sabit görülmüştür.

Mümtehine 4:” İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar milletlerine söyle demişlerdi: "Biz sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin dininizi inkar ediyoruz; bizimle sizin aranızda yalnız Allah'a inanmanıza kadar ebedi düşmanlık ve öfke başgöstermiştir." Yalnız, İbrahim'in, babasına: "And olsun ki, senin için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi savmaya gücüm yetmez" sözü bu örneğin dışındadır. Ey inananlar! Deyin ki: "Rabbimiz! Sana güvendik, Sana yöneldik; dönüş Sanadır."

Bu ayette İbrahim’in söz konusu işi dışında örnek alınması emrediliyor. İşte bütün bunlar söz konusu işin isyan olduğu sonucunu ortaya koymaktadır.

Yusuf peygamber

Yusuf 100:” Ana-babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Babacığım; işte bu; vaktiyle gördüğüm rüyanın gerçekleşmesidir. Doğrusu Rabbım, onu gerçekleştirdi ve bana ihsan etti de; şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkardı ve sizi çölden getirdi. Muhakkak ki Rabbım, dilediğine lütufkardır. Muhakkak ki O'dur O, Hakim, Alim”

Peki kendisine secde etmelerine nasıl rıza gösterdi? Allah’tan başkasına secde edilemezken?

*** Musa peygamber:

Kasas 15: “ Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda, şehre girdi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı olan iki adamı döğüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa, onun düşmanına bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu. "Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık, saptıran bir düşmandır" dedi.”

Burada iki önemli nokta çıkıyor karşımıza; ölen kıpti ya ölümü hak etmişti ya da suçsuzdu. Eğer birinci şık doğru idiyse Musa neden: “Bu şeytanın işidir” (Kasas 15), "Rabbim! Doğrusu kendime yazık ettim, beni bağışla” (Kasas 16) ve "O işi kasden yaptımsa sapıklardan biri sayılırım” (Şuara 20) dedi. Şayet doğru olan ikinci şık ise öldürmekle zaten günahkar olmuştur.

Yine görüyoruz ki Harun peygamber “…sakalımdan tutma..” (Taha 94) sözüyle Musa’yı bu hareketten menediyor. Eğer Musa yaptığı işte haklı ise, bu işe engel olmakla Harun günah işlemiştir. Çünkü bu, doğru hareketin yerine getirilmesine engel olmaktır. Şayet Harun bu tepkide haklı ise söz konusu hareketiyle Musa günah işlemiştir.

Zekeriyya peyagambaer:

Meryem 7: “Allah: "Ey Zekeriya! Sana, Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik" buyurdu.”
Meryem 8: “Zekeriya: "Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?" dedi.”
Meryem 21: “Cebrail: "Bu böyledir, çünkü Rabbin, 'Bu bana kolaydır, onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız; hem bu önceden kararlaştırılmış bir iştir' diyor" dedi.”

Ayetlere dayanarak Zekeriyya’nın Allah’ın kudreti konusunda şüpheye düştüğü görüşünü ileri sürdüler.


Muhammed peygamber:

İddiaları şöyle: Birlikte çıkılacak bir cihad hareketine katılmamak için bir grup ondan izin istedi ve o da bu izni verdi. Hemen ardından: “Allah seni affetsin. Doğrular sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden onlara izin verdin?” (Tevbe 43) ayetinin indiğini görüyoruz. Biliyoruz ki, af ancak işlenen bir günah için söz konusudur. Dolayısıyla bu ayet onun günah işlediğini gösterir.


Feth 1:” Muhakkak ki Biz; sana, apaçık bir feth ihsan ettik.”
Feth 2:“Ta ki Allah; senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın. Sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru yola eriştirsin.”

Bu bir bağışlama olayının açıklamasıdır diyorlar.


Abese 1: “Yüzünü asıp çevirdi”
Abese 2: “Kendisine a'ma geldi diye.”

Ayetinden yola çıkan muhalifler, gözleri görmeyen İbn ummu-gulsum’den yüz çevirdiği için Allah’ın onu azarladığını iddia etmekteler.


Tevbe 117: “Andolsun ki Allah, Peygamberin ve güçlük anında ona uyan muhacir ve ensarın tevbelerini kabul etti. İçlerinden bır kısmının kalbleri kaymak üzere iken yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü O, kendilerine Rauf ve Rahim'dir.”

Ayetini öne sürüyorlar ve diyorlar ki: Eğer ortada bir tevbe olayı varsa, muhakkak surette ondan önce işlenmiş bir günah da vardır.


Mümin 55: “Şu halde sen sabret. Gerçekten Allah'ın va'di haktır. Günahın için mağfiret dile; akşam ve sabah Rabbini hamd ile tesbih et.”

Ayeti ile “Şüphesiz ki ben bir gün ve gecede muhakkak surette yetmiş kere Allah’tan mağfiret talebinde bulunurum.” Hadisini ileri sürerek bu ayet ve hadiste herşey açıktır, diyorlar.

Tahrim 1: “Ey peygamber, niçin Allah'ın sana helal kıldığı şeyi,eşlerinin, hayrı için kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”

Ayetinin dış anlamı açıkça bildirmektedir ki; o caiz olmayan bir şeyi yapmıştır.

Tahrim 8: “Ey iman edenler, Allah'a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, Allah, sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman etmekte olanları küçük düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşup-parıldar. Derler ki: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz sen, her şeye güç yetirensin."

Not: buraya kadarını kitaptan aldım.

*** Peygamberler Allah’a kulluk etmekle mükellef değil midir?
Kehf 29:” De ki: Gerçek, Rabbınızdandır. İsteyen inansın, isteyen inkar etsin. Şüphesiz ki zalimler için, duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır. Onlar feryad edip yardım dilediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. O, ne kötü içecek ve ne kötü duraktır.”
Ayeti peygamberlere de şamil değil mi? Eğer şamilse, demek ki bu teklif onlara sunuluyor ve seçilmesi ifade ediliyor. Demek ki peygamberlerin de küfre girmesi caiz oluyor.

*** Ahkaf 9: “Ey Muhammed! De ki: "Ben Peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım."”
Duha 4:” Doğrusu ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.”

Duha 5: “Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.”

*** Bakara 21: “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan Allah'a kulluk ediniz ki; Allah'ın azabından korunabilesiniz.”
Genel kulluk emri, yani peygamberlere de şamil.

*** İbrahim peygamberin ifadeleri aşağıda,

Şuara 82: “Hesaplaşma günü günahlarımı affedeceğini umduğum da O'dur.”

Şuara 83:” Ya Rabbi, bana yararlı bilgi ve egemenlik ver ve beni iyi kullarının arasına kat.”

Demek bu duaya göre iyi kullarının arasına katmayabilir öyle mi?


Cevapla